İstanbul'dayım.
Yavaş yavaş kendime geliyordum. Hangi hastanedeyim bilmiyorum ama anlatacaklarımı hazırlamıştım bile. Hemşire koşarak doktoru çağırmaya gitti. Sağa sola baktığımda burasının bir hastane olduğunu anlayabilmiştim. Tıbbi teknolojisi yüzlerce yıldır bir adım bile ilerlememiş olsa da anladım.
Sanıyorum acil bölümünde değilim, bir odadayım ve karşımdaki yatakta sarışın, şu an derin bir uykuda olduğunu sandığım kız otuzlu yaşlarında olsa gerek. Artık hiçbir şeyden emin değilim.
Yatakta uzanmış şekilde doktorun gelmesini beklerken sağ ayak parmağında ılık rüzgarı hissederek odanın sağında bulunan camdan güneşin kollarını gördüm.
Hiç ses çıkarmadan ve kıpırdamadan iki saniyeliğine gezegendeki hayat dursa diye geçirdim zihnimden. Hiç kıpırdamadan insanların arasında kollarımı açarak gökyüzüne baksam, aklıma gelen tek şey şu olurdu diye düşündüm; her gün bir öncekinin döngüsü.
Yumuşak şeftaliyi ısırdığımda çenemden süzülüp göğsümün üzerine düşen nektar damlasının sıcaklığındaydı hava.
Kadıköy'den Kabataş'a geçen vapurdaydım son hatırladığımda. Martılara bakıyordum ve elimdeki poşette üç tane simit ile üst güverteye çıkarak vapurun kıç kısmına yürüdüm. Epey kalabalıktı ve köpükler saçarak titreye titreye hareket etti. Çok değil bundan sadece iki gün önce ne kadar da sakindi İstanbul diye geçti benliğimden. Martılar her simit parçasında biraz daha yaklaşıyordu bana. Vapur köpükler çıkartarak, denizi yararak Kabataş'a doğru ilerliyor ve bu arada martılar da pike çekerek bir parça daha simit umudu ile yapurun kıç kısmından kopan metal parçaları gibi iç içe geçerek takibi bırakmıyordu. İkinci simidin son parçasını iki parmağımın arasına alacak şekilde elimi uzattım. Erişkin bir martı ile gözgöze geldim ve bana doğru pike çekerek dalışa geçmiş, elimle fırlatmamı beklediği bol susamlı leziz parçacığa yönelmişti. Gittikçe yaklaştı ve tam simidi kapmaya yarım metre kala elimi birkaç santim daha yukarı kaldırıp simit parçasını havaya fırlatacakken kolum martıya çarptı. Martının gülüyormuşçasına ötüşleri arasında bir parça çığlık duyulmuştu, üstelik güvertede beni izleyen ufaklıklar ile diğer yolcular saniyenin bilmem kaçta biri hızında panikleyerek yerlerinden fırlayıp benim üst güverteden denize doğru çakılmama şahit olmuşlardı.
"Kız düştü" diye haykırdıklarını duyarken kulağıma dolan köpüklü suların üzerine değer değmez bayılmış ve gözümü şuanki hastanede açmıştım. Aslında düşmedim. bu tamamen planladığım birşeydi ve bunu sadece yazarak içimden söküp atabilirdim.
Odanın solunda bulunan kapı açıldı ve ellili yaşlarda olduğunu düşündüğüm doktor ve yanındaki genç, siyah saçlı hemşire içeri girdi.
- Merhaba Mira. Beni duyabiliyor musun? Kendinde misin?
diye söze girdi doktor bey.
- Evet.
dedim ve ağlamaya başladım. Hıçkırıklarımın arasına birkaç cümle sığdırmayı başarabilmişti.
- Burada ne arıyorum ben? Nasıl geldim? Sol kolum çok ağrıyor.
Yaklaşık 4 saattir baygın olduğum ve nöroloji haricindeki tüm test değerlerinin normal olduğunu öğrendim. Ailem yoldaymış. Birkaç konuşma baloncuğu patlattıktan sonra doktor şu kanıda emin olmuştu : kaza sonucu oluşan travmadan dolayı kısmi olarak hafızamın bir kısmı uçup gitmişti. Üzüldüm epey hıçkırarak. Aslında öyle gibi davrandım demem daha doğru olacaktır.
Heyecanlı bir şekilde odaya iki kişi girdi. Onları ilk kez çocukluğumdan hatırlıyorum. Kınalıada'da, dükkanının önünde akşama kadar ip atladığımız oymacılık yapan tatlı bir adamdı onlardan birisi. Diğeri ise adadaki tek ressam olan ve cinsaul, carignan ile grenache üzümlerinden yapılan o muazzam fransız şarabı gibi yıllandıkça güzelleşen tatlı kadın. Tahmin edeceğiniz üzere annem ve babam.
Seksekli yılların sonunda; İstanbul'un en küçük ve en tatlı, aynı zamanda uğrayan herkesin mutlaka yaşlanmak istediği bir adada güneşi minik tenimde hissetmiştim.
Adanın tepesindeki Hıristos Manastırı'nın arkasındaki siyah erik ağaçlarının altında tarardı rüzgar saçlarımı. Babamın Beyoğlu'ndan aldığı pembe ve sarı renkler ile bezenmiş walkman'de dinlediğim kasetler beni müziğin büyüsü ile çevrelemişti. Büyüyene kadar hep bir enstrüman çalmayı hayal etmiştim. Aslında liseyi amcamın öğretmenlik yaptığı Heybeliada'da okumasaydım ve bu müzikal ilgimi aileme tam anlamıyla aktarabilme cesaretini gösterebilseydim iyi bir müzisyen olarak gençliğini yaşayabilirdim. Fakat bunun aksine liseden sonra bilişim ile ilgili bir bölümü tamamlayarak, reklam ajanslarında dirsek çürütüyordum. Neden geçmiş kipi kullandığımı sorabilirsiniz. Şaşırmam.
Öğle yemeği için sağanak yağmur altında ajanstan çıkarak iş arkadaşlarım ile Levent'teki kule inşaatlarının yanından koşarak bir restorana adım atmak için hızla ilerlerken gözlerim karardı. Bir saniye sonra gözlerimi açtım. Boğaziçi Üniversitesi konservatuvarında elimde keman ile arkadaşlarıma eşlik ediyordum.
Annemin renkler ile dansından ilham alan ve istemeden de olsa renklerin büyüsünden her gün ikişer doz alan ben, henüz bu sabah global bir projenin arayüzünü çiziyordum. Öğle yemeğine çıkarken bir saniyeliğine elimde kemanı bulmuş; üstelik bu saniye kavramı saatlerdir aşılamayan bir engel gibi hayatımı mahvediyordu. Bir bakıma keşke dediğim tüm saniyeler benim olmuş gibi gözüküyor fakat bana ait değildi. Kayısı ağacının şeftaliyi meyve olarak vermesi gibi birşey bu, tadı ve şekli bakımından benzeyen ama gerçekliği sorgulanabilir düzeyde ortada olan bir durum.
Gözümü elimde keman ile konservatuvar dersliklerinden birinde açtığımda tiz bir nota ile çalışmayı bölmüş olmalıyım ki yanımdaki çalışma arkadaşlarım iğrenç bakışlarını bana yönelterek aniden yavaşlayan bir ritm ile çalmayı bıraktılar. Hoca olduğunu tahmin ettiğim; biraz yaşlı, kumral dalgalı saçları olan ve dik duruşlu bayan:
- Mira ne oldu? Birazdan ara vereceğiz ama istersen kenara oturup dinlenebilirsin canım. Bu arada kemanının akordunu kontrol edersin.
Hayatımda hiçbir kemana iki metreden fazla yaklaşmamış olan ben elimde keman ile bir kabusun pençesinde bulmuştum kendimi. Dudaklarımdan tek bir kelime dahi ağzımı terketmeden, başımı aşağıya hareketle onaylarak kenardaki sandalyelerden birisine oturdum.
Grup çalışmaya devam ederken şu sorunun cevabını arayıp durdum: burada ne arıyordum?
John Fante'ın şu sözü kulaklarımda bir o yana bir bu yana çarpıyordu: sakin ol evlat, yalnızlık bu, bir başınasın bu dünyada, ne baban ne annen, ne de inancın yardım edebilir sana.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Siyah Erik Ağacı
Sciencefiction"Öğle yemeği için sağanak yağmur altında ajanstan çıkarak iş arkadaşlarım ile Levent'teki kule inşaatlarının yanından koşarak bir restorana adım atmak için hızla ilerlerken gözlerim karardı. Bir saniye sonra gözlerimi açtım. Boğaziçi Üniversitesi ko...