BÖLÜM ŞARKISI: MELANIE MARTINEZ – DOLLHOUSE
Polis arabasının içine bindiğim an burnuma sıcaktan haşlanmış deri ve plastik kokusunun rahatsız edici karışımı doldu. Tuhaf adam dışında kimsenin beni görmemesini umarak ve kokuyu yok saymaya çalışarak başımı önüme eğip ellerimin arasına aldım. Benden kısa bir süre sonra polis memuru da arabaya binip, motoru çalıştırdı. Bir yandan kafamı kaldırmak istemiyor, diğer yandan içim içimi yediği için polis memuru ile konuşmak istiyordum. Araba hareket ettikten bir süre sonra, bizim sokağı geçtiğinden emin olarak kafamı kaldırdım. "Bir şey sorabilir miyim acaba?" dedim kaşlarımı çatarak. Dikiz aynasından bana tek kaşını kaldırarak bakıp "Söylemem gereken her şeyi söyledim ben, gerisini merkezde dinlersiniz" dedi. Ellerimle önümdeki iki koltuktan destek alarak başımı öne doğru uzatım. Haddinden fazla laubali ve geveze olduğu her halinden belli olan polise bir umut "Ama çok saçma" diye bir iş attım. "Yani kelepçe falan takmadınız, yasak olmasına rağmen şikâyetçi olanın kim olduğunu söylediniz. Hem... "
Arabayı ani bir fren ile durdurdu. Az kalsın kafam kopuyordu. Polis memuru arabadan inerken acıyan boynumu tutarak geriye yaslandım. Arka kapıyı açıp "O zaman kelepçeni takalım" dedi. Arabadan çıkarmadan kollarımı tutup dizlerimin üstünde birleştirdi ve bileklerime kelepçeyi geçirdi. Kaşlarımı çatmaktan alnımda sekiz kat kırışıklık oluştuğuna emindim o an. "Ya şaka yaptım memur bey, ne gerek vardı şimdi buna?!" Beni umursamadan kapımı kapatıp, tekrar şoför koltuğuna geçti. Başka bir şey demeden derin bir nefes alıp gözlerimi kapattım ve sırtımı geriye yasladım. Neden biranda o kadar sinirlendiğine anlam veremiyordum. Sadece boş atmıştım altı üstü. Hiç de sinirlenecek birine benzemiyordu hâlbuki diye geçirdim içimden. Bu davranışı başta çizdiği profile o kadar uyumsuzdu ki kafamın üzerinde bir ampul yanmış gibi gözlerimi aniden kocaman açtım. Kafamı kopma riskini göze alarak yine ön koltukların arasından uzattım. Gözlerimi kısarak "İyi polis misiniz kötü polis mi? Yoksa rolünüzde bugda mı kaldınız memur bey?" diye sordum. Gözlerini becerebildiği kadar yana çevirip bana baktı. "Ne demek istiyorsun?"
"Gerçek bir polis değilsiniz değil mi?" diye diklendim risk alarak. Tuhaf adamın bana bir uçak olarak yolladığı o sayfadaki paragrafta sahte bir polise gönderme yapar gibi 'birazdan gerçek iki polis gelip sizi götürecek' yazıyordu. Tuhaf adamın her şeyi o paragrafa göre ayarladığına inanıp –ki katil ve benim kişiliğimi çok iyi bir yere bağlamıştı- sesimi müthiş bir özgüvenle yükselttim. "Tuhaf adamın tuttuğu sahte bir polissiniz siz, değil mi?!"
"Bağırma lan kulağımın dibinde! Yemin ederim seni üç gün aç nezarethanede bekletirim ha!"
Kulağının dibinde küçük bir çığlık attım. "Aaaa! Yetişin komşular sahte polis beni kaçırıyor! Evindeki mahzende tuhaf adamla birlikte beni öldürüp kanlı fantezilerine alet edecekler!" Geri yaslanıp popomla arabanın camına doğru kaydım. Yüzümü araba camına yapıştırıp "Yardım ediiiiin!" diye bağırdım. Buharlanan araba camını dudağımla silip yüzümü görecekleri duruma getirdim. Sahte olduğundan şüphelendiğim polis memuru ise kendi kendine sabır diliyor ve susmanı söylüyordu. Ama ben asla durmuyordum. Sokakta kimseyi göremeyince pes edip kafamı yukarı kaldırıp dua etmeye başladım. "Allah'ım yardım et sen bana! Biliyorum pek sık dua etmiyorum, işim düşünce ama... Vallahi söz bundan sonra düzeleceğim! Biliyordum karşımdaki adam süper azılı manyak bir seri katil ve ben bu cinayet romanı işlerini bırakayım ve doğru yolu bulayım diye senin tarafından yollandı. Ama ben anlamadım Allah'ım ne olur beni kurtar söz romanı da bırakıyorum, kötü alışkanlıklarımı da... Ama sadece arada likörlü çikolata yerim, ona dayana-" Polis memurunun sert freni ile kafam ön koltuğa çarptı. "Yemin ederim çarpıldım..." diye mırıldandım kelepçeli ellerimi alnıma değdirip. Solumdaki kapı açıldı birden. Kalbim küt küt atmaya başladı. İş tiyatrodan çok tehlikeli bir yere gidiyordu sanki. İçimden her şeyin tuhaf adamın başından beri yaptığı gibi komik olmayan bir şaka olduğumu umarak kafamı kapıya çevirdim. Polis memuru sinirle kolumdan tutup dışarı çıkardı beni. Sinirini yutmaya çalışır gibi rahatsız edici bir sakinlikle konuştu. "Geldik..."
Evet. Geldiğimiz gerçekten de polis merkeziydi. İçimden tuhaf adam saçma oyununda prodüksiyonu bu kadar abartmış mıdır acaba diye geçirdim. Sonra kendi soruma kendim sinirlendim. Belki de yapmak istediği buydu. Gerçek ve roman arasındaki ayrımı yapamayıp böyle rezil olmamı istemişti, kim bilir. Belki de sadece basit bir eşek şakasıydı, detaylı bile düşünmemişti. Emin olmadım.
İçeri girdiğimizde bizi siyahlar içinde bir adam karşıladı. Beni hoyratça sürüyken üniformalı polise kızgın bir bakış atıp beni elinden aldı. "Sen gidebilirsin Cengiz" dedi ufak bir işaret yaparak. Adının Cengiz olduğunu öğrendiğim dengesiz polis memuru uzaklaştığı an kolumu bıraktı. Bir adım atarak önüme geçip, "İyisiniz değil mi?" diye sordu. Başımı hafifçe sallayıp "Gecenin bir köründe saçma sapan bir sebepten koluna kelepçe takılıp polis merkezine getirilen bir genç kadın ne kadar iyi ise, ben de o kadar iyiyim" dedim. Hafifçe gülümsedi. Eliyle uzun koridoru işaret edip "Bu taraftan..." dedi. "Sorgulama esnasında her şey netleşecek." Her ne kadar sorgu kelimesi kalbimi endişe ile hızlandırsa da, adamın dediğini yapıp yürümeye başladım. Hiçbir şey anlamadan, hiçbir şeyi anlamlandıramadan ve hiçbir şey tahmin dahi edemeden...
***
Sorgu odasına girdiğimiz an, gerginliğim iyice arttı. Daha önce defalarca romanımda tasvir ettiğim oda, tasvirlerimi gölgede bırakacak kadar soğuktu. Bileklerimdeki kelepçeyi ben daha sandalyeye oturur oturmaz çözdü yüksek mertebeli bir polis odluğunu anladığım genç adam. Yüzümü o an orada olmaktan ne kadar rahatsız olduğumu belli edecek şekilde buruşturup, bileklerimi ovuşturmaya başladım. Karşımdaki sandalyeye büyük bir sakinlikle oturan adam, bileklerimi işaret ederek "En fazla beş dakikadır bileğinde. Biraz abartmıyor musun?" diye sordu. O ana kadar yüzüne bakamadığım adam ile göz göze geldik. Kısacık saçları, kemikli yüz hatları ve esmer teni ile sert; hafif etli alt dudağı ve açık kahve göz rengi ile naif bir görüntü çiziyordu. Yaşı otuzdan fazla olamazdı. Belki yirmilerinin sonlarındaydı. Ben ona cevap vermek yerine, kaşlarımı çatarak yüzüne baktığım için sırtını geriye yaslayıp ellerini göğsünde birleştirdi. "Bir cinayet işlendi..." İki elimi yumruk yaparak dizlerime vurdum hafifçe. "Ben hiçbir şey yapmadım ya... Ne cinayetten haberim var, ne de başka bir şeyden... Ne olur bırakın gideyim! Tuzak bu tuzak! Asıl karşı komşum psikozlu bir katil! Suçu üstüme yıkmak için oyun oynadı bana!"
Adam bir elini hafifçe yumruk yaparak ağzına götürdü ve kıkırdadı. "Demek karşı komşunuz katil, öyle mi?"
"Evet," dedim karnımı masaya dayayarak. Kafamı olabildiğince öne atıp, "Bak arat Google'dan... Adım Yuşa... Yuşa Yılmazer. Ünlü yazar Eşref Orhan Yılmazer'in kızıyım. Babamın yolundan gitmek için uzunca bir süredir eve kapattım kendimi. Romanımı yazmak dışında hiçbir insani aktivitede bile bulunmuyorum. Nasıl adam öldüreyim ki? Öldürmem ben kimseyi!" Gözlerini gözlerime kenetleyip tek kaşını kaldırdı. "Ne tür bir roman yazıyorsunuz?" diye sordu.
Hafifçe öksürüp, gözlerimi kaçırdım. "Polisiye..." dedim olabildiğince kısık bir ses ile. "Duyamadım?" dedi bilerek. "Polisiye!" diye bağırdım. "Her polisiye yazan katil mi olmalı?"
Adam ellerini iki yana açarak, "Hayır canım, öyle bir şey söylemedim ben" dedi. "Sadece..."
"Sadece?"
Konuyu değiştirmek ister gibi, tekrar kollarını göğsünde birleştirip yüzüne meraklı bir ifade yerleştirdi. "Romanınız... Tam olarak konusu ne, biraz bahsedebilir misin bana?"
"Çıkınca okursun" diye homurdandım. "Avukatımı istiyorum!" Ayağa kalktı adam. Benim gergin halimin aksine, o oldukça sakindi. "İyi polis, kötü polis, manyak polis... Rolünüz ne bilmiyorum ama, beni birkaç dakikada daha burada tutarsanız ben kötü taraf olacağım!" Adam, bana 'ateş olsan neren kadar yer yakacaksın, pasaklı pijamalı kız' der gibi küçümseyerek baktı. Ses tonumu alçaltıp, "Bence siz iyi polissiniz..." dedim kedi gibi. "Lütfen bırakın beni ya... Ocakta yemeğim vardı."
Hayal kırıklığına uğramış gibi, "Gerçekten buradan çıkabilmek için bula bula bunu mu buldun?" diye sordu sitemle. "Kızım hani yazardın sen? Hani zekiydin? Çirkef ve pasaklı bir kızdan başka bir şey görmüyorum karşımda!"
Şaşırarak gözlerimi kırpıştırmaya başladım. "Ne demek istiyorsunuz?"
Genç adam, ellerini masaya sertçe vurarak yüzünü yüzüme yaklaştırdı. O bana yaklaştıkça ben biraz geriye kaçsam da fayda etmedi. Aramızda birkaç santim kala "Buradan çıkmak için bana tek bir şey söyle" dedi. Bir süre gözlerinin içine baktım.
Benden, zekice bir cevap istiyordu. Derin bir nefes alıp, dudaklarımı araladım ve "Bırakın gideyim..." dedim.
Tabii, bırakmadı.
Bana acıyan gözlerle baktıktan sonra dişlerini sıkarak, "Romanında," dedi. "İlk cinayet nasıldı?"
"Bunun ne önemi var ki?" dedim ağlamaklı bir ses tonuyla.
"Birkaç kişiye anlatmışsınız zaten, bilen biliyor... Hala rica ediyorken, söyle istersen!"
Pes edip, "Yaşlı bir adam..." dedim, konuşurken sesim titriyordu. "Evinde ölü bulunuyordu. Elinde ısırılmış bir elmayla. Banyoda... "
Siyahlı adam ağlamak üzere olan benim üzerimden gözlerini çekip, bir adım geri çıktı. Cebinden bir fotoğraf çıkarıp, masanın üzerine koydu. "Bak..." dedi. "İki mahalle ötende işlenmiş olan cinayet." Korkarak gözlerimi adamın masaya bıraktığı fotoğrafa çevirdim. Göz bebeklerime, fotoğraftaki kare düştüğü an, göğsüm yerinden çıkacak gibi oldu.
Fotoğrafta banyoda yarı çıplak yaşlı bir adam vardı. Kanlar içindeydi. Elinde ise bir elma...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
ELMAYI PRENS YEDİ
Teen FictionPolisiye roman yazmak için kendini tüm dünyadan soyutlayan bir kız, bir gün karşısındaki apartman dairesine taşınan fazlasıyla tuhaf olan adamdan ilhamla bir dedektif karakter yaratır ve bu sebeple adamı her gün izlemeye başlar. Ve bu, peşinden fazl...