Yerel bir gazetenin genç muhabiriydim. Onu ilk kez, yakın beldede bir çay bahçesinin önündeki sahil yolunda, sünnet olacak bir çocuğun, beyaz at sırtında geçişini meraklı gözlerle izlerken gördüm. Süslenmiş atın sırtında gezinti, beldede gelenekten sayılıyordu. Küçük kız gözüme ilişiverince; sahil yolunda nal sesleriyle ilerleyen atı, üzerindeki çocuğu ve arkasındaki küçük kalabalığı birdenbire unutuverdim.
Kıvırcık siyah saçları, buğday teniyle pek dikkat çekmese de, ara sıra oturduğum masaya başını çevirdiğinde, yüzünde sevimli bir gülümseme, kara kaşlarının altındaki haleli gözlerinin içinde, pek de tanımlayamadığım bir hüzün vardı. Hüzün dikkat çekiciydi. Yedi- sekiz yaşlarındaki bu kız, babası ve annesi olduğunu düşündüğüm, iki kişiyle oturuyordu. Bir ara tanıdığım çay bahçesinin işletmecisine kim olduklarını sordum. Onların evli bir çift olduğunu söyledi. Bunun dışında bir şey bilmediğini söyledi.
Aradan günler geçti. Bir akşamüstü aynı çay bahçesindeydim. Sahil yolundan yürüyerek gelen aynı aile, içeri girerek yanımdaki masaya oturdu. İşte o küçük kız. Tam karşımda duruyordu. Bir gözüm körfezin maviliğine dalarken, diğer gözüm ister istemez kıvırcık saçlı küçük kıza takılıyordu. Kulağıma değen konuşmalarında farklı bir aksanı olduğunu anladım. Belki ileri bir düşünceydi ama anne ve babasına da pek benzemiyordu. Hele annesine hiç benzemiyordu. Daha önce gördüğüm gülümsemesi yüzünde asılı duruyordu. O hüzün dolu öfkeli gözlerse bakışlarında bir şeyi gizliyordu. Ama neyi?