Bordo perdenin hafif açık kalmış kısmından içeri giren güneş ışıkları göz altı torbacıklarımı yakarken iç çektim. Hayatımda gördüğüm en rahat yatakta yatıyordum fakat bu bile bedenimi rahatlatmaya yetmiyordu. Geceden kalmaydım ve hep gecede kalmayı dilerdim. Zaman ilerliyordu ve ben uçurumun ucuna yavaş adımlarla yaklaşıyordum. Tanıştığımız günden sevgili olduğumuz güne kadar olan zaman aralığında grubun verdiği tek konser bu akşamdı ve ben gelmemesi daha çok mümkünken bile damarlarımda stresten bol başka bir şey bulundurmuyordum.
Hafifçe esnedikten sonra yatağın ince kumaştan yapılmış pikesinin üstünde telefonumu aradım. Bulamamanın verdiği hayal kırıklığı ile yüzümü buruşturarak oturur pozisyona geçtim ve sırtımı koyu kahverengi yatak başlığına yasladım. Odanın içi tahmin ettiğimden de kötüydü. Yerlerde damlamış koyu şarap izleri, kırılmış bir bardak, devrilmiş bir sandalye, yataktan sarkan pikenin üstündeki ayakkabılarım ve şifonyerin üstündeki telefonum. Belki bir enkaz değildi fakat sahibi olmadığım bir odayı bu kadar iğrenç hale sokmakta benim tarzım değildi.
Yataktan kalkar kalkmaz şarap lekelerine basmamaya çalışarak şifonyere ilerlemeye çalıştım. Fakat şarap lekeleri beni rahat bıraksa da ayağımdaki diken benzeri sızıyla farklı bir şeyin beni yakaladığını farkettim. Şifonyerin önüne düşmüş sandalyeyi kaldırıp oturdum ve ayağımı inceledim. Kırılmış bardak parçalarını etrafa saçmıştı anlaşılan. İnce parçayı ayağımdan sirkeledim ve daha büyük parçaların ayağıma denk gelmemesi için şifonyerin altındaki bölmede bulunan otel terliklerini giydim.
Ardından gözüm aynaya takıldı ve ben bir kez daha gerçeklerle yüzleşmek zorunda kaldım. Acı kendini sadece bir odada değil, yüzümde de hissettirmişti. Bulunduğum oda dağınık olabilirdi ama yüzüm bu dağınıklığın sadece odada olmadığını kanıtlıyordu. Dağılmıştım; bedenimle, yüzümle, ruhumla, kalbimle. Bugün kendimi toparlamanın en doğru zamanıydı çünkü hayat devam ediyordu ve bazı şeyleri aşmak için bugünden daha özel bir gün olamazdı.
Ya aşacaktım, daha farklı bir şekilde alışacaktım, ya da hırçın dalgalar beni daha da içine çekecekti.
Telefonumu elime aldığımda konserin başlamasına 2 saat kaldığını gördüm. Büyük ihtimalle kalabalık çoktan toplanmaya başlamıştı fakat benim için acele etmemi gerektirecek hiçbir şey yoktu.
Dün geceden hazırladığım elbisemi üzerime geçirirken belki de ilk defa nasıl göründüğümü umursamıyordum. Gelmeyeceğinden emindim fakat yine de içimdeki bir ses hala bir umudu barındırdığını söylüyordu. Ben ise bu umudu yok etmeye çalışıyordum. Eğer onun gelme ihtimalini kafama yerleştirirsem gelmezdi. Çünkü hayat buydu. Ne hakkında umut besliyorsan ve neyin gerçekleşmesini tahmin ediyorsan onu acımasızca ayakkabısının ucuyla eziyordu. Hayat beklenmedik şeyler demekti. Beklersen, sadece beklerdin. Gerçekleşen bir şey olmazdı.
Tüm hazırlığımı bitirip konser alanına geldiğimde performansın başlamasına yarım saat vardı. Dışarıdaki kalabalık azalmıştı ve geri sayım sesleri buradan bile duyuluyordu.
İçeri girdiğimde kulağıma dolan müzik sesiyle gülümsedim. State Champs hala sahneye çıkmamıştı fakat ön sanatçı olarak çıkan kişi bile beni çoktan hayaller dünyasına sürüklemişti. Görevliye biletimi uzattığımda beni yönlendirmeye çalışmıştı fakat ortamın nostaljisine o kadar kapılmıştım ki adımlarımın kendi başına ilerlemesine izin verdim.
Her zaman bilet aldığımızda seçtiğimiz bir yer vardı. Tanıştığımız yer. Eğer sürekli o bölümden bilet almasaydık belki de o gelse bile onu görmem tamamen imkansızlaşırdı. Şimdi gerçekten benim geldiğim amaçla gelecek olsaydı oraya gelmeliydi. Bana sadece o 50-60 kişilik kalabalığın arasından onu bulmak düşüyordu.
Kendi yerimi bulup anfi sandalyelerine benzeyen sandalyeye oturdum. Ben oturduğum sırada State Champs sahneye erken bir giriş yapıp hayran çığlıkların fazlasıyla artmasına sebebiyet vermişti. İlk şarkılarını söylemeye hazırlanırlarken bende etrafa göz atıyordum. Kalbim olduğundan daha fazla atıyordu. Tüm duygularım doruk noktasına ulaşmışlardı. Sevgi, hüzün, korku, heyecan. Tüm duygularım kesin anlamıyla zirvedeydi ve birbirlerine karışmışlardı. Midem bulandı ve karnıma bir ağrı girdi. Yüzümü buruşturup kendi kendime mırıldandım. "Seni rahatlatacak şeyler düşün, sakin ol, bugün de bitecek." Gitarın sesi tüm salonu inletirken melodinin ses tonu git gide yükseliyordu ve bu da midemin daha da çok kalkmasına sebep oluyordu.
Justin çığlık atıp gülerken ben de vücudumda yükselen adrenalini sabitlemeye çalışıyordum. "Kes şunu Justin." Justin kahkahasını daha da fazlaştırdı ve yüzüme baktı. "İnanamıyorum, minik kuş korkuyormuş." Bakışlarına karşılık verip kaşlarımı daha da fazla çattım. "Yemin ederim, şuradan bir inelim seni öldüreceğim," dedim sanki dünyadaki en kötü insanmış gibi. Önüme baktığımda hız treninin git gide yükseldiğini ve birazdan aşağı doğru kayacağını farkettim. Yanımda oturan Justin'in elini aradım ve bulduğumda sımsıkı tuttum. "Justin, korkuyorum." Sıktığım parmaklarını elimden uzaklaştırdı ve sonra yeniden yakınlaştırıp parmaklarımı parmaklarının arasından geçirdi. "Sadece çığlık at sevgilim, bırak korku içinde kalmasın." Yeniden gözlerimi onun yüzüne çevirdim ve ellerini daha da sıktım. "Justin-"
Hız treni birden aşağı doğru yol almıştı ve yüzümün önünde hızdan dolayı her yere dağılmış saçlarım nefes almamı daha da zorlaştırıyordu. Tüm adrenalin boğazımdan aşağı kayarken yüzüm kıpkırmızı olmuştu ve ağzımı açıp çığlık atmaya çalıştığımda ise nefes bile o dudaklardan dökülmüyordu. "Elena, Elena çığlık at." Kulaklarıma Justin'in sesi dolarken bir heykel gibiydim. Aşağıya düşmeye devam ediyorduk fakat ben bir robot gibi bomboş önüme bakıyor ve tüm korkunun içime akmasına izin veriyordum. "Elena!" Yüzümün morarmaya geçtiğini hissederken Justin tuttuğu eliyle beni kendine çevirdi ve dudaklarını dudaklarıma bastırarak bana nefes verdi. Verdiği destek ile ağzımdan içeriye hava dolmuştu ve göğsüm mücadeleden yeni çıkmış bir savaşçı misali hızla inip kalkıyordu. Bir anda ilerlediğimiz yer düzleştiğinde tehlikeyi atlattığımı farkettim ve Justin'e sarıldım. "Justin, ben, yapamadım." Terden yüzüme yapışmış saçlarımı arkaya attı ve konuştu. "Eğer bir gün sana nefes vermek için yanında olmazsam, çığlık at. Bırak içinde biriken tüm şeyi hava alıp götürsün."
Hatırladığım anıyla derin bir nefes alıp sandalyeden kalktım ve tutunmak için bulunan direklere yöneldim. İçimde bir sürü şey birikmişti, evet. Fakat bunun alıp götürecek, şuan en çok ihtiyacım olan kişi yoktu ve ben kendi kendimle baş başaydım. Direkleri daha fazla sıktım ve dudaklarımdan kelimelerin arkasına saklanan acının dışarıya dökülmesine izin verdim.
"Sizi seviyorum!" Sana çok ihtiyacım var.
Göz yaşlarım gözlerimden çıkıp tenimle buluşurken çığlık atmaya devam ettim. Acımı kimse duymuyordu, belki çığlıklarımı bile farkeden kimse yoktu fakat ben paramparçaydım ve her çığlık bir kırığın üstüne yara bandı yapıştırıyordu. Yara bandı yarayı iyileştirmezdi fakat saklardı. Belki de buna ihtiyacım vardı.
Göz yaşlarım kesikleşirken derin bir nefes alıp altımdaki kalabalığı inceledim. Yorulmuştum ve nefes alışverişlerimi düzenlemem gerekiyordu. Tam nefesim kontolü benim elime bırakmıştı ki birden kontrolün elimden tamamen kopmasını sağlayan sesi duydum.
"Elena?"
I need you the most.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
where are you now | jb
Fanfiction"Kalplerimiz yavaşlıyordu ama biz dayanıklıydık." SD için.