1. The Day We Met

32 2 2
                                    


Mutsuz insanlar, en sevilen hikayelerin kahramanlarıdır, dinlemek istediğiniz fakat başınıza gelmesinden korktuğunuz heyecanlı deneyimlere sahiptirler çünkü. İlginçtirler her şeyden öte. Gözlerindeki o vahşi parıltıyı görebilirsiniz. Yaşam, dibi delik bir sandalda kürek çekmektir onlar için. Mutsuz olmak adına oldukça fazla sebebe sahiptirler, size mantıklı gelsin ya da gelmesin.  Onlar ki, ne olmamanız gerektiğinin baş yapıtlarıdırlar.

Yine de, etkilenmemek elde değildir işte.

_________

Onunla tanıştığımda on yedi yaşındaydım, o da olsa olsa yirmilerin ortasında. Yüzünde çürüklerle kapımızın önünde yatıyordu. Dün gece kötü bir rüya gördüğünü söyledi. Sabah gazete almaya çıktığında, askıntılık ettiği bir kasaba kızının abileri tarafından dövülmüştü ama dediğine göre rüyası, başına gelenlerden çok daha ilginçti, bu yüzden yediği dayakla ilgili sorular sormayı bırakmalıymışım.

Devasa bir yılan ve üzerine konmuş mavi bir kelebek görmüş. Yılanın gözünden izlemiş tüm rüyayı, kelebeğin kanatlarının çıtırtısını damağında hissedebilmek için kelebeği yeme hayalleri kurarken, doğan güneş gözlerini kamaştırmış. O engerek gözleri güneşe alışabildiği anda dev bir dalganın üzerine geldiğini fark etmiş. Kaçacak zamanı yokmuş, bu yüzden kelebek de yılan da oracıkta boğuluvermiş. Böyle bir saçmalık işte.

Açıkçası, rüya umurumda bile olmamıştı. Bu yüzden kibarca sonunu  bekleyip gözüne buz getirmek için mutfağa gittim. 

Yabancı birinin kapımızın önünde belirtmesi ve bana acayip rüyasını anlatması hiç mi hiç garip gelmemişti. Görüyorsunuz ya, İngiltere'nin doğusuna  yakın, fakir bir sahil kasabasında yaşıyorduk. Herkesin birbirini tanıdığı, yine de güvenli olmayan, her çeşit şey ile karşılaşabileceğiniz bir yerde. Dayak yemiş yabancı ve rüyası, iki gün önce aynı kapının önünde torunu tarafından bıçaklanan yaşlı kadından daha az tehlike içerikliydi.

Nitekim, adamın tehlikeli yanının yıllar içerisinde yavaş yavaş çıkacağını düşünememiştim on yedi yaşında iken.

Daha sonra salonumuzun koltuğunda marine edilmiş bir bonfile gibi yatan genç adamın, balıkçılıkla uğraşan babamın iş arkadaşlarından biri olduğu ortaya çıktı. Doğrusu, ben, babam, küçük kız kardeşim Sally ve abim Ryan'dan oluşan kendi çapındaki ailemiz içerisinde bu adama yabancı kalan tek kişiydim. Denilene göre, eve de ilk gelişi de değildi.

"Ernest güçlü, kuvvetli bir delikanlıdır, eminim karşıdakiler daha beter gözüküyordur!" demişti babam o tok sesiyle, akşam yemeğine kalmasına izin verdiği Ernest'ın tabağına patates püresinden dağ yaparken.

Ernest babama bakmadı, o coşkulu atmosfere uzak gözüküyordu ki, yalnızca tabağındaki yemeği eşeledi. Babam Ernest'ı seviyordu, abim Ernest'ı seviyordu... Okuma yazmayı yeni sökmüş küçük Sally bile seviyordu Ernest'i. Bense... Ernest'a, kavanozla yakaladığım bir çekirgeymişçesine dikkatle yaklaşma gereği duyuyordum. Garip bir havası vardı, omzularında dünyayı taşıyan Atlas idi  ama bunu sorumluluk hissiyatından değil, yapacak daha iyi işi olmadığından üstlenmişti sanki. Mutsuzdu, öyle günü kötü geçen mutsuzlardan değil, tam bir melankoli bağımlısı. Buna rağmen, gözlerinden rahatlıkla okuyabileceğiniz bir kibir, bir kendini beğenmişlik de mevcuttu. Ona güvenmiyordum. O neşeli aile ortamında bir Ernest bir de ben sessizdik. 

Kendisine yönlendirilen sorulara kısa kısa cevaplar veren genç adam, kısa süre sonra benim aykırılığımı fark etmişti ki, aniden diyebileceğim bir hızla başını kaldırıp doğrudan masanın öteki ucundaki bana baktı. Kafasının içindeki hangi şeytanlar ona bu komutu verdi merak ediyordum doğrusu.

"Adın ne?" diye sordu, kasabalımıza özgü yayvan aksanıyla. 

Ben sonradan ideal bir Londra aksanı edindiysem de, aynı yayvan aksanla cevap verdim.

"Cassandra."

Ağzındaki lokmayı uzun uzun çiğnedi. "Mitolojideki gibi mi?"

Mitolojiyi ne bileceksin sen, diye sormadım ama on yedilik zihnim bu cümleyi kurmakta diretiyordu. Onun yerine başımı salladım.

Berduş görünümlü serseri bir bilgeydi karşımdaki. Babam omzundan yakalayıp dostça sarstı bu kaldırım mühendisini.

"Bu oğlan devamlı kitap okur durur... Denizde kaldığımız uzun gecelerde mum ışında okur hatta! Sayfalarda ne buluyor anlamıyorum."

Babamın okuma yazması yoktu, hiç de ihtiyacı olmamıştı nesillerdir balıkçılıkla uğraşan bir ailenin ferdi olduğundan. Abim Ryan, onun gibi olmak istemiyordu ama onun da okuma yazma ile alakası olduğunu söyleyemem. Daha çok pub kenarlarında, gözümüzü yumup başımızı başka yöne çevirerek bilmiyormuş gibi davrandığımız bir takım işlerle meşguldü. Yasa dışı yollarla birilerini ülkeye sokuyor, sahte kimlikler hazırlıyor, kazandığı üç kuruşu da babama getiriyordu. Sally, bu işe yeni başladığı halde bıkmıştı şimdiden. Okuma yazma meselesine meraklı tek kişi bendim, bir de evi terk eden annemle ilgili dinlediğim hikayelere bakılırsa, o.

"Kimseyi söylediklerine inandıramayan güzel kahin... Bu sana uyuyor mu?" 

Ernest, masaya oturduğundan beri kimseyle ilgilenmemişti. Buna rağmen kapı eşiğinde bulduğum bu dayak yemiş köpek, benimle konuşmaya çalışıyordu. Belki sükunetimizin ortak kaderimiz olmasından... 

Mitolojideki Cassandra'dan bahsettiğini tahmin ederek omuz silktim. "Bilmiyorum, mitoloji pek benim alanım değil."

"Apollon ona aşık olur fakat Cassandra tarafından geri çevirilince kadını lanetler."

Sordum "Apollon güneş Tanrısı mıydı?"  

"Ve bilgelik," diye ekledi, şimdi konuşmak için çok daha hevesli gözüküyordu. 

Elinin tersiyle tabağını itip masanın öbür ucundaki üzüme uzanmıştı. Büsbütün kaba bir delikanlıydı Ernest. 

Avucuna doldurduğu üzümleri birer birer ağzına atarken devam etti kendisi hariç kimsenin ilgisini çekmeyen hikayesine.

"Truva işgali sırasında Athena'nın tapınağına saklanmış."

"Öyle mi?" dedim ama havadan sudan sohbetlere dönmek istiyordum artık ben de.

"Öyle. Ama sonrasında vahşice tecavüze uğramış."

Dondum. Gerçek anlamda. Böyle bir hikaye, böyle bir dil, böyle bir ortamda? O, Ernest, hiç etkilenmiş gibi gözükmüyordu gözlerini bana dikmiş üzümleri çiğnerken. Hatta o mutsuz gözlerin melankolisini, kuzu postu giymiş kurt misali üzerine geçirivermiş gibiydi kibir. Beni rahatsız etmeye çalışıyordu

Babama ve abime baktım. Kendi aralarındaki konuşmaya dalmışlardı, muhtemelen Ryan'a nutuk çektirmeye kaptırmıştı babam kendini.

Tekrar Ernest'a döndüm. "O halde bana uymuyor." dedim sakince. "Belki de adım Poseidon olmalıydı, böylece sandalın birinde uyuyakaldığın bir ara seni boğabilirdim."

Şansıma, babam ve abim bunu da duymamışlardı yoksa Ryan'dan sonra ikinci nutuk da benim için çekilirdi. Ama kurduğum cümle yalnızca küçük Sally'nin kaşlarının çatılmasına sebep olmuştu. Asıl sinirlenmesini beklediğim kişi ise, o hüzünlü çehresine tezat, hafifçe gülümsemişti. Hafifçe diyorum ama, belki de gülümseme namına gösterebileceği en iyi performanstı bu.

Eğleniyordu. Onun ne denli yırtıcı bir nihilist olduğunu ilk fark edişim de tanışmamızla aynı güne tekabül ediyordu. O tüy bitmemiş surattaki yumuşak gülümseme, kesinlikle iyiye işaret değildi. Zaaflardan, utançlardan keyif alıyordu. Ama akıllıydı, ah, o kadar akıllıydı ki ondan ne denli tiksinirsem tiksineyim, kasabamızın IQ seviyesini yükselttiğini de reddedemiyordum. 

Belki bu yüzden, kavanozumdaki bu çekirgeyi öldürmektense, kapağa delikler delip biraz daha etrafımda tutmaya karar vermiştim. Onu babam, abim ya da küçük kız kardeşim gibi saflık derecesinde bir naiflikle sevmiyordum. Hiç sevmiyordum hatta.  Ama merak ediyordum.

Zaten yine merak değil midir kediyi öldüren?

LandloperHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin