Baharın en güzel günüydü... Gökyüzünün maviliği, kuşların cıvıltısı, çiçeklerin en sevimli hâli ve hafif rüzgar insana huzur veriyordu. Güneş ise yeni doğmuş, pencerenin camı ile perdenin arasındaki boşluktan içeri sızdırdığı ışığıyla "bugün uyunacak gün değil, kalkın da tadını çıkarın" diyordu âdeta...
Nihal erkenden uyanmış, pencereden dışarıyı seyrediyordu. Evlerinin bahçesindeki ağacın üstünde daldan dala konup cıvıldayan kuşlar onu neşelendiriyordu. Bugün onun altı senelik ömrünün yansıması gibiydi.. Çünkü bu güne kadar hiç yazın sıcağı gibi bunalmamış hayatından, kışın üşür gibi üşümemiş yüreği... Tek ve bu güne kadar hiç değişmemiş bir yörüngesi vardı yaşantısının; Bahar ... hatta BAHARIN EN GÜZEL GÜNÜ gibi..
Doğduğundan beri herşeyin ayağına gelmesi onun çok rahat bir çocuk olmasına neden olmuştu. Çok zengin bir aileye sahip olması onda herşeye sahip olabileceği kanısı uyandırıyordu. Tek çocuk olması ise paylaşımcılığı öğrenmesine engel olmuştu: anne ve babası dahil. Bu güne kadar hiçbirşeyin eksikliğini yaşamamış ve elindeki hiçbirşeyi kaybetmemişti. Öyle bir durum söz konusu olduğunda Nihal henüz onu farketmeden anne ve babası buna engel oluyor, maddi imkanlarla halledip üzülmesine ve sabretmesi gerektiğini öğrenmesine fırsat vermiyorlardı. İzin almayı öğrenmemiş/bu ona öğretilmemişti. O sadece istediği şeyi söyler, etrafındakiler de yerine getirirdi. Hayatında hiç 'hayır' kelimesine maruz kalmamış olan Nihal'in dünyasında 'yok' kelimesine de yer yoktu.. Aslında içinde birşeyin eksikliği vardı ama o bunu henüz farketmemişti...
Evde uyanık olan biri daha vardı. Evin üçüncü katındaki odasının penceresinden dışarıyı seyreden biri daha: Defne.. ama onun ilgi alanı kuşlar değildi. Ara sıra yaptığı gibi bugün de güneşin doğmasına yakın uyanmış ve doğuşunu seyrediyordu. Bundan inanılmaz bir haz alan Defne, gecenin en karanlık olduğu an uyanıyor, kendi hayatının o en karanlık dönemini hatırlıyordu. Sonrasında güneşin usulca doğup aynı anda bütün şehri aydınlatması bu insanların bi anda hayatına girip onu baştan ayağa aydınlatmasına benzetiyordu...
Yetimhanede büyümüştü.Bebekliğinden oraya bırakıldığı için belirli bi yaşa kadar dünyanın sadece oradan ibaret olduğunu sanıyordu. Orada onun ne istediğinin hiçbir önemi yoktu. Sadece bir takım büyükler birşeyler ister, çocuklar da yerine getirirdi. Aksi halde olacaklardan korkulurdu. Onların belirlediği saatte yatılır, belirledikleri saatte kalkılır, belirledikleri saatte yemek yenir, dışarı çıkılır, oynanır, içeri girilir... Yapılacak birşey saatinde yapılmazsa bunun bir dahaki saatine kadar yapılması asla mümkün değildi. Mesela yemek saatinde yemek yemeyen bir dahaki yemek saatine kadar böyle bir talebte bile bulunamazdı. Oradaki insanlar sanki kötülükten başka seçenekleri yokmuş gibi davranıyorlardı. Çocuklar için iyi insanlar ara sıra onları ziyarete gelip oyuncak, şeker vs.. dağıtan ve bazen aralarından birini alıp giden ailelerden ibaretti. Defne de diğer çocuklar gibi her gelen ailenin gözünün içine bakıyor ' belki beni alıp götürürler ' diye ümit ediyordu. Okula başladığında öğretmenini tanıdıktan sonra aslında şu dünyada birçok iyi insanın olduğunu anlamıştı. Bu sevgi dolu insan onu gerçekten seviyor, değer veriyor ve bunu ona hissettiriyordu. Defne onu ara sıra yetimhaneye gelen insanlara benzetiyordu. Birgün kendi kendine şöyle düşündü; 'demek ki insan öğretmen olunca iyi biri oluyor ve yetimhaneye gelen o insanlar da öğretmen.. orada çalışanlar ise öğretmen olmadıkları için böyle kötüler. Yazık, keşke onlar da öğretmen olsaymış.' Defne bunu düşündüğünde büyüdükten sonra öğretmen olmaya karar vermişti. Zira kötü bi insan olmaya niyeti yoktu...
Hayatı sadece yetimhane ve okuldan ibaret olan bir çocuğun bu şekilde düşünmesi gayet doğaldır. Çok geçmeden iyiliğin öğretmenlikte saklı olmadığını öğrenecektir elbette. Ama herşeye rağmen en büyük hayali büyüdüğünde bir öğretmen olmak olacaktır...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ruh-efza
FantasyDüşünerek Değil, Yaşayarak Yazıyor İnsan... Biraz yaşanmışlık, biraz da hayal gücü. Umarım beğenirsiniz . . .