Bir varmış bir yokmuş...
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde, büyük bir zerafetin içinde yaşayan, ruhu kan kokan satırlardan bir vaveyla etkisi yaratan bir adam varmış. Bu adam; kalbinin yok olduğunu, duygularının kapalı bir kutunun içine hapsolmuş, okyanusun karanlık sularına bırakmış olduğuna inanıyormuş. Zihninde yıkım etkisi bırakan geçmişi, anıların sığındığı kuytular buzdan kıymık, ateşten oklarmış...
Sefil bir karanlığın içinde doğan, yaşamın ve ölümün habercisi olan bir lanetle büyümüş bir genç kız varmış. Hayatın ona bahşettiği yük ve kederin soğuk nefesini minik omuzlarına üflemiş.
Vücudunun kusurları göze çarparken, saf ve çocuksu oluşu bunun önüne geçermiş. Prenses gibi büyümemiş lâkin kendini her zaman çizgi filmlerdeki gibi prenses olduğunu ve beyaz atlı prensinin onu kurtaracağını düşlermiş...
Peki bu hikâyede onların yeri neredeydi?
Ya adam; pusulası şaşıp bir kadında aydınlanırsa, o vakit küf tutmuş duyguları temize çıkar mıydı?
Ya genç kız; pencerenin pervazında, hayallerini süslediği beyaz atlı prensi onu bu sefaletten kurtarır mıydı?
Pusudaki ten, ruhlarına işleyip, aşkları onları alaşağı eder miydi?
Göreceğiz, ruhun tende kavrulup kül oluşunu hep birlikte şahit olacağız...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PUSUDAKİ TEN
ChickLitGünaha davet edilen bir oyundu bu. Ateşin tutkusu, cehennemin şehvetiyle birleşti. Ateşe verilmiş bedenlerini, ruhlarının cehennemlerinde yakıyorlardı. "Ruhuma gölgesi düşen tek aydınlık sensin minik civciv, günahı bana sevap kıldıran tek yüce kadın...