Cebinden çıkardığı yeni marka akıllı telefonuyla,kapitalist düzeneğin bir parçası olmaktan gurur duyarmışcasına Twitter gündemlerine dalan genç adam bir yandan da kapıdaki yöneticisini gözetliyordu. Saat 16.50'ye gelmekte ve hava gittikce sıcaklaşmaktaydı. İşler neredeyse duracak biçimde yavaşlamış olmasına karşın birkaç saate yeniden canlanacağını düşünmek insanın canını sıkıyordu. Hep böyle olmuyor muydu zaten? İşten eve gelip umarsızca internete girmeye çalışan 25-45 yaş grubu insanlar, 10-16 yaş grubu ergenlerin oluşturduğu bu topluluk en ufak bir arızada tahammülsüzce çağrı merkezlerine küfürler yağdırıyorlardı. Şimdilik çoğu işte, okullarındaydılar. Günün en hoş vakti... Öğle yemeği öğütülmüş, baş ağrıtan telefon konuşmaları kesilmiş, bir Şubat gününün beklenmedik derecedeki sıcaklığından hoşnut bir şekilde boş işlerle uğraşılmaktaydı. Ara sıra kendilerine eğlence oluşturmak isteyen bir grup elleriyle masaya vurarak ritim tutar ve şarkı söylemeye başlarlardı. Küçük bir kısım şansızlığından ötürü olsa gerek, hâlâ eski sorunlu müşterilerle hararetli konuşma halindeydiler. İçlerinden yaşına göre olgun gözüken, düzgün fizik ve konuşmasıyla etrafındakilerin dikkatini çekmeyi başaran bir çalışan sabırla karşısındakine laf anlatmaya çalışıyordu.
-Ali Bey derdinizi anlıyorum fakat şuan sadece arıza kaydı oluşturmaktan başka elimden bir şey gelmiyor. Sorununuz için özürlerimi iletiyorum. En kısa zamanda yetkilileri yönlendireceğimden emin olabilirsiniz.
Kızın bu sabırlı cümlelerini farkına varmadan dinleyen genç adam derin düşüncelere daldı. Türkiye'nin en büyük internet şirketlerinin birinde, üç kuruş maaş ile boktan şartlar altında çalışmaktan tiksinçlik duyduğunu anımsadı. Torpil vasıtasıyla büyük umutlarla girdiği bu şirkette berbat bir pozisyonda başlayacağını elbet biliyordu. Ancak çok değil altı-yedi ay içinde Superviser olarak terfi olacağını düşünüyordu. Ne de olsa üniversite mezunuydu ve KPSS puanı azımsanamayacak kadar iyiydi. Ne yazık ki memleketin geldiği bu noktada üniversite mezunu ve iyi bir KPSS puanı iş bulmaya yetmiyordu. En kötü ihtimalle bir devlet dairesinde iş bulmak da planları arasındaydı fakat evdeki hesabın çarşıya uymadığını anlaması pek uzun sürmedi. Mezun olduktan ve bir baltaya sap olamadıktan sonra memleketi Ankara'ya dönmüş, iş bulma umuduyla her yere başvuru yapmıştı. Babasının annesinin baskısını üzerinde hissetmek gibi iğrenç bir durumda olmasına karşın sonunda İstanbul'dan bir arkadaş sayesinde bu yere girebilmişti. Tabii ki evdekilerin baskısı sona ermemişti. "Bunca yıl burada çalış diye mi okuttuk seni?" bakışlarını anlamamak için aptal olmak gerekiyordu. Haklı sayılabilirlerdi. Ne olursa olsun sonuçta eli ekmek tutmaya başladığı için vicdanı rahattı. Aldığı para neredeyse kendine bile zor yetiyor olmasına karşın birkaç lira anasına babasına teklif etmekten de geri kalmıyordu...
Kendi kendine daldığı derinliklerden kendini çekerken aklına "o" geldi. O... O ki tek bir lafıyla bu genç adamın kalbinde, ciğerlerinde bir kıvılcım yakabilecek, ayak parmaklarından başucuna kadar bir uyuşukluk hissettirebilecek, insanın ismini bile unutmasına neden olabilecek; göz rengi, ten rengi ve bunların müthiş uyumu yetmiyormuş gibi bir de inanılmaz derecede yakışan gülümsemesiyle ve dünyada eşi benzeri görülmemiş iyimserlik ve sevgisiyle insanın başını döndüren, neye urattığını şaşırtan bir yaradılış harikası. O ki ; her gece yatarken kurulan hayaller kadar masum, Temmuz ayının günleri kadar sıcak, Aşık olduktan sonra dinlenilen şarkılar kadar mucizeviydi. Ya da en azından bizim delikanlıya göre... Üniversitede aynı fakültede başlayan bu yakın arkadaşlık, tek taraflı olarak bu denli büyük bir aşka dönüşmüştü. Zaman zaman yakın arkadaş olmanın kaba tabiriyle "ekmeğini yiyen" bu genç adam için vaziyetler akıl olmaz boyutta değişmişti. Başta bir heves, sonra tutku, en son büyük bir aşka dönüşmüştü. Çok çabalamıştı bunun olmaması için. Yakıştıramamıştı kendine. O kadar paranoyaklaşmıştı ki yolda yürürken kendi kendine sesli bir şekilde "Olur mu olum öyle şey? İnsan nasıl arkadaşına yan gözle bakar? Sen ne tiksinç, ne iğrenç bir mahlukatsın?" diye hayıflanırdı. Gel gör ki elde değildi bu aşk denen illet. İnsan seçemez sevdiğini. Bilemez üzüleceğini. Sanar bu aşkın sonsuza dek süreceğini. Anlayamaz saçmaladığını. Kandırır kendini sürekli ve aklı başına geldiğinde iş işten geçmiş olur.
Üniversiteden sonra arkadaşlık zayıflamıştı fakat ikisinin de muhabbeti kesmeye niyetleri yoktu. Haftada birkaç kez gurur meseleleri haline gelmesine rağmen 'ilk mesaj'ı atan diğerinin gözünde daha vefalı oluyordu. Vicdanen kendilerini böyle rahatlatan bu iki gencin bu tarz saçmalıkları yavaş yavaş aşmaya başladıkları gözlemlense de tamamen vazgeçmiş değillerdi. Ezgi iyi kızdı. Rahat, güvenilir, ailevi sorunları olan fakat bununla başa çıkmayı öğrenmiş; yaşına oranla büyük bir olgunluktaydı. Bizim genç Erdem'i hep hayatında önemli yerlere koymuş zaman zaman aklına farklı şeyler gelse de art niyetle bakmaya cesaret edememişti. Fakat ilerleyen yaşı, olgunlaşan düşünceleri bunun 'Lise-Üniversite Arkadaşlığı' olmaktan çıktığını görmüyor değildi. Masasının başında Kafka'nın kitabını okurken titreşen telefonuyla dikkati dağılan Ezgi, acele ve heyecanla telefonu eline almak için ileri hamle yaptı. Birkaç gün arayla konuştukları için o'ndan gelen mesaj kalbinde hafif bir çırpıntı için yetiyor da artıyordu...