Kaçış

153 6 5
                                    

Sarı otlarla kaplı, küçük bir kasabaya aniden sarsıntılı ve korkunç seslerin dolmasıyla pencereden dışarıya baktım. Çok geçmeden tabanca ve tüfek sesleri boğucu sese eşlik etti. Ardından çığlık sesleri dağlardaki sarı otlara çarpıp geri döndü. Göz bebeklerim büyüdü, vücudumdaki tüyler, diken gibi üzerimdeki kıyafetleri delip geçiyordu. Midemde uzay boşluğu oluştu. Ne oluyordu ? Sarı otlarla kaplı dağa bakan o güzel evin içinden çıkmak ne denli akıllıcaydı ? "Düşün Suavi düşün. Hemen üstünü giyin ve etrafı izle. Ne olduğunu hemen bulmalısın." Dolap kapağını kırar gibi, korku ve heyecanla açıp giyinmek için kıyafet aradım. Beş saniyenin size nasıl elli dakika olduğunu anlatmam çok zor olacaktır. Göz bebeklerim 'çıkmak istiyoruz buradan' dercesine büyümüştü. Sol şakağıma kan öyle kuvvetli pompalanıyordu ki başımda muazzam bir ağrı oluştu. Acele etmek zorunda hissettiğim için alnımda boncuk boncuk biriken ter, beni daha da acele etmeye zorluyordu. Evden bir an önce çıkıp gitmem gerekiyordu. Siyah pantolonumun üzerine geçirdiğim açık renkli gömleğin düğmelerini rastgele ilikleyip ayağıma siyah botlarımı giydim. Çıkarken fötr şapkamla ceketimi alıp dışarı fırladım, koşar adımlarla caddeye yöneldim. Yoldayken etraftan gelen o seslerin ağırlığı bende bu denli bir korku yaratıyorsa, onun ne halde olduğunu düşünemiyordum. Adımlarımı bilinçsizce, hızlandırdım, farkında değildim ama belki de koşuyordum. Alnımdaki damlalar vücudumda bir nehre dönüştü adeta; daha hızlı olmalıydım. Sesler onun bulunduğu bölgeden yükseliyordu. Beyaz duvarlı evlerin, taşlı toprak yolların, ara ara biten çiçeklerin hiçbir önemi yoktu o an. Bulunduğu okul bir tepenin eteğine kuruluydu. Oraya ölüm merdiveni dediğimiz, insanın sinirlerini altüst eden bir yoldan gidiliyordu. Yol yaklaşık beş yüz basamaktan oluşan bir merdivenle birleşiyordu ve okula ulaşmanın tek yolu bu merdivenleri tırmanmaktı. Basamakları ikişer üçer atlayarak ilerliyordum. Ciğerlerim parçalanıyor gibiydi, boğazımda tatlı bir acı hissettim. Son birkaç yüz metre kalmıştı. O taraftan kaçan insanları ikiye bölerek devam ediyordum. Ağlayanları, yaşlıları, bebeğini sırtına bağlayıp diğer eliyle çocuğunu tutan, üç beş adımda bir arkaya bakan kadını, annesini kaybetmiş köşede duran çocuğu... Gerçekliği görüyordum, korkuyu... Ağzıma dolan tükürüğü yutmak bile zor geliyordu nefessizlikten. Tek tek arıyordum insan selinin içinde onu. Yoktu! Gözlerime telaş ve korku dolmaya başladı. Okula doğru koşmaya devam ettim. Sola bakıyor, gözlerimle onu arıyor, kesin okuldadır diyordum. Okulun bahçesinde bağırdım: "Mary! Mary! Neredesin!" Okula girdim, bağırmaya devam ettim. Ciğerlerim dayanmıyordu artık, öksürmeye başladım. Boğazım yırtılacak gibi oldu, gözyaşlarım önümde bir perde oluşturdu sanki. Sınıfları tek tek kontrol ediyordum. En üst katta, ortadaki sınıflardan birinde cama yapışmış, gelen iblisleri izliyordu. Sınıfının kapısı kapalıydı. Gürültülü bir şekilde açmama, deliler gibi bağırmama rağmen o, pencerenin önünde donakalmıştı. Kendimi tutamadım, gözlerimdeki perde akmaya başladı. Sert bir şekilde sarıldım. Ben gelmiştim, ona sarılmıştım ama o hareketsizdi. Sol tarafta onlarca insanın kaçışını görebiliyordum. Yarım kilometreden biraz daha uzaktaydılar, yaklaştıkça havada oluşan toz bulutları, siyah renkli vahşet bulutları, daha belirgin hale geliyordu. Onu kollarımdan bırakıp başını ellerimin arasına aldım ve gözlerinin içine baktım.
-Mary! Mary, beni dinle. Bana bak, beni dinle. Ne olduğunu bilmiyorum, buradan hemen gitmemiz gerekiyor. Hadi, kendine gel, gitmemiz gerekiyor.
Konuşuyordum ama duymuyordu. Delirecektim. Korku, telaş, vücudumun aksaklığına bir de delirme hali eklendi.
- Bana bak Mary, yanındayım. Zaman kaybediyoruz, hadi sevgilim.
Bağırarak konuşuyordum. Dayanamadım. Sert bir tokat attım. Tokadın etkisiyle yere düşecekti ki, tuttum, son anda tuttum. Ağlamaya başladı, geçirdiği şokun vücudunu ilhak ettiğini o an anladı.
- Bana bak, korkma, buradan kaçacağız. Ne olduğunu bilmiyorum ama elimi hiç bırakma, duydun mu beni? dedim.
- Ölecek miyiz?
- Hayır, hayır, hayır ne ölmesinden bahsediyorsun? Ölmek falan yok. Ölmeyi yasaklıyorum sana. Kaçacağız. Hadi. Hadi Mary!
Konuşurken ağzım tükürükle doluyor, kelimeleri yutuyordum. Fakat o beni anlıyordu, duyuyordu. Zamanın nasıl aktığı hakkında hiçbir şekilde fikir yürütemiyordum. Korkuyordum, belli etmemeye çalışıyordum ama korkuyordum.
- Elimi bırakmak yok Mary. Elimi bırakırsan eğer, canın yanar, elimi sakın bırakma. Buradan çıkıp eve doğru koşacağız. Beş dakikada her şeyi halletmemiz gerekiyor. Buradan hemen uzaklaşıyoruz. Elimi bırakmayacaksın!
- Tamam, tamam.
Gözyaşlarıyla bulanmış sesiyle konuşuyordu.
Ne olduğunu tam olarak bilmiyordum ama bunun bir işgal olduğu belliydi. Mary'nin o cennet suyunda yıkanmış güzel, tanrısal dokunuşlara sahip elini bir domuz kapanı gibi sıkıca kavradım. Ayakkabısından dolayı rahat hareket edemediği ortadaydı. Çok yorulmuştum, çok fazla... Arkamızda onlarca, belki binlerce, sayısını tahmin edemeyeceğim kadar çok insanı bırakarak koşmaya devam ettik. Kasabanın büyük caddesine indiğimizde buralarda daha önce kimse yaşamamış gibiydi. Ara sokaklara girerek eve doğru yol aldık. Beyaz evleri, toprak ve taş dolu yolları, yol kenarındaki pembe-beyaz çiçekleri görmeden hızlıca gidiyorduk. Eve dört yüz metre kadar kalmıştı. Çok yorgundum, vücudumun iflas edeceğini hissettim. Asla istemeyeceğim bir şey oldu. Mary aniden yere düştü. Diz kapakları soyulmuş, sağ avucu paralanmıştı. Acı çekiyordu. Nefes alıp vermesi öyle zorlaştı ki, sesi bir idam mahkumunun sesine benziyordu. Mesafe azdı, enerjim tükenmiş, Mary'e bir şeyler anlatmaya çalışıyordum, Mary durmadan sızlanıyordu. Arkada bir çığ gibi, zaman geçtikçe büyüyen bir toz bulutu vardı. Düşünemiyordum, beynim durmuştu. Sezgilerimle hareket eder hale geldim o an, tek bir şey zuhur ediyordu bedenimde; kurtulmak. Mary'i kollarımdaki son güçle yerden kaldırıp, omzuma aldım ve hızlı adımlarla, ciğerim paramparça olurken, hücrelerim kendini yok ederken eve ulaşmanın güvenini yaşamak istiyordum. Son yirmi metrede artık gözlerim kararmaya başladı, yapamıyordum. Omzumda Mary ile birlikte yere düştüm.
- Mary, biliyorum canın çok yanıyor. Bir şey kalmadı. Hadi, eve girmemiz gerekiyor.
Kıçımın üstüne oturmuş, elinden sıkıca tuttuğum Mary'le bakışıyorduk, gözlerini benden ayırmadan sağ elini kaldırmış avucuna üflüyordu. Toz ve küçük taş parçaları dolmuştu avucunun içindeki çiziklere. Dizlerinden akan kan ayaklarına ulaşmak için olağanüstü bir çaba sarf ediyordu sanki. Mary'nin ayakkabılarının uçları parçalanmıştı, artık kullanılamazdı. İkimizde toz içindeydik. Elimi başıma götürdüğümde tepemde bir avuç saç hissettim. Fötr şapkam neredeydi? Bunun bir önemi yoktu; üzülmeye fırsatım bile yoktu. Ayağa kalktım, Mary'nin elinden tutup onu da kaldırdım, sağ eliyle yerden destek alarak doğruldu.
- Ayağım çok fazla acıyor, dizlerim yanıyor, yürüyemiyorum, diye sızlandı.
Adım dahi atamıyordu. Sanki ayak kemiğine bir düzine iğne sokulmuş gibiydi. Büyük bir sancı yaratıyordu ayağının üstüne basmak. Acıdan gözleri doluyordu. Sırtladım bu defa, son adımları da böyle ilerledik ve eve geldik. Onu hemen yatağa bıraktım, hiç vakit kaybetmeden ilaçların olduğu çekmeceyi açtım. Bez ve ilaçları alırken etrafa saçılan ilaç kutularını normalde görse kriz geçirirdi herhalde. Açıkçası şu an ikimiz de bunu umursayacak durumda değildik. Hızlı ve özensiz bir pansuman yaptım. Canı yanınca bir çığlık kopardı. Ama acele etmek zorundaydık. Ve elbette sessiz olmak...
- Mary, işgal ediliyoruz, kimseye acıdıklarını sanmıyorum. Sanırım kasabadaki insanların kaçış güzergahında ilerleyecekler ve kasabayı yağmalamadan çekileceklerini hiç düşünmüyorum. Evimiz çaprazda. Ne kadar zamanımız olduğunu bilmiyorum. Topluluk ile hareket edemeyiz. Düşmanın zırhlı araçları onları yakalayabilir. Üzerini değiştir, düzgün bir ayakkabı giy. Yanımıza yeterince erzak almalıyız ve kasabadan ayrılıp ormana gitmeliyiz.
Böyle ciddi bir konuşma ve yaşananlar Mary üzerindeki inanılmaz bir yıkıntıya sebep oluyordu. Ne yapacağını şaşırmış, canı yanan, zayıf bir kadının içindeki çöküntüyü nefes alışından anlayabiliyordum. Yürümekte zorluk çeken kadın belki de bana yük olma korkusuyla kıvranıyordu içten içe.
- Şu çantaya dolduracağım elbiseleri. Ormana girdikten sonra güneye doğru yol alacağız. Fazla bir şey alamam, yük bize çok zorluk çıkaracaktır. Elbise çantasını sen sırtlayacaksın. Erzak çantası çok daha ağır. Ayrıca şu çantaya bir kaç kitap ve defter dolduruyorum.
Mary hep bir kitap yazmak istiyordu. Ama bir türlü başlayamamıştı. Bu buhran dolu olağanüstü zamanda hayatta kalırsak eğer, yazacağı, anlatacağı onlarca şeyi olacaktı. Kalemi öyle güçlü ve büyülüydü ki yazdığı amatör metinler ruhumu alıp uzak diyarlara götürüyordu. Ona moral vermem gerekiyordu, güçlü olması lazımdı.
- Defterler hep yazmak istediğin ama kafanda kurgulayamadığın kitabın için. Yolculuğa çıktığımızda, akşam vakitlerinde bununla ilgilenebilirsin.
1940'lı yılların siyasi dünyasında, ortalık şeytani derecede kızgınken düştüğümüz hırs dolu bu dünya bize ne katacak, bizden ne alacaktı? Prag'ın kuzeyinde güzel bir kasabada mutlu bir ömür geçirmenin hazzını yaşıyorken, Nazi generali Heydrich'in suikaste uğraması ve ölmesi sonucu Hitler'in emriyle Lidice köyü ve civarı tamamiyle dümdüz edilmiş, haritadan ismi silinmişti. İş sadece bununla sınırlı kalsa iyiydi. Ama böyle olacağını hiçbirimiz düşünmedik. Bir generale karşılık binlerce insan... Hayatın acımasız olduğunu eşime baktığımda görebiliyordum. Onun korkusu ve acısı ruhuma öylesine bir acı veriyordu ki, kasabamızı işgal eden birliklerin önünde durup yok olmak böyle hissettirmezdi bana.
- Mary, güneye doğru ilerlerken Prag'a gidemeyiz. Şehrin ne durumda olduğunu bilmiyoruz. Ne yapacağımı bilmiyorum. Ormanda yakalanırsak muhtemelen öldürülürüz. Ki direnişçi birlikleri ile karşılaşma ihtimalini ele alırsak ne bok yiyeceğimiz belli değil. O yüzden çok dikkatli olacağız. Çoluk çocuk, kadın, yaşlı demeden engelleri görmezden gelerek gitmek zorundayız. Hem ayağın o durumdayken hızlı ilerlememiz mümkün değil. Daha fazla engel istemiyorum!
- Bratislava'ya ulaşırsak güneye doğru inmeye devam ederiz. Tanıdıklarım var. Yardımcı olacaklardır. Ama ayağım çok ağrıyor biraz daha bekleyemez miyiz?
- Beş dakikadan daha fazla olmaz, kaybedecek vaktimiz yok. Öncü birlikler etrafı dolaşacaktır. Benim browning tabancam nerede? Silahlı bir adama taş atamam.
- Çorapları koyduğum çekmeceyi çek, onun arkasında, dışına yapıştırmıştın. Mermi kutuları da ilaç dolabının altındaki çekmecede.
- Tamam, ben şununla uğraşırken sen son hazırlığı yap. Acele etmeliyiz.
Browning iyi bir tabancaydı, işimi görürdü, üç şarjörüm vardı, üç kutuda mermim... En azından bir güvence oluyordu bana, cesaret veriyordu. Eve gireli on dakika kadar oldu. Zamanın bu denli önemli olduğu böyle zamanlarda belli oluyor demek ki. Mesela dün saatlerimizi boşa harcamışken bugün on dakikaya hayatımızın geri kalanını sığdırmak istiyoruz. İleri akan bir zaman bizim için geriye doğru akıyordu bugün. Yaşamak istiyorduk. Mary'nin Bratislava'da teyzesi vardı. Oralarda ne olduğunu bilmesek de şansımızı denemek zorundaydık. Çünkü, belki sağlığımıza mal olacak bu yolculuğun hayatımızın geri kalanı olarak karşımıza çıkacak olması muhtemeldi. Düşman birlikler batıdan yoğun bir şekilde geliyordu. Prag'a yaklaşmadan güneye inip, doğusundan uzun bir yol çizmiştim kafamda. Oradan aşağıya doğru inecektik.
- Ben hazırım, canım yanıyor ama dayanabilirim, dedi Mary kaygı dolu gözlerini benden kaçırmaya çalışarak.
- Eminim dayanabilirsin, daha kötü anlarımız oldu. Hadi o zaman.
Evden çıktık, etrafa son bir kez göz gezdirdim. Sağ elimde tabancam, sırtımda erzaklarımız, sol elimde kutsal el vardı, Mary'nin eli... Kasabadan çıkana kadar koşmamız gerekiyordu ama Mary'nin malum ayağı sakatlanınca bu bize zorluk çıkarıyordu. Hızlı adımlarla arkamızı kontrol ede ede kasabadan çıkıyorduk. Bir patika vardı burada, ormana giriş yaparken bir ses duydum. Motorsiklet sesi.
- Mary ayağına sıçtırtmadan koş!
Koşmaya başladık, topallıyordu Mary. Dayanamadım, yine omuzladım. Onun ayağı acıyordu, benimse içim...
- Omzun göğsüme batıyor düzgün al beni, dediğinde daha hızlı koşmaya başladım. Bir de hanımefendinin rahatını düşünecek halim yok ya! Canını kurtarıyordum ne de olsa!
- Kapa çeneni be kadın, öleceğiz Allah aşkına, diye kızdım. Soluk soluğa kalmışım. Nefes bile alamıyordum, ama cevap veriyordum. Hemen çalıların arkasına atladık. Silahın ağzına mermiyi verdim, emniyeti indirdim. Sanırım bizi görmüşlerdi. iki tane Wehrmacht askeri motorsiklet ile keşfe çıkmışlardı. Ürperiyordum, dua ediyordum ama nafile korkum vücudumu titretiyordu.Bizi gördülerse eğer işlerini hemen bitirmeliydim. Yoksa Mary beynimin sıvısını toprağa karışırken beni görmek zorunda kalacaktı. Motor durdu. Hayırlı olsun...
- İki kişiydiler onlar, belki önden giden görmediğimiz birileri vardır.
Kendi aralarında konuşuyorlardı. Ormanın girişinden otuz metre kadar ilerideydik. Görebiliyorduk, işitebiliyorduk. Bir tanesi iri yarı biriydi, diğeri cılızdı. Tam da birbirlerini bulmuşlar! Mary'nin ağzını elimle sıkıca kapatmıştım. Gözleri fırlayacaktı ama ses yapmaması gerekiyordu. Daha önce hiçkimseyi öldürmemiştim, öldürmeye teşvik etmemiştim. Korkuyordum ama hayatta kalma içgüdüsü, şunları hemen öldürmelisin Suavi, diyordu. Elinizde bir tabanca varsa ve hedef size ne kadar yakınsa indirme şansınız o kadar fazla olur. Kalibresi düşük bir silahla ideal menzil kırk metre falandır. Silah kullanmayı biliyordum, atışlarım da gayet iyiydi. Ama bu adamların elindeki Stg'ler insanın içine korku salıyordu. Aramızdaki mesafe iyice azalmıştı ki elime bir taş alıp sağa doğru yirmi metre kadar fırlattım. Şu büyük eleman;
- Korkaklaaaaar! diye haykırıp etrafa ateş etmeye başlayınca, yanındaki fare de heyecanla oraya ateş etmeye başladı. Mermileri bitmişti, ortalama bir asker şarjörünü on saniye içinde değiştirebilir. Tam zamanıydı! Kafamı kaldırıp, silahı doğrultup, ateş etmem için bundan iyi fırsat bulamazdım. Bacaklarım tutmuyordu. Sonra bir anda kalktım ayağa ve ikisiyle göz göze gelip;
- Ben korkak değilim, kurnazım! diye bağırdıktan sonra beş el ateş ettim. Ne olduğunu bittiğini anlamış değildim. Browning'ten çıkan kovanlar Mary'e doğru düşüyor, ateş ettiğimde bileğimi tepiyor, karşımdaki iki adamdan kan sıçrıyordu. İki tane adam öldürmüştüm; düşmanımdı, bizi öldüreceklerdi, ama insanlardı. İnsan o an aptalca bir duygusallığa boğuluyor. Tuhaftı, yüreğim özgüven doluydu. Mary'e baktığımda kısık kısık sesler çıkarıyor, zangır zangır titriyordu. Ruh halimden dolayı kahkaha atarken gözlerim yaş ile doluyordu.
- Bak, sana ne dedim? Yanındayım, yaşıyoruz. Ölmek yok Mary. Ölmemek için öldürmek var.
- Suavi iki tane adam öldürdün, başımın üstünden mermiler geçti. İnanamıyorum, bu muhteşemdi!
Bir an durup, kahkahalar atmaya başladık. Bir insanın psikolojisi son bir-iki saatte nasıl böyle değişebilirdi ki? Anlaşılır iş değildi, ama yaşanıyordu. Yaşadıklarımızın çoğunu anlamakta yetersiz kalmıyor muyuz zaten? Ülkemin kahramanı değildim belki ama, o an Mary için bir kahraman olduğum su götürmez bir gerçekti. Ülkemiz işgal ediliyordu ve biz kahkahalar atıyorduk. Ülkeme katkıda bulunduğum iki tane ölü nazi askeri vardı yerde hem! Hemen yanlarına gidip askerlerin yükümü daha da ağırlaştıracağını o an tahmin etmediğim, küreğini, bıçaklarını ve şu güzel Stg'lerini boynumdan geçirerek sırtladım. Mary'ye adamdaki küreği ve bıçağı alması gerektiğini söyledim. Cesetleri de çalılıkların arkasına taşıdım. Motorsikleti alarak Prag'ın kuzeyinden doğuya doğru hızla yol almaya başladık Mary ile.
- Şu adamlardaki tabancaları yanıma aldım. Silah silahtır.
Arkamdan homurtu şeklinde Mary'nin sesini duydum. Akıllıydı, ayrıca cesur... Birbirimizin eksikliklerini tamamlamayı iyi öğrenmiştik. Savaştaydık, 'silah silahtı'. Unuttuğum bir detaydı ve o bunu tamamladı. Bu ormanın yanındaki patika işimizi öylesine kolaylaştırmıştı ki bir tura çıkmıştık sanki; korkusuzca ilerliyorduk. Ülkemizin işgal edilmesi gibi ruhlarımız da işgal ediyordu. Mutluluk uzak bir kavram olup çıkmıştı insanlarımız için. Bundan beş dakika önce birilerini öldürdük diye kahkahalar atıyorduk. Buna karşılık beş dakika sonra ne olacaktı, bilmiyorduk. Tuhaftı. Bu tuhaflık Mary'e aşık olduğumda ortaya çıkmıştı. Korkunun insana neler yaptırabildiğine tanık olmuştum, tecrübe edinmiştim. Ve aşık olduğum kadın bana bunun muhteşem olduğunu söyledi. Motorsiklette olduğumuz için bağırarak konuşuyorduk:
- Mary insan öldürmek çok tuhaf. Karşımda iki tane benim yaşlarımda insan öldürdüm. Onlarda benim gibi yemek yiyordu, okuyordu, sevdiği vardı, annesi... Ve ben benim gibi olan iki tane insan öldürdüm. Bir daha nefes alamayacaklar, asla göremeyecekler ve hiçbir zaman sevdiklerine dokunamayacaklar, beğendikleri yemekleri yiyemeyecekler... Duygusallık falan değil bu yaptığım, ama sanki iki tane ruhu ruhuma katmış gibi hissediyorum. Ağırlaştım.
- Öyle, ama bu dediklerini biz de yaşayabilirdik. Sana bir daha dokunamayabilirdim, seni göremeyebilirdim, şu sevdiğin ev yapımı pizzadan bir daha yapamazdım sana, yiyemezdin. Yazacağım kitabı okuyamazdın. Uyurken yorganı açıyorum diye sinirlenip üstümü örtemezdin, hasta olurdum. Hasta olmamı istemezsin değil mi?
Her şey normalmiş gibi konuşuyorduk. Zihnimizde bir silgi vardı sanki, şu son bir kaç saatte yaşadıklarımızı algılayamıyorduk.
- Hayır, tabii ki istemem. Hatırlıyor musun, bir kere bitki çayı istemiştin, yapacağım bekle, demiştim. Aradan biraz zaman geçince kızıp kendin yapmıştın.
- Evet hatırladım. O an o kadar sinirliydim ki, seni meyve bıçağıyla öldürebilirdim. Sen ölürsen kime kızacağım düşünsene. Kendi yaptığım bitki çayını sevmiyorum hem.
- O zaman her şey normale döndüğünde bana bir pizza yaparsın, değil mi?
- Elbette kahraman Suavi, hemde malzemesi en bol olanından.
- Ooo! O zaman yaşamak için bir sebep buldum!
- Nedir o?
- Pizzaaa!
Arkamdan karnımı sıktı, gülüyordu. Sanki ölmeyecekmişiz gibi sarıldı bana. Kahkahalar attık. Pizza değildi yaşamak için sebep, onun elleriydi. Pizzaya koyduğu sevgisiydi. Savaşın bir aşkı nasıl olağanüstü hale getirdiğini idrak edemiyorduk. Mücadelenin iki insanı nasıl böyle bir duygusal bağla birleştirdiğiydi anlamsız olan.
- Benden önce ölmek yok, diye arkaya doğrularak bağırdım.
İnsanlar ölümden korkar. Herkesin korkusu farklıdır ama. Ölümden korkmuyordum, ölümün getirdiği yalnızlıktan korkuyordum. Mary ölse mesela, şu an ne yapacağımı zerre düşünemiyorum. Ölsem şu an, Mary ile birlikte olamayacağım, bundan korkuyorum.
- Ne ölmesi be, ölmeyi yasakladın ya sen. Ölmeyi unuttum ben. Sen varsan ölüm yok, dedi.
Göğsümdeki o korku eriyip gitmişti. Kaburgalarımın nasıl şiştiğinin o an farkına vardım. Ben varsam ona ölüm yoktu, doğru. Ona bu güveni veren ben miydim? Bana bu kadar güvenen mi oydu? Boleslav taraflarına doğru yaklaşırken sıradan iki insanın aşkı savaşta kutsallaşıyordu. Ama Prag Kasabı'na sorsaydık, biz insan bile değildik!

KoridorHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin