Şarap Lekesi

25 0 0
                                    


Beni sen, seni ben kadar çoğaltacak olan bu satırları şarap şişesinin yanında bulup okumaya başladığında, Alyoşa'nın anısını hafifletmek için yazdığımı anlayacaksın belki, bilmiyorum. Ama, ne zaman doğduğumuz sorulduğunda hep anamızın bacakları arasından çıktığımız tarihi belirtmemize rağmen, artık insanları analardan çok yaşamın doğurduğunu biliyorum.

Bu yüzden, o gün olup bitenlere pek şaşırdığımı söyleyemem şimdi sana.

Karımı İzmir'e yolcu edişimin üçüncü günüydü. Her zamanki gibi erken saatlerde uyanmıştım gene; bir süre yatakta Alyoşa'yla birlikte uzanmış, bir yandan onun sıcak ve nemli burnunu okşarken bir yandan da karımı düşünmüştüm. Onu İzmir'deki kardeşine göndermekle hiç değilse birkaç gün şöyle rahat rahat soluk alıp verebileceğime inanıyor ve kendi kendime, karımdan boşalan yerleri ele geçirmeye hazırlanıyordum. Onun gidişiyle birlikte tuhaf bir genişlik oluşmuştu evde; duvarlar canlı birer yaratık gibi adım adım geri çekilmişti sanki, eşyalar küçüldükçe küçülmüş, hiç beklenmedik köşelerde de insanı bakışlarından tutup kendilerine doğru çeken acayip alanlar açılmıştı. Artık, her şey sabahtan akşama dek dilediğince tozlanabiliyordu. Ne zaman bakarsam bakayım, ortalıkta sürekli insanın üstüne doğru yürüyen sevinçli bir boşluk vardı, ama sevinci bakış süresine bağlı bir boşluktu bu, gözlerim herhangi bir noktaya çivilenip kaldığında daralıyordu yavaş yavaş, aydınlığını yitiriyor ve beni eşyaların donuk görüntüleriyle kuşatılmış kör bir derinliğe itiyordu. Karımın anlaşılmaz sözleri yığılıyordu böyle zamanlarda üstüme, sürekli açılıp kapanan kocaman bir ağız yüzüme yaklaşıyor, hatta ellerimi alıp çürük diş kokuları arasında uğuldayan karanlığına doğru çekiyordu. Öyle ki, ben ellerimsiz kalıyordum birden ve bir çift elim daha varmış da yeni fark etmişim gibi, kan ter içinde çırpınıyordum bir yerlere tutunabilmek için. Sonra, gözlerimi çivilendikleri noktadan ayırıp Alyoşa'ya çeviriyor ve onu görünce, sığınağına kavuşmuş küçücük bir çocuk gibi, yalnızca kavuşmanın verdiği sıcaklıkla iliklerime dek ısınıp gevşiyordum.

O sabah, olup bitenler olup bitmeden önce, dediğim gibi, yatakta, sığınağımdaydım gene. Karımın geride bıraktığı seslere, kokulara ve onun dokunup gittiği eşyaların katı görünümlerine karşı tedbirimi almıştım yani; elimin altında tatlı tatlı mızıklayan Alyoşa'nın kuyruğu, bana yönelecek her türlü saldırıyı savuşturmak istercesine, boşlukta hızlı hızlı, bir sağa bir sola sallanıp duruyordu. Giderek uzayan, büyülü bir sarkaçtı sanki...

Ben de, gözlerimi o tüylü, siyah sarkaca dikmiştim. Alyoşa'nın en yalın dili kuyruğudur herhalde, diye geçiriyordum içimden ve onun bana bir şeyler demeye çalıştığını düşünüyordum. Onunla birbirimize o denli yakındık ki, birbirimizi o denli sevmiş, o denli avutmuş, o denli çoğaltıp o denli ısıtmıştık ki, bana her şeyi diyebilirdi. Daha önce de demişti belki, ne var ki pek konuşmamıştık onunla, konuşmazdık. En sıkı bağımız sessizlikti, bunu ikimiz de bilirdik; karımın bitip tükenmez dırdırlarına karşı, sürekli açılıp kapanan arsız ve anlamsız ağza inat, sürekli ve kesin bir sessizlik... Sesle iletilebilecek ne kadar duygu varsa, anında sessizliğin diline çeviriyorduk bu yüzden, duruşun diline ya da, bakışın, kıpırdanışın, nefes alıp verişin, irkilişin diline.

Alyoşa'nın kuyruk sallayışıyla bana neler dediğini düşünürken, işte, o gün kendimi birdenbire salonda buldum. Bu öyle hızlı gerçekleşti ki, salonda oluşum salonu hatırlayışımdan kaynaklanan tatlı bir yanılsama mıydı, yoksa yataktan kalkıp gerçekten oraya mı geçmiştim, hiç bilmiyorum. Bildiğim şu ki, etten kemikten ve bıkkınlıktan ibaret kaskatı bir gerçektim. Üstelik, gerçekliğimi bir başına doğrulayacak ölçüde anlaşılmaz bir sıkıntıya kapılmıştım ve kendimle kendim arasında uzanan o kat edilmez boşlukta yapayalnızdım. Karşımda da karım vardı. İzmir'e gitmemişti sanki, kanepenin üstüne oturmuş, havayı rendeleyen bir sesle durup dinlenmeden konuşuyordu. Ben, duvarın dibindeki koltuktan sessizce ona bakıyordum. Yılların verdiği alışkanlıkla, onun söylediklerini işitip anladığımı belirtmek ve üstüme çullanan bir çift gözün ağırlığından kurtulmak için başımı da sallıyordum kuşkusuz. Yani, kendimi oturduğum koltukta bırakarak havada uçuşan sözcüklerin anlamına karışıyordum anlamsızca, karımın sesine, çürük diş kokusuna ve belleğinin karanlığına karışıp yavaş yavaş karıştıklarıma dönüşüyordum. Bir yandan da, karımın ağzından fırlayan her sözcüğün tenimde, eşyaların yüzeyinde, duvarlarda ve gitgide üstüme yığılan boşlukta birtakım yaralar açtığını ve salonun, o yaralardan akan çok renkli bir kanla dolup taştığını düşünüyordum. Belki oturduğum koltuk bile topuklarına dek o kana gömülmüştü de, her şeyin ancak bir yüzünü göre göre tembelleşen gözlerim bu gerçeği algılamaya yetmiyordu. Başka bir deyişle, eşyalarmış gibi kokup eşyalarmış gibi görünen bu kanın içinde, öylece oturuyorduk. Hem her şeyin içinde, hem de her şeyin dışındaydık. Yüzüm karımın yüzünün duruşunu doğuruyordu sürekli, sessizliğim sesini besliyor, oturuş biçimim oturuşunu düzenliyor ve sonra bütün bunlar ondan bana yansıyor, varlığımda bir zaman soluklanıp o anki rengimi rengine ekleyerek yeniden ona dönüyordu. İnsana bıkkınlık veren bu tekrarın içinde örselenirken, bir güç almak için midir nedir, koltuğun kenarlarına sımsıkı tutunmuştum.

Ölü Zaman GezginleriWhere stories live. Discover now