YABANCI

5.7K 73 75
                                    

Quae nocent docent.
(Yaralayan şey öğreticidir.)

Ve cehennem ateşe susadı.

Sonsuz karanlığın ruhlarına dökülen irinler, ızdıraplı hayatların kan kırmızı kâbuslarına bela olurken, ruhların işkenceli iniltileri alevleri titretti.

Karanlık.

Çığlıklar, alevlerle beslenen günahları koynunda şeytana satarken, aslında bu kumara karışan hileler ve gizli yeraltı suçları, toprağın lanetine kavuşmuştu. Geriye dökülen, hazan vakti yağmurlar ise o günün zillet anında yeniden yeniden başa sarıyordu illet geceleri.

Yağmur damlaları, dövdüğü kaldırım taşlarının üzerinde kara kara lekeler bırakırken, genç adam elindeki bandaja baktı, usulca. Ciğerleri ağır ağır aldığı yeni soluğu hücrelerine pay ederken gözlerinde ve zihninden ağır bir buğu, fikirlerinde yeniden tekerrür eden o sahne vardı.

Düşmanın ölüm sahnesi.

Gece, kasvetine kasvet katarken, sancılı ve ızdıraplı düşünceleri belleğinin içinde türlü türlü işkenceler doğuran tek bir dava uğruna inadına yaşamış bir, düşmandı. Bakışlarını kaldırdı usulca. Gecenin soğuk havası yağan yağmur ile bir nebze ılıklaşmış, ışıkların zar zor aydınlattığı mermerler tıpkı bir kristal gibi parlıyordu.

Baktı.

Sert mizacı kılıfına göre uymuşken aslında onu ürkütücü kılan bu değildi. Omuzlarındaki günahlar ona ağırlık yapıyordu. Ve o... bunun farkındaydı. Biliyordu. Kaç gece aldığı günahların ardındaki derin soluklanışı, kaç gece sessiz çığlıkların ardındaki gür nidaları o, hissetmiyor muydu?

Kaşları, peşine düştüğü kişiyi görmesiyle daha çok çatılırken kafasına taktığı siyah şapkasının üzerine siyah kapüşonlusunu geçirdi. Saatine baktı.

00:00.

Karanlık gece, sokak lambalarının ışıltıları ile renk bulurken düşman, kurbanının kan kokusunu almıştı bile. Onun izinden yürüyordu. Aydınlığa yakışmayan, karanlığa ağır gelen bir kasveti, bir buhranı vardı, düşmanın. Simsiyah görümünün altında onu aydınlatan tek şey, lacivert gözleri idi. Sıkı sıkıya tuttuğu silahı aslında zamansız bir esrarın içindeki kitap karakterini anlatıyor oluşuydu.

Sahi, ne ara bu kadar sert olmuştu?

Gün, karanlıktı. Saatler ilerliyordu. Gece bulutsu bir neznin cehenneminde iğfal edilen seslere ses olurken düşman, hâlâ avının peşinde dümdüz arşınlıyordu yolları. Soluklandı. Parmak boğumları temas ettiği bandajın pürüzlü yüzeyine değerken dişlerini usulca gıcırdattı. Amacı avını korkutmamaktı. Kanı fokurdadı bir anda. Damarları inleyen seslerin acılı isyanlarına şahit olurken, yeryüzüne düşen herbir ağıt onun hırsla sıktığı dolgun dudaklarında mühürlüydü.

Yürüdü.

Kelimlerinin üzerine basa basa çığlıkların uğultusunda sükûnete gebe kalan gölgelerin istilasından kurtulmak adına yürüdü. Issız sokaklar, kelimelerin dar kafesine dahi sığmazken o nasıl olur da demir parmaklıkların ardına atılabilirdi?

İsimsiz sokaklar, dar patika yolların ara sokaklarındaki sahipsiz yuvaların yoluna yoldaşlık ediyordu. Kum saatinin taneleri tek tek ilerlerken hastalıklı düşünceler, gölge oluşturduğu zihninden atılmamıştı. Hâlâ çınlamaya kulaklarındaki pası silmeyi o kadar çok istemişti ki avuçiçindeki yaranın emaresini bile umursamamıştı.

Bir kere daha sıktı sıkı yumruğunun kuvvetini katmerlendirerek.

Bir kere daha.

Bir kere daha.

Ve bir kere daha.

Sızlayan çenesi ve kısık bakan gözleri onun güzel yüzünde gölgelerin en güzelini oluştururken aslında kendisinin bile gizlediği bir çığlık vardı içinde.

Avuçlarına sığmayan ve duruşunun aksine virân olan içinden gizlediği koca bir vaveyla.

Sonra gece oldu.

Karanlık çöktü.

Ve gök yeniden yarıldı.

Düşman işte o zaman gördü, avının kızıl gözlerini. Gece vakti ölen bir güneş, şafak vakti yeniden doğan kızıl bir karanlık gibiydi, onun gözleri.

Şafak kızılı kan kırmızı gözleri.

Ve son kez inledi yer gök. Ve çığlık bir kez daha büyüdü fütursuzca.

YABANCIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin