I
Kıpçak obası, dağlarda gün sökerken karanlık yerini ağır ağır aydınlığa bırakıyor, her yönde kilometrelerce uzanıyordu. Geniş yurt çadırları göz alabildiğince her tarafı kaplıyor, üzerlerinde yemek yapılan ateşler zemini aydınlatıyordu. Dahası koyun, keçi ve at sürüleri açlıklarını bastırmak için otlaklarda geziyorlardı.
Yüzünü kuzey rüzgârlarına çevirdi. Soğuk yanaklarını kesiyordu. Karla kaplı doruklar buzulumsu bir maviliğe bürünmüştü. Kırağı tutmuş topraklarda kendi göçebe boyunun yurtları kafa kafaya vermiş koyunları andırıyordu. Bir türlü bitmeyen kış aylarında düzlükte en ufak bir kımıltı olmazdı. Toprak buza dönüşürdü. Dağın tepelerinde sessizlikle baş başa kalırlardı.
Tam tepelerinde bir şahinin çığlık attığını duyunca bakışlarını göğe çevirdi. Kuş kanatlarını rüzgâra karşı çırpıp duruyordu. Kuşun çığlıkları içinde ürkek bir kuşku uyandırdı. Gözlerini boylu boyunca uzanan otlaklara dikti. Yurtların oluşturduğu geniş kentin yukarılarında toprak rengi dağlar yer yer dik ve derin kayalıklarla kesiliyordu. Daha yukarıdaki yamaçları yer yer taş yığınları, bodur ağaçlar kaplıyordu. Yurtları buzulumsu ve karanlık bir gölü çevrelemekteydi.
Esen yelin ardında deli taylar, obanın sıradanlığın farklı, endişeli, kaygılı bir havaya bıraktı. Atların kişnemeleri hayra alamet değildi. Otağın önünde annesinin hemen yanı başında duran mavi gözlü çocuk annesinin yemeği bırakıp kaygıyla etrafını seyredişini izledi. Başını çevirerek hiç ses çıkarmayan bronzlaşmış yüzlerden oluşan kalabalığa baktı. Gözlerini kalabalığın baktığı yöne doğru çevirdi. Üzerleri karla kaplı, toprak rengi dağlara doğru yurtlarının ilerisindeki düzlükte, toplanmış bir karartının arasından dört nala bir koşuşturma başlamıştı.
Ocağın dumanının dinginliğini, ateşin sükunetinin yerini bir atlının hunharca sesleri dağıttı. Dağlardaki sessizliğin yerini bir anda gözleri korkudan şaşı bakan insanların çığlıkları bastırdı. Yaralıların çığlıkları ve rüzgarın uğultusu birbirine karışıyor, atların nalları arasında eziliyordu. Savaşın kararan kanatlarından gelen ölümden kaçamıyorlardı. Atlar homurdanarak dizleri üzerine devriliyor, burun deliklerinden kanlar fışkırıyordu. Ölü adamlar kuru yapraklar gibi dökülüyordu. Kadın ve çocukların bağrışları semayı titretiyordu.
Bir Tatar topuklarını atının sağrılarına gömdü ve hayvan ileriye doğru atıldı. Kalabalıktan sıyrılarak otağlar arasına daldı. Düzensiz ve ivedi hareketlerle sağa sola saldırarak kinini ve nefretini üzerlerine salıyordu. Bir an bakışlarını kadınlara çevirdi. Soğuk yüzlerindeki korkunç ifadeler kesişti.
Düz yuvarlak yüzlü, yukarı kalkık burunlu, başı tamamıyla kazınmış yalnız alnında bir tutam saç olan Tatarın çekik gözleri kısıklaştı. Dudakları arasından çirkin bir sırıtma belirdi. Hunharca sesler çıkararak üzerlerine yürüdü.
Çocuk, dermansız gözlerle annesine baktı. Bengü ne yaptığının farkında olmadan ocağın ucunda yanan odunu aldı ve telaşla üzerine doğru saldırdı. Tatar yana bir kavis çizerek sıyrıldı. Kılıcı tek bir hamleyle havayı yardı. Annesinin başı omuzları üzerinden düşüverdi. Eli yüzü saçılan kanlarla bulanmış yüreğini kesiyordu. Gözlerinde mavimsi çığlıklar yudumluyor, donuk gözlerle akan kana zulme aldırmaksızın öylece duruyordu. Biraz sonra yakıp yıkılmış bir bozkırın üzerinde, birkaç kıl çadırın ardında gözleri, atın bineğinde bir Moğol efsunu izlemekteydi. O artık zalim ve katil bir kavmin boyunduruğunda, yurdundan alıkoyuluyordu...
***
Moğollar çadırların bulunduğu yerden güneye doğru atlarıyla yola koyuldular. Doğan güneş sapsarı bakır bir madeni parayı andırıyordu. Hava buz gibiydi. İnsanın burnunu, dudaklarını sızlatıyordu. Ciğerlerine işliyordu. Daha sonra güneşin batımına doğru yöneldiler. Aralarında Müslüman tüccarların da bulunduğu bir dünyaya girdiler.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
AYBARS (BAYBARS)
Historical FictionİSLAMİYET'İN BİR DÖNÜM NOKTASI OLAN AYN CALUT SAVAŞINDA, DESTANSI BİR KAHRAMANA, BİR KÖLE, BİR MÜCAHİT, BİR SULTAN, AYBARS... iskenderiye kitap