Ölü Zaman Gezginleri

27 0 0
                                    


Gözlerimi dünyayı ürkütmekten korkarcasına yavaşça açtığımda, ortalığı kahve korkusu sarmıştı.

Dağın tepesinde, Doğu heykelleri kadar hareketsiz, öylece oturuyorduk gene. Daha doğrusu, ben her zamanki gibi gri sakallıya bakarak kendimizi bir şeylere benzetmeye çalışıyordum. Sözgelimi, bitmiş bir şölenden bedenlerini alıp gitmeyi unutmuş, zamanın dışında ve yapayalnız üç tanrıya benzetiyordum bir an. Ne var ki, gri sakallıya baktıkça bu gerçek değişiyordu. Çünkü, onun yarım bedeni, sise gömülen yüzü, birer karışlık kolları ve silik omuzları, değil tanrıyı, bir insanı tamamlamaya bile yetmiyordu. Bu haliyle o, daha çok, hızla kaybolmak ya da bulunmak üzere olan tuhaf bir nesneyi andırıyordu.

Tanrı değiliz, diyordum ben de kendi kendime.

Zaten, elimizi yüzümüzü oluşturan çizgiler, yaratılanın yaratanda bıraktığı izlere uzaktı. Üstelik, içimiz hiç de bir tanrınınkine benzemiyordu; her şeyden önce, yaşayan her canlı gibi acıkmıştık; belki bira bile istiyordu canımız ve şehirlerin gürültüsünden uzaklaşmış olsak da, belleğimizdeki hatıralardan -yani geleceği ele geçirmek adına geçmişe saçıp savurduğumuz kendimizden- henüz kurtulamıştık.

Oysa şehirler, hatıralarımızı süsleyen dostlarımızla birlikte kim bilir nerelerde kalmıştı şimdi, hâlâ var mıydılar, insanlar yiyip bitiriyorlar mıydı onları dalgın fareler gibi, çöpler ve kuşkular sevdiklerimizin üstüne doğru hızla çoğalıyor muydu gene? Bilmiyorduk. Artık, bilemezdik de; geçmişi küçük anlarda, geleceği de düşlerde arayıp bulmaktan başka seçeneğimiz yoktu.

Sözgelimi, sisten önce gördüğümüz en belirgin şey titrek dallı ağaçlardı. Yapraksızdılar ve şu anda bile toprağa kuş ölüleri dökerek belleğimizde gökyüzüne ihanetlerini sürdürüyorlardı. Onların gerisinde, en az onlar kadar titrek ve titreklikleri kadar da yorgun topraklar uzanıyordu... Bomboş topraklar. Çiftçiyi bir ucundan bıraksan, insan kıpırtısının doğayı ve insanı baştan çıkaran sıcaklığını öteki uca götüremeden kaybolur; yılanı akıtsan geri döner gölgene; gidemem, der, derinlik bakışlarımdan derin...

Ama, biz hiç düşünmeden geçmiştik o toprakları. Öyle hızlı yürümüştük ki, yürüyüp yürümediğimizi bile hatırlayamıyorduk şimdi. Birdenbire dağın tepesinde bulmuştuk kendimizi. Sisin içinden ellerini uzatmıştı da, bizi çekmişti belki dağ; ya da şehir, hemen hemen her şeyiyle tutup bizi sırtımızdan itmişti. Sonra, şimdiki gibi, yıllar geçmişti üstümüzden. Açlık yılları... Kim bilir, bir o kadar da susuzluk, sevgisizlik ve sessizlik yılları yaşamıştık. Gene de bunları konuşamıyor, konuşmayı bile düşünemiyorduk. Dünyayı sarıp sarmalayan sis her şeyi örttüğü için nesnelerin yokluğu dilimizi köreltmişti belki de. Ya da, şiirlerde, romanlarda, resimlerde aradığımız ve ansızın karşımıza çıkıvereceğini sandığımız bulunmaz'ı bulmuştuk dağa çıkmakla; amacımıza erişmek sözcükleri anlamsız kılmıştı bir an, artık beynimizde yeni bir bulunmaz'ın hasreti başlayıncaya dek konuşmayacaktık.

Oysa, bulunmaz'ı doğuracak yaşamı sisin ötesinde insanlar yeniden biriktiriyorlardı şimdi ne biriktirdiklerini bilmeden (çünkü en doğurgan birikimler bilmeden biriktirilenlerdir); sözgelimi, bir senet türü geliştiriyorlardı ticari yaşamın labirentlerini daraltarak; ya da bindikleri minibüse bir nazar boncuğu daha takıyorlardı daha önce takılanı olağan bakışlarla süzerek ve kendilerinden çok başkalarını merak ediyorlardı. Öyle ki, aynalı çarşılar kuruyorlardı şehirlerde ve tutup o çarşıları türkülere sokuyorlardı sonra ve her gün gelip geçtikleri besmeleli, ıslak ve pahalı çarşılardan çok türkülerdeki çarşıları seviyorlardı.

Yaşamı biriktirenler yalnızca bize yeni bir bulunmaz doğursun diye biriktirmiyorlardı kuşkusuz; kimileri vardı ki o yaşamın içinde, bulunmaz'ı bulmak için yaratıldıklarına inanan birer sürek avcısıydılar ve henüz sözcüklerle sınırlandırılmamış olan her şeyin peşindeydiler. Gene de, avcıların yazı makinesinin tuşlarında, renklerde, kameranın açısında ya da bir heykelin duruşunda aradıkları o şey, karlı dağlar arasında inleye inleye uzun bir seferden dönen trenin boş vagonlarında taşınıyordu belki kimi zaman; istasyonda trenden kimsenin inmeyişine dönüşerek peronda bekleyen bir çocuğun gözlerine aktarıyordu kendini; oradan, şehrin sokaklarına dağılıyordu yavaş yavaş; seyyar satıcıların kömür, okul defteri ve rakı parası kokan seslerine girip çıkarak ve kendini dokunduğu her şeyde bir başka şeye dönüştürerek evlerine giden memurların ellerine bulaşıyordu sonra, kapı kollarına, ellerden gözlere, gözlerden balkonlara, balkonlardan sarkan fesleğenlere, çamaşırlara, çamaşırlardan tenlere ve tenlerden duygulara bulaşıyordu. Fark edilemeyişi o gün de adsız bırakıyordu onu. Gene de o, ertesi sabah şehrin herhangi bir noktasından -sözgelimi, sizin ellerinizi cebinize atışınızdan- yansıyıp, bitip tükenmez serüvenini sürdürmek ve yakalanmayı beklemek için, evlerin eşiğinden süzülerek uykulara, hatta uykuların ötesindeki dünyalara bile sızıyordu.

You've reached the end of published parts.

⏰ Last updated: Aug 26, 2017 ⏰

Add this story to your Library to get notified about new parts!

Ölü Zaman GezginleriWhere stories live. Discover now