Başlıyoruz

23 3 1
                                    

Sessiz alarmımla yeni güne uyandım. Solumda vızlayan alarmı kapattım ve doğan güne mutlulukla ibadet ettim. Güneş gönül yakan turuncusuyla sergileniyordu gökte. Bir esinti, sabah rüzgarlarının öpücüğünü taşıyordu tenime. Pencereyi açık unutmuştum yine. Peluş sabahlığımı üstüme geçirdim ve pencereyi tamamen açtım. Gözlerimi kapadım havayı çektim ciğerlerime. Huzur kokuyordu, özgürlük esiyordu ve dalga sesleri okşuyordu kulaklarımı. Sesli bir şekilde gerindim ve üstümdeki uykuyu atmaya çabaladım. Son zamanlarda olduğu gibi uykuyu üstümden atamadım. Salak bir ruh hali diyorum buna, üstüme bir tonluk bir piyano çökmüş altından her kalkmaya çalıştığımda notaların karmaşası beynimi dağlıyor. Bu karmaşa içerisinde kalkıp hazırlanıyorum. Fakat hala kendime gelememişim. Başka çarem de yok ki kafe beni bekler.

Kol saatime bir baktım saat olmuş yedi kırkbeş. Ben anca giyinmişim. Sekizde açmam gereken "Tıkınmalık" adlı bir kafe ve aç insanlar beni bekliyordu sabah "tıkınması" için. Hadi biliyorum insan der bu ne "Tıkınmalık" diye kafe ismi mi olur? Ama yaptım oluyor. Her sabah tabelama baktıkça gülüyorum. Derken saat oldu yedi elli. Minik evimin üst katından alt katına Hazerfen-i bir uçuş düzenleyip motora doğru depar attım. Kendime sövmeyi de ihmal etmiyorum. Yine son ana kalmıştım. Ve saat yedi ellisekiz. Tam zamanında. Kafemin anahtarını çevirdim kapıyı açtım derken saat sekiz oldu.

Sakin, huzur yayan bir kafem vardır. İnsanlar buraya kafa dinlemeye gelir. Ön tarafı caddeye bakar, bu yüzden bulunması kolay kirası yüklüdür. Caddeye bakan alan bir camla ayrılmıştır ve üç küçük masa vardır. Ardından vitrin ve kasa gelir. L vitrinin yanında arka tarafa deniz manzaralı balkona çıkılır. Balkonun altına deniz dalgalarını çarpar. Balkonum geniştir dördü deniz kenarında beşi duvar tarafında dokuz küçük oturma grubu içerir. Her türlü huzurun simgesi haline gelmiştir, kafenin müptelaları için. İnsanlar eğlenir,acılarını paylaşır, heyecanlanır, şaşırır, hüzünlenir ve rahatlar burada. Fiyatlar ise öğrencilerin doyabileceği düzeydedir ve her türlü besin kalitelidir. Bu yüzdendir ki yılın üçyüz altmışbeş günü arı kovanı gibi işler.

Ve bu gün belki de en yoğun olan olcaktı. Küçük sahil kentimizin festivali bugün başlıyordu. On iki temmuz "Güneş Fest". Bugün şehirdeki herkes sarı giyinir tanısın tanımasın o gün gördüğü herkese gülümser iyi dileklerini sunar ve sarılır.

Kentin sembolü güneştir. Güneş bir nevi doğumu simgeler. Her yeni gün, yeni bir umut, yeni bir hayat vaad eder. İşte "Güneş Fest" de bu amaçlar yatar. Şarkılar söylenir danslar edilir, kentin üstünde gülücükler dolaşır. Tabi ki böyle birgün dışarıdan oldukça fazla turist çeker. Turist demek benim için tehlike, kafe için ise yoğunluk demektir.

Aslında bu sabah günlerdir üstümde hüküm süren ağırlığa bir anlam getirmem gerekirdi fakat ben o ana kadar hiçbir şeye ayamamıştım. Ne Dünya'nın döndüğüne ne de geç kalındığına. Beklediklerim geç kalmışlardı. Ben onları unutmuş ve aramamıştım. Benim aramam olmazdı zaten. Yapsaydım düzenimi değiştirmek zorunda kalacaktım. Fakat bu gün farklı bir şey oldu. Dostlarımın bana unutturduğu gün gelmişti.

Akşam saat dörde yaklaşıyor, bir saat sonra kafeyi yardımcılarım Melek ve Erkan'a bırakacağım. Üstümde bir sabırsızlık var, yanlış yemekler yanlış masalar derken omzuma bir el dokunuyor. Melek o sevimli güzel yüzüyle bana bakıyor. Yüzünde anlayışlı bir tebessüm var. Şu son zamanlardaki dalgınlığımdan iyi bir payını aldığı için anlıyor artık beni. "Biraz çık istersen Arın." Derin bir nefes alıyorum. Haklı. Hiçbir şeye odaklanamıyorken yapmanın anlamı yok. Çıkarıyorum önlüğü, kasanın arkasına bıraktığım gibi fırlıyorum dışarı. Arkamdan Erkan'ı duyuyorum. Erkan, Melek'in tersine sinirli, çabuk gerilen biri. Melek ise melek gibi işte fazla bir şey demeye gerek yok. İkizler diyorum. Birbirlerini tamamlıyor. Kafenin önündeki yüksek kaldırıma oturuyorum. Hava çok sıcak. Yapış yapış olmuşum. Omzuma gelen kahve dalgalı saçlarımı savuruyorum. Ve hafif bir rüzgar esiyor. Dudaklarım hafifçe yukarı kıvrılıyor. Güneş ısıtıyor, rüzgar serinletiyor. Güzel ikili diyorum. İkizler gibi. Dirseklerimin üstünden geriye yaslanıyor ve huzuru dinliyorum.

Yüzümün ortasına cıvık bir soğukluk düşüyor. Ardından bir dil hissediyorum yüzümde. Anında doğrulup gözlerimi açıyorum fakat gözlerim bile cıvık soğuklukla kaplı, burnuma da dolduğu için hapşırık üçlemesini tamamlıyorum. Nihayet kendime geldiğimde arkamdan gelen nefes seslerine bakıyorum. Bir köpek hoş. Koluma bakıyorum dondurma olmuş. Köpek ve dondurma. Saçmalık. Bugün huzur yok. "Cıvık!" Diye bir gür ses bağırıyor. O arada köpek hala yalamak için üstüme zıplıyor. Bronz, yapılı bir beden görüşüme giriyor. "Ah cıvık yine mi?" Soru sorarcasına adamın aynalı güneş gözlüğüyle saklanmış gözlerine bakıyorum. "Imm, şey kusura bakmayın rahatsızlık verdik." Mırın kırın eden bu güçlü ses tuhafıma gidiyor. Adam, köpek,sesi ve söyledikleri gerçekten tuhaf birleşimler. Bu tarz minnoş bir köpek ve bu adam. Kesin sevglisine yaranmak için köpeğini gezdiriyordur diyorum. "Sahip çıkamayacağın şeyin sorumluğunu almazsan mırın kırın etmezsin!" Biraz sert ve soğuk çıkıyor sanırım sesim ama olsun. Hak ediyor. Cıvık şeyleri sevmiyorum. Genel olarak cıvık hiçbir şeyi. "Cıvık şey" her şey olabilir altını çiziyorum şey, her şey.

Adam kaşlarını çatıyor ve gözlüklerini çıkarıyor. Mavi gözler. Yeşillerimin radarına takıldığı an dünyayla olan bağlantım kesiliyor. Tanıyorsun diyor içimdeki bir ses, onu tanıyorsun. "Bakın hanım efendi. Sizden kibar bir ifadeyle özür diledim, uzatmayın. Başımdaki bela bana yetiyor." Adamı baştan aşağı imceliyorum. Krem rengi bermuda şortu, beyaz polo tişörtü ile modellere taş çıkarır. Böyle bir adamın bir kadının peşinde gezmesi komiğime gidiyor. "Hıh. Ne için o belaları çektiğinizi bilmiyor muşuz gibi, asıl sen boş yapma." Eli kolu titriyor. Oo kızgınlı bir beyimiz var. "Bana bak kızım, çeneni tut da git üstünü temizle, köpek bokuna dönmüşsün." Ağzı bozuk pezevenk. İki kız tavlamak için az kıvırmamıştır gelmiş bana kabadayılık taslıyor. Böyleleri zaten anca gücü yettiklerine. Yüz görmeyince havlarlar. "Aynaya bakmadın herhalde sen. Seviyesiz." "Yettin be kadın. Susmasını bil diyoruz!" Gürlüyor, kolumu yakalayıp bileğimi sıkaya başlıyor. Canım çok yanıyor hayvan. Size tokat atanı öpün felsefesiyle adama ahtapot misali sarılıyorum. Manyak mıyım? Tamam manyağım ama burda mantıklıyım yahu. Adam bana köpek boku diyor. Beyaz polosuna üstümdeki dondurmayı sürmek amacım. Tabi o anda seviyesiz öküz, elektirik çarpmışa dönüyor.

Ve o anın olmazsa olmazı. Kapının önünü sulamaya çıkan Melek fazla dost canlısı köpek ona yönelince elindeki hortumun hedefi seviyesiz öküzle ben oluyoruz. Sarılmış ve sırılsıklam bir haldeyken biz, zaman donuyor.

Dünyamızı donduran bazı anlar vardır. Asıl kimliğimize büründüğümüz anlar. Zor anlar olsalar da yakalamak şans ister. Kiminiz tesadüf der kiminiz kader. Bir kalıba sığamaz bu anlar adanmışlık ister. Ve bir bakarsınız ki ruhunuz bir ruha adanmak için yeminler eder...

BİTMEYEN ŞARKIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin