☙
Güneş, ışıklarını kainatın uyanışına eşlik etmesi için yayıyordu evrenin dört bir yanına. Dünyanın onca zaman insanoğlundan sakladığı mahremiyeti, gül yaprakları gibi açılmıştı. Bir gündür aralıksız yol alan iki yolcu da nemi tahminen haftalar öncesinde yok olmuş toprağın üstüne bezenmiş okaliptus ağaçlarının arasından geçiyordu. Genç kızın açlıktan gözleri kararmıştı ki bu sebepten evrenin onlara sunduğu o güzel mahremiyeti fark edememişti. Trista bu hikayenin ikinci karakteri bile olmamasına karşın genç kızdan daha azimli bir şekilde devam ediyordu yoluna. İlerideki yokuşun yakınlarındaki şırıltı seslerini işittiklerinde açlıktan ve susuzluktan feri sönmüş gözleri parlamaya başlamıştı, yaşamak da bu değil miydi zaten? Trista can havliyle şırıltının kaynağına doğru koşmaya başladı. Bu şırıltının berrak bir dereye ait olduğunu anlamaları da uzun sürmemişti. Trista derenin kenarında durdu, genç kız atının semerinden indi olağan hızıyla boyu bir metreyi geçmeyen derenin serin sularına attı kendini. Trista mekanın güvenliğini ölçmek amacıyla bir yandan etrafı gözlüyor bir yandan da Roseanne'nin su içişini izliyordu o sırada dikenli çalılar ve yabani otlar bacaklarının kenarlarını sıyırarak kanatmıştı. Canının acısından çok sesli bir şekilde kişnemeye başladı. Roseanne ne olduğunu anlamak için Trista'nın bulunduğu alana baktı, masum ve güven veren bir gülümsemeyle onu çağırmayı denedi. "Güzelim korkacak bir şey yok, bak ben buradayım." Ellerini Trista'ya uzatarak söylemişti bunu, sesindeki yorgunluktan eser yoktu şimdi. Trista'nın bacaklarından başlayıp nallarına kadar devam eden kan pıhtılarından da haberi yoktu sadece bu yabancı mekanın onu ürküttüğünü düşünmüştü.
☙
Bir eliyle koyu yeşil paltosunu sırtlanırken diğer eliyle de şöminenin üstünde duran ok ve yayını kavradı. Büyük siyah botlarıyla ahşap zemini gıcırdatarak ilerledi ve kapının yanında duran su matarasını hızlı bir hamleyle kemerindeki bölmeye soktu. Çatlamış ve narinliğini yitirmiş elleriyle kapı tokmağını yavaşça çevirdi. Kapıyı açtığında onu bekleyen diğer grup arkadaşlarına ilişti gözleri.
İçlerinden biri kafasını öne uzatarak kapıp açan genç kıza küçümseyici bir imada bulundu. "Geç kaldın, üstüne üstlük botların tertemiz ve yüzünde yara izi bile yok. Bahse varım ki bu senin ilk avındır." Bu imaya yakışan pis bir kahkaha attı. Ekipteki kızlardan biri bu gence karşılık vermeye yeltendi. "Claey, bu genç arkadaşımız ekibe katılmadan önce tek başına avlanıyordu. Bize katılması için onu ben çağırdım ayrıca yüzünde bir yara izi olmaması işinde iyi olduğunun bir göstergesi." Az önce kahkaha atan genç çocuğun yüzü iki ton birden açılmıştı. Genç kız sözlerine devam etti. "Peki sen Claey? Bugünün sonunda yüzündeki kaçıncı yaraya merhem süreceksin? Şifacının dolabındaki malzemeleri üç dört günde bir yenilemek zorunda kalıyoruz, peki kimin yüzünden? Lider olabilirsin ama bu ekipte senden daha profesyonel kişilerin olduğunu kabullenmelisin." Genç çocuk bu sözlerin altında ezilmenin verdiği hissiyatla gözlerini ekibe yeni katılan kıza çevirdi. "Hata yapmanı sabırsızlıkla bekliyorum...okçu kız." Dedikten sonra bu sefer yüzünü Jenny'e çevirdi. "Ekibe ilk geldiğin günü hatırla, insan geldiği yeri unutmamalı değil mi? Jen?" Kafasını çevirdiği yönün ters istikametine doğru yönelerek ayağa kalktı bu sefer.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
WildfLover ㅣchaealisa
FanfictionSaç tellerinizde sakladığınız alevler, nasıl olur da eritmez göz pınarlarınızdaki kar tanelerini? ☙ Peki ya kalbinizdeki yaban çiçekleri, nasıl suluyorsunuz onları? ☙ "Toprağın kalbi, yirmi birinci yüzyılın ilk kardelenleri, nisan yağmurları, buğda...