Dolunay vardı. Yağmur yağmış ancak bulutlar dağılmıştı. Ali onbaşı sıkıntıyla gökyüzüne baktı. O her zamanki neşeli halinden eser yoktu.
-Bu gece baskın olabilir. Dikkatli olmak lazım.
-Onbaşım dolunay var. Nası olur?
-Öyle ama yine de dikkatli olmak lazım.
Ali onbaşı Urlalıydı. İzmir-Urla arası dolmuşlarda muavinlik yapıyordu. Her dolmuş muavini gibi yırtık adamın tekiydi.
Onbaşının neden öyle dediğini anlayamamıştım. Tamam yağmur yağmıştı. Ama yağan yağmur havadaki tozları gidermiş, dolunayın daha da parlamasını sağlamıştı. Baskına gelecek PKK'lılar keklik gibi avlanırlardı.
-Boş ver sen onu Ümit onbaşım. Hadi kantine gidip bi çay içelim.
-Hadi.
Oğuz karakol komutanının postasıydı. Kısa boylu, siyah saçlı, Karaburun'lu tipik bir Ege balıkçısıydı. Her İzmirli balıkçı gibi o' da içmeyi severdi. Oğuz jandarmaydı.
Karakolumuz aslında bir jandarma karakoluydu ama topu topu altı jandarma vardı. Daha çok topçular ve bir piyade bölüğü kalıyordu. Deyim yerindeyse Cudi dağını kabak gibi görebiliyorduk. O nedenle karakol Cudi'den Şırnağa geçiş yapmak isteyen PKK'lılar için tam bir engel teşkil ediyordu. Ve bu nedenle sık sık baskın yiyordu. Yiyordu diyorum ama bizim batarya konuşlandığından beri maçaları sıkıpta karakolu basamamışlardı.
Oğuz'la konuşurken kantine varmıştık. Kantin 30 kişilik büyükçe bir çadırdı. İdari binanın yaklaşık 100 metre önünde, küçük bir tepeciğin yamacına kurulmuş asker yeşili renkte bir çadırdı kantin çadırı.
Kapı görevi gören kumaş parçasını aralayıp içeri girdiğimizde 15-20 asker oturmuş bir yandan televizyon seyrediyor, bir yandan da ellerindeki demir kupalardan çay içiyorlardı. Oğuzla ben çay ocağına gidip kendimize birer bardak çay aldık. Çaycı İbo Tokatlıydı. Aynı devreydik onunla.
-Ne o çömeze çay mı ısmarlıyon?
Bir yandan çayları dolduruyor, öte yandan göz ucuyla bana bakıyordu.
-Yok devrem yaa. Toprağım sonuçta. Biraz İzmir'den konuşuruz. Cıvıl cıvıldır oralar şimdi. Millet geziyodur Kordon'da.
-Öyle valla onbaşım.
Oğuz benim bir alt devremdi. Ben 72'ye 4 tertiptim, o 73'e bir tertipti. Yani benden sonra gelmişti askere.
Çaylarımızı alıp tahta sıralardan birine oturmuştuk. Yandaki bir başka tahta sırayı çekip kendimize masa yaptık. Tahta sıralar top mermisi kasalarından yapılmıştı. Kullanılan top mermilerinin kasaları ya sıra yapılıyor ya da kışın sobalarda yakılıyordu.
Biz çaylarımızı içerken 10-12 nöbetçileri kalkmışlardı.
1. ve 2. uçaksavar mevzisi bizim nöbet yerimizdi. Her iki nöbet yeri de kantinle idare binası arasında kantinin on beş-yirmi metre yukarısındaydılar. Daha yukarısı şahin tepesi olarak bilinen tepeydi ve piyadelerin nöbet alanıydı.
Baktım uçaksavarcı Laz İsmail kalkmıştı. Laz İsmail yeşil gözlü, sarışın kıvırcık saçlı bir çocuktu. Kısa boylu çelimsiz yapısına rağmen harbiden Laz inadı vardı.
-Hayrola İsmail nöbete mi?
-Ha, nöbete cideyrum onbaşim.
-Hadi sana iyi nöbetler.
İsmail ''Allahaısmarladık'' dercesine bir el hareketiyle çadırdan çıktı.
10-12 nöbetçileri gitmiş, 8-10 nöbetçileri gelmişlerdi. Kimimiz yanımızdakiyle sohbet ediyor, kimimiz çay ocağının hemen yanındaki televizyona bakıyorduk. On dakika ya geçmiş ya da geçmemişti. Dışarıdan sesler gelmeye başladı.
-Bak bizimkiler G-3'ün alev gizleyenini çıkartmışlar; etrafı tarıyorlar.
G-3'lerin namlusunun önünde ''alev gizleyen''diye tabir edilen küçük bir parça bulunur. Alev gizleyeni çıkardın mı G-3'ün sesi kaleşnikof sesine benzerdi.
-''Yok'' dedi Oğuz. ''Bu gerçek kaleş sesi onbaşım. Herhalde bizim yumurtacılar ateş açıyor''.
''Yumurtacı'' jandarmaların lakabıydı.
Birden silah sesleri yoğunlaştı. Şimdi bizim uçaksavarlar'da atışa başlamışlardı.
Birden çadırın kapısı aralandı. Gelen Ali onbaşıydı. Kapıda dikildi ve söylediği tek cümle ortalığı karıştırmaya yetti.
-Arkadaşlar, basıldık!
YOU ARE READING
ÇATIŞMA
Short StoryŞırnak, ah Şırnak. Kaç ana kuzusu senin bağrında toprağa düştü bilir misin?