Gökyüzü Gri

26 0 0
                                    


Balkondan görmüştüm onu, yumrukları boşluğu döverken ağzı bir mağara gibi açılıp kapanıyordu. Caddedeki otomobillerin arasından yürüyüp elektrik trafosunun önüne gelmişti. Tam balkonun altındaydı artık, dimdik durmuş, bana bakıyordu. Çamaşırları mandallayışıma küçümseyerek bakıyordu. Derken, giysilerini parçalamaya başladı; eteğindeki ince yapraklı dal desenlerini koparıp koparıp şehrin öteki ucuna doğru savurdu. Bacakları bütün beyazlığıyla ortaya çıkmıştı. O soyundukça, her şey her şeye daha hızlı karıştı sanki; renkler birbirlerini emdiler uzun uzun, sesler eşyaların ömründen birer yonga daha kopardılar, erkekler biraz daha kadınlaştılar ve içlerindeki kadını örtsün diye, erkeksi davranışlarını ısrarla sürdürdüler.

Caddedeki kadın çırılçıplaktı artık. Sutyeni, erotik bir sözcük gibi telgraf tellerine takılıp kalmış, çoraplarıysa otomobillerin rüzgârıyla şişip caddelerde gezintiye çıkmıştı. Derken, alkış tutup ıslık çalmaya eğilimli, terli ve uyuşuk bir kalabalık toplandı aşağıda. Kendilerini bekleyen her şeyi unutmuşa benziyorlardı. Ben yukarıdan onlara bakarken, kadının birdenbire çoğaldığını düşündüm nedense; oradaki her insanın gözünde o ayrı ayrı vardı artık ve şehir, kalabalığı oluşturanlar kadar eksikti o anda; buluşmalar, alışverişler, işlemler, çalışmalar, konuşmalar ve sevişmeler kendiliğinden ertelenmişti. Her şey bu kadar da değildi, kadının çıplaklığı hızla yayılıyordu çevreye; kamyon sürücülerinin bakışlarına karışarak birkaç gün sonraki yol söyleşilerine gidiyor, kaldırımdan geçenlerin dalgınlığını noktalıyor, ya da apartman pencerelerinden sızarak koltuklarında oturup ölümü bekleyen yaşlılara tuhaf şeyler düşündürüyordu.

Elimdeki mandalları çamaşır sepetine bırakmış, yarı açık bir ağızla ben de hâlâ aşağıda olup bitenleri izliyordum. Kadın, memelerini öksüz iki çocuk gibi kollarıyla sarmış, dilenen gözlerle erkeklere bakıyordu. Tenine değen bakışlarla besleniyordu sanki; bedenine bir kerecik dokunulsa ansızın büyüyüp klakson seslerine, piyango biletlerine, trenlerin gecikmişliğine, gemilerin duruşuna, sokakların uğultusuna ve ezan seslerine karışacaktı. Her şey ve her yer o kokacaktı ondan sonra, o ışıyacak, o yürüyecek, o yeşerecek, o yıkılacak, o büyüyecek, o ölecekti ve insanların birbirlerinden gizledikleri çıplaklık artık bir elmanın ısırılışından ya da bir gözlüğün çıkarılıp masaya bırakılışından yansımayacaktı yaşama, elini kolunu sallaya sallaya, sokaklarda özgürce dolaşmaya başlayacaktı.

Böyle olmadı ama, kadın öfkeyle bana doğru yürüdü. Birkaç adım yaklaşmıştı ki, birdenbire kayboldu sonra. Ben de, belki olup bitenler bir düştü, dedim kendi kendime ve çamaşır sepetini alıp içeri girdim. Sonra, balkon kapısını kapatır kapatmaz bir tuhaflık hissettim kendimde. Gitgide uyuşuyordum sanki, ellerim, yüzüm ve bacaklarım keçeleşmeye başlamıştı. Derken, bir titreme geçti içimden. Ilık bir titremeydi. Yo, hayır, soğuktu; evet, buz gibi soğuktu ve sona erdiğinde ellerim değişmişti, gözlerim, ayaklarım, hatta duygularım bile değişmişti. İçimde, bambaşka bir insan vardı sanki ve ben onun ardı sıra, büyülenmişçesine yürüyordum. Aynalardan geçiyorduk birlikte, kapılardan, salonlardan geçiyorduk. Ne giyeceğimi o seçiyordu benim ellerimle, saçlarımı o tarıyor, kocamdan gizleyip durduğum makyaj çantamı o buluyor, fermuarını o açıp içinden rujumu mujumu o çıkarıyordu. Yarım saatlik bir sürede, takmış takıştırmış artık, sürmüş sürüştürmüş ve dışarı çıkmak için bütün hazırlıklarımı tamamlamıştım.

O sırada, oğlum salondaki kanepeye uzanmış, bacaklarını havada oynata oynata önündeki kâğıda tören resmi çiziyordu. Ben kapıya doğru yürürken, kâğıttaki tören alanından geçen otomobil bir an için yavaşlamış ve içindeki beş general yüzlerini çevirip arkamdan bakmışlar mıydı bilemiyorum.

Ölü Zaman GezginleriWhere stories live. Discover now