Bora yine ne diyeceğini bilemedi. Duyguları yine düğüm düğüm olmuştu. Söylemesi gereken en uygun sözcükler birbirine dolanmış düğüm yığınları halinde bir girdapta savruluyordu. Bedeninin zihninin bilincinin hapsolduğu bu sınırları hayat ve ölümle belirlenmiş yetersizliğinde; kadınını, onun bilinç düzeyi ile anlayabilmenin bir yolunu aradı. Yetersizliğinde boğuluyordu. Karşısında hayat ve ölümle dolup taşan bir okyanus vardı. Kendini ise küçük derelere hayat vermeye çalışan ve ölüm denizine ağır ağır dökülen bir nehir gibi görüyordu. Eva ona hem yara hem ilaç oluyordu. Eva'nın yaşam tecrübesinin altında bir yandan eziliyor bir yandan da onun gibi bir kadının Bora'yı seçmiş olmasıyla onure oluyordu. Karmakarışık duygular içindeydi. Eva susmuştu ama Eva'ya dönmedi. Ela gözlerini gördüğünde beynindeki tüm düşüncelerin uçup gideceğini biliyordu. Gözlerine baktığında gördüğü bir çift gözün verdiği hazdan başka hiç-bir şey kalmıyordu beyninde. Eva ile tanışmadan önce bir türlü susturamadığı beyni huzur bulmuştu. Günler aylar birbirini kovalarken hastaneden her çıktığında kendini onun yanında bulur olmuştu. Birbirlerinden ne gidebiliyor ne kalabiliyor sadece keskin bir bıçak gibi saplanıyorlardı. Beraber kanıyor beraber iyileşiyorlardı.
Eva'nın Ankara'ya gelmesinin sebebi mariska'nın burada olduğunu duymasıydı. Mariska'yı ararken Bora'yı bulmuş istemeden de olsa takılı kalmıştı. Mariska'nın Bora'ya bir zarar vermesinden deli gibi korkuyor uzaklaşmayı deniyor ama başaramıyordu. Sanki her denemesi onu biraz daha bağlıyordu Bora'ya.
Tanışmalarından üç aya yakın bir zaman sonra Bora yanındayken Mariska'nın bir dostunu görmüştü . Adamında onları fark ettiğini anlayınca Bora'dan ayrılmış bir süre zamanını Mariska'yı bulmaya çalışarak ve Bora'yı gizlice izleyerek geçirmişti. Ama aşık olduğu adamın günden güne derinleşen mutsuzluğu ve hayata hayat kurtarmak için tutunduğu güçlü kollarının giderek güçsüzleştiğini görünce kendine ve ona daha fazla acı çektirmeye dayanamayıp geri dönmüştü.
Bora'nın onu Mariska karşısında güçsüz duruma düşürmesini, zaafı olmasını istemiyordu. Çünkü o çok güçlü ve çok zeki bir kadındı. İki kadınında tek dertleri birbirini yok etmekti ve bu uğurda harcanan hiç bir şey umurlarında olmazdı. Eva Bora'yı gördüğü anda artık mariska'nın ona karşı kullanabileceği bir kozu olduğunu anlamıştı ama engel olamamıştı. Eva kadının Ankara'da olup olmadığından emin olamıyordu. Anlamak için her gün haberleri takip ediyor iz sürmeye çalışıyordu. Çünkü Mariska katliamcıydı. Fakat belli bir düzeni vardı. Din adamları, varlıklı güzel kadınlar ve varlıklı aileler... Mariska bir kaç bin yıldır avlarını bunlar arasından seçiyordu. Eva çocukken onun hatıralarını gördüğü için nefretini biliyor böylelikle izini sürebiliyordu. Son zamanlarda Ankara'da tuhaf herhangi bir olay olmamıştı. Mariska ya pusuda bir planın peşinde ya da buralarda değildi. Eva onu bulup yok etmenin hayalini kurmadan yapamıyordu ama bora elini ayağını bağlıyordu.
Bora başını kaldırarak Eva ya doğru döndü. Eva ona doğru dönerken "Bir şey söylemek zorunda değilsin." dedi . Ela gözleri çok hafif zoraki bir gülümsemeyle borayla buluştu. Bora terkedildiği o günü hatırladı. Ilk günler ne olduğunu ne yaşadığını tam anlayamamıştı. Boşluğu doldurulamayacak bir kadın tarafından terkedildiginin farkındaydı ama buna da alışabileceğini düşünerek güçlü olmaya çalışmıştı. Ama her geçen gün göremediği ela gözler yaşam enerjisini emen bir kabusa dönüşmüştü. Eva'nın gözleri saçları dokunuşu aklından çıkmıyordu kendini hiç bir şeye veremez hale gelmişti. Beynindeki düşünceler durmuyor hiç bir şey yapmadan öylece oturup Eva'yı düşünüyor uyku uyumadan işe dönüyor orda da istediği verimi alamadan tekrar evine dönüyordu. Her günü birbirinin devamı gibi olmuş ne güneşin doğuşunu ne ayın yükselişini fark edemez olmuştu. Düşünceler içinde tükendiğini Eva'yı görünce anlamıştı. Çünkü o bir çift gözü görünce beynini bir karınca yuvasına çeviren düşünceler bir anda yok olmuş ruhuna huzur sükûnet ve dinginlik hakim olmuştu. Derdi de devası da Eva'ydı.
"Ayrıldığımız zamanı neden düşünüyorsun?" dedi Eva şaşırarak. Kendi hatıralarına dalıp gittiği için Bora'yı o günlere neyin savurduğunu anlamamıştı. Bir anda Bora'nın düşüncelerinin yoğunlaştığını hissettiğinde ise Bora'yı ayrı oldukları zamanı ve Eva'nın tekrar döndüğü o anı hatırlarken bulmuştu. Bora duyduğu soru karşısında önce afalladı sonra
"Gözlerin sebep oldu. Görmediğim zaman tükendiğim görünce de ilkbahar coşkusuyla yeşerdiğim ruhumu dizginlememe izin vermeyen bir çift ela göz." diyerek ayağa kalktı. Eva'nın çenesini yukarı kaldırarak yeşil gözlerini yüzünde ve gözlerinde gezdirdi "aşık olduğum kadının gözleri. " dedi dudağına bir öpücük kondurdu. Beraber mutfağa geçip kahvaltı hazırlamaya başladılar. Eva'nın aksine Bora Eva'ya mutfakta yardım etmeyi çok seviyordu. Çünkü Eva'nın o ne yaptığını bilir hali ile Bora'nın ne yaptığını bilmeyen hali tatlı bir tezat oluşturuyordu. Bora yemek konusunda gerçekten çok kötüydü. Uyumlu uyumsuz her şeyi tezgaha çıkarıp birbirine karıştırıyor bu da Eva'yı iyiden iyiye delirtiyordu. Onun bu sinirli halini çok sevdiği için yorgun olmadığı zamanlarda mutfak şölenlerine mutlaka Bora'da katılıyordu. Eva mutfağa girdiğinde peşinden Bora'nın da geldiğini görünce sinirle gülerek "Bazen bu konuda öğrenmem gereken ne var diye düşünüyorum." dedi. Bora gülerek nasıl yani deyince devam etti.
"Hayatta yaşanan her şey, karşılaşılan her insan, vücut bulan her tecrübe aslında insanın karşısına bir şeyler öğrenmesi gerektiği için çıkıyor. Kimi insan öğrenmesi gereken bu dersleri anlamayıp sadece mağdur olduklarını düşünerek hayatına öylece devam ediyor. Kimi insan da insanları ve olayları bir öğretmen olarak görüyor çıkarması gereken derse odaklanıyor. Ben bu sistemin dışında kalıyorum çünkü 5000 yıl uzun bir zaman ve artık öğreneceğim bir ders, aşmam gereken bir zaaf ya da törpülemem gereken bir kamburum kalmadı. Ama senin mutfak cinayetlerin hala beni deli ediyor. Bunda ikimizden birinin öğrenmesi gereken bir ders var sanırım." dedi gülerek. Bora
"Öncelikle sana katılmakla beraber bir istisnadan bahsetmek isterim. Sen bu dersi unut. Çünkü seni deli etmek bana harika bir zevk veriyor. Bana aşık bir kadın olarak beni böyle bir zevkten mahrum edemezsin. Hem deli olmanın nesi kötü? Birlikteliğimiz bile deli olmanın ete kemiğe bürünmüş hali iken üstelik." diyerek işaret parmağıyla Eva'nın burnunun ucuna vurdu.
"Hayır hayır konuyu saptırarak kurtulamazsın. Senin deli olduğunu biliyorum ama ben gayet akıllı bir vampirim. Mutfağım benim sanat atölyem ama sen ne zaman o mutfak kapısından içeri girsen atölyemde ışler çığrından çıkıyor bende o yüzden deli oluyorum. Atölyemi birbirine katan sen olduğuna göre demek ki burada ders alması gereken de sensin." Bora gülerek
"Anlatsana bi neymiş o ders?" Eva kendinden gayet emin bir tavırla dönerek
"Benim sanat atölyeme girmemen gerektiği dersi. Boracığım zaten yumurta dahi kıramıyor kabuklarını içine düşürüyorsun hala bu yemek yapma aşkı neden? Bak şimdi de orda domatesleri katlediyorsun?"
"Ne katli? Ben burada sadece zeytin yağlı nefis bir söğüş yapıyorum."
Bu sefer Eva kahkahayla gülerek
"söğüş mü? Tatlım senin yaptığın düpedüz kaşık salata. O minicik parçalara böldüğün domateslerin yenebileceği bir çatal üretilmedi çünkü henüz. Bak ne diyeceğim sen soyduğun salatalıkları tuzlayıp bir güzel ye bende o domateslerle menemen yapayım. Çünkü benim hazırladığım bir kahvaltı masasında asla bir kaşık salata arzı endam edemez."
diyerek bir kaç öpücükle domatesleri Bora'nın elinden aldı. Bora soyduğu salatalıkları yerken o daha fazla bir şeye dokunmadan acelece kahvaltıyı hazırladı. Bora'yı kahvaltılıkları masaya götürmekle oyaladı. Bir iki ufak çaplı sinirlenmeden sonra nihayet masaya oturdular. Bora katlettiği domateslerin menemen olmuş halinden memnun bir halde yemeye başladı. Eva'da gülümseyerek karşısına oturdu. Bu sabah Türk mutfağından bir kahvaltı hazırlamıştı. Menemen zoraki masaya dahil olduktan sonra Bora'nın gözlerinin parladığını görünce Türk mutfağından yemekler hazırlamıştı. Karadeniz tarafının meşhur mıhlaması, ege bölgesinin biberli lor peyniri ve incir reçeli, Marmara'nın zeytinleri yumurtalı ekmeği meyve salatası, akdenizin kaytaz böreği ve tuzlu yoğurdu, doğunun kaşarı ve otlu peyniri, iç Anadolu'nun haşhaşlı ekmeği derken bir menemen bir de ortaya afyon sucuğu ile kahvaltı hazır olmuştu. Bora'nın keyifle yemek yiyişini izledi. Yemek yemeyi çok seviyordu ama vücudu fitti. Yoğun iş hayatı ve ara sıra çıktığı koşular formunu korumasına yetiyordu. Ayrı kaldıkları o iki haftada Bora 10 kilo vermişti. Eva geri döndüğünde çok daha kısa bir sürede eski kilosuna geri dönmüştü. Eva'nın dudağı kıvrılırken kilo vermesinin de almasının da sebebi bendim diye düşündü. Bora iştahla yediği yemeğini bitirdikten sonra Eva'nın ellerini avucunun içine alarak bir öpücük kondurdu ve boşalan tabakları mutfağa götürmeye başladı. Bora asla ellerine sağlık gibi klişe laflar etmezdi. Onun yerine ellerine birer öpücük kondururdu. Eva ilk seferinde şaşırmış sonra alışmıştı Bora'nın değişik huylarına.
Bora herkes gibi değildi. İçinde yanan bir azim vardı. Söz konusu işi olduğu zaman kendini ailesini ihtiyaçlarını uykusunu hatta sağlığını hiçe sayarak hastaneye koşuyordu. Çok ağır hasta olduğu ateşinin 40 dereceyi bulup evde titrediği bir günde bile gelen telefonla apar topar hastaneye gitmişti. Hastalariyla ilgilendikten sonra iyice kötüleşince kendi de hastaneye yatırılmış bir hafta boyunca arkadaşları tarafından gözlem altında tutulmuş tedavi edilmişti. Ailesinin doğum günleri özel günler acil bir hastası varken hiç bir şey ifade etmiyordu. Üstelik bundan hiç gocunmazdı. Yaptığı tek açıklama "Hastam vardı." Olurdu Ve Üzerine bir şey söyleme gereği duymazdı. Onun bu hâline kırılan küsenlere ise ciddi bir samimiyetle şaşırırdı. Söz konusu bir insan canıyken bir pastanın kesilmesinden mi bahsediyorsun derken yeşil gözlerinden alevler saçar sinirine en yakını dahi olsa karşı koyamazdı.
Evinin salonu kurtaramadığı çocukların fotoğrafları ile doluydu. En son bu fotoğraflara ela da eklenmişti. Bora'yla çekilmiş gülümseyen bir fotoğrafı Bora'nın kız kardeşinin fotoğrafının yanında duruyordu. Fotoğrafı çıkartmaya çerçeveletmeye Eva ile beraber gitmişlerdi. Eva ona neden kurtaramadığı çocukların fotoğraflarını sakladığını sorunca
"Çünkü onlar burada benimle yaşıyorlar. Bana burada eksiklerimi hatalarımı hatırlatıyorlar. Ve kurtardığım her çocukla beraber hepsinin yüzü gülüyor. Onlar benim akıl hocalarım dostlarım." demişti.
Bora masadaki son parçalarıda mutfağa taşıdıktan sonra camın önündeki tekli koltuğa oturdu. Birazdan görevli gelip gazeteyi bırakır diye düşündü. Eva da düşüncelere daldığı masadan kalkarak mutfağı toparlamaya başladı. Bora yine masadan aldığı her şeyi mutfağın çeşitli yerlerine bırakmıştı. Başını sallayarak kısa bir homurdanmadan sonra mutfağı topladı. İki sade Türk kahvesi yaparak camın önündeki sehpaya koyduğu sırada kapı çaldı. Görevlinin geldiğini tahmin ederek saatin 7 olduğunu anladı. Kapıyı açtığında görevli günaydın hanım efendi diyerek elindeki gazeteleri uzattı başka bir isteği olup olmadığını sordu Eva teşekkür ederek kapıyı kapattığında diğer dairelere doğru yola koyuldu. Eva gazeteleri sehpaya bırakırken bir tanesini alarak okumaya başladı. Daha çok cinayetlerle ilgili kısımlara odaklanıyordu. Yine öldürülen kadın haberleri vardı. Binlerce yıldır değişmeyen tek şey süregelen kadın cinayetleriydi. Bazı erkekler kendilerinden güçsüz olduklarını bildikleri halde kadınlara işkence ederek ve öldürerek bir tür doyum yaşıyorlardı. Bu tür erkeklerin hastalıklı yapıları da seri cinayetler yapmadıkları sürece incelenme zahmetinde bulunulmuyordu. Eva bu erkeklerin takdir edildiği dönemleri de görmüştü. İğrenerek sayfayı değiştirdi. Varlıklı bir ailenin tüm fertleri evlerinde ölü bulunmuştu. Haberin detaylarını okumaya başladı. Bu mariska'nın işine benziyordu polis ailenin düşmanlarından birinin yaptığını düşünüyor failini henüz bulamadıklarını söylüyordu. Ama salon ortasında yatan ailenin ölü bedenlerinin fotoğrafı mariska'nın oradan geçtiğini bağırıyordu adeta. Eva gazeteyi masaya bıraktı. Mariska buralarda bir yerde olmalıydı. Eva ya ona ulaşmalı ya da onun Eva ya ulaşmasını beklemeliydi. Evini korunaklı yaptırmasına rağmen mariskayi tutabilecek bir yapı değildi. Mariska yalnız da değildi. Bora'yı nasıl koruyacağını düşündü. Boradan uzaklaşsa bile Mariska onu öğrendiyse hiç bir faydası olmazdı.
Bora gazetesini okurken kahvesinden bir yudum aldı. Sıkıcı ve her zamanki haberlerden başka bir şey yoktu. Biraz daha okuduktan sonra gazeteyi bıraktı. Biraz gökyüzüne baktı. Şehir canlanmaya başlamış işlerine giden insanlar arabalarında ya da yaya olarak görünür olmuşlardı. Telefonunu çıkararak hastaneyi aradı. Hastaların durumunu sordu. Acil bir durumun olmadığını öğrenip telefonu kapattı. Bu hafta sonunu iyice dinlenerek geçirecek pazartesi günü yoğun bir tempoyla hastalarına ve yazması gereken makalelere dönecekti.
"O kadından bir haber mı?" dedi Bora sigaraya uzanarak. Eva daldığı düşüncelerden zorlukla sıyrılıp
"Bilmiyorum. Emin olamıyorum. Ama buralarda olabilir." dedi.
"Bir plan yapmamız, ona karşı hazırlıklı olmamız gerekiyor. Sen olmasaydın onu yok etmek için heyecanla bir plan yapıp peşine ben düşmüş olurdum ama seni korumam gerekiyor. Benim canımı yakmak için sana zarar verebilir. Mariska gördüğüm en kindar kadın. Bende onun bugüne kadar gördüğü en kindar kadınım. Aramızdaki nefret birimiz yok olmadan bitmeyecek. Ya o benim sonumu ya da ben onun sonunu getireceğim. Onun yaklaştığını hissettiğim anda şehri terk etmen yada saklanman gerek. Işten izin alırsın ya da başka bir şey bulursun. Bu işin şakası yok. Sen bana ve hastalarına sağ lazımsın Bora." Bora suratı asılarak
"Kendimi savunabilirim o kadar da kolay lokma değilim Eva. Üstelik o kadın yanında birileri ile gezerken ben seni tek başına bırakarak saklanacağım öyle mi?"
" Evet tamda öyle yapacaksın. Bu tartışmaya açık bir konu değil Bora. Karşımdaki yaratığın hakkında bildiğim tek şey benden en az bin yıl büyük olduğu ve çok daha güçlü olduğu. Vampirlerin yıllar geçtikçe güçleri artar. Geçen zamanda ben artan gücümü hayretle izledim. Ve biliyorum ki Mariska benden de güçlü acımasız bir katil."
"Senden güçlü ise onu nasıl yok etmeyi planlıyorsun? Ya o seni yok ederse?" Eva gülümseyerek sigaraya uzandı. Dudaklarına yerleştirdiği sigarayı yakarken
"Bunu defalarca denedi zaten. Bu onunla kaçıncı karşılaşmamız olacak bilmiyorum. Defalarca kez bir araya gelip birbirimizi silmeye çalıştık yeryüzü haritasından. Ama ikimizde bir kaç kez yaklaşmamıza rağmen başarılı olamadık. Ama en çok o yaklaştı beni yok etmeye. Bir seferinde 1500 lü yıllarda Avrupa'da karşılaştık. Kurduğum tüm planları tersine çevirmişti ve gerçekten elinden zor kurtulmuştum. Ama bu sefer ki planımı asla bozamaz bu ikimizi de tüketen nefret artık bir son bulmalı ya onun ya da benim silinişimle. "
Bora yerinde doğrularak
"Seni o kadına bırakıp şehri falan terk etmeyeceğim. Bu söz konusu bile olamaz. Aşk için savaşmadığım sürece aşk asla aşk olamaz. Benden istediğin sana olan tüm aşkıma ihanet etmem. Hayır hayır bu olmayacak bunu yapmayacağım Eva." Eva burnundan soluyarak gözlerini Bora'ya dikti Bora da aynı şekilde karşılık vererek Eva ya baktı.
"Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Mariska bir canavar dünyada ki en güçlü vampirlerden biri. Seni öldürmesi bir saniyesini bile almaz. Beni bile kaç kez yok etmek üzereydi. Hiç bir şeyin farkında değilsin ve farkına varmadan o ortaya çıkmadan buradan gideceksin."
Eva Bora'nın hiç görmediği ciddiyet ve sinirle bakıyordu. Beyaz teninin altında beliren alnındaki damar ortaya çıkmıştı. Bora inat etmenin gereksiz olduğunu düşünerek başını eğdi. Eva itaat ettiğini düşünüp rahatladı. Bora sakin bir ses tonuyla
"Peki planın ne?" dedi. Eva arkasına yaslanırken kurnaz bir ifadeyle gülümsedi.
"Naramsin burada."
Bir sure sessizce oturdular. Sessizliği Bora bozdu.
"Kitaplarda hep anlatılan Avrupa'nın karanlık çağı gerçekten de karanlık berbat bir dönem miydi?" Eva duraksadı.
"Hayır daha karanlıktı. O kitaplar fazla iyimser." Ayağa kalktı gazeteleri alıp salondaki dergilerin olduğu yere bıraktı yerine otururken bir sigara daha yakarak konuşmaya başladı.
"Avrupa'nın karanlık çağları.. İnsanoğlunun insan yanının yediği çok sert bir tokat gibiydi. Engizisyon dönemi ortaçağ Avrupa'sından her yeri yakıp yıkan bir fırtına gibi geçti. Bu uzun soluklu 500 yıl kadar süren insanlık tarihinin en kanlı, en vahşi ve en acımasız fırtınalarından biriydi. Kiliseye göre ise bu caniliklerinin sözde sebebi paganizmden arta kalan gelenekleri, gizli paganları, gizli Yahudileri, cadı olarak görülen kadınları ve Hristiyan diğer mezhepleri ortadan kaldırmaktı. Yani aslında kafir avından başka bir şey değildi. Ama asıl gerçek olan Roma kilisesinin aç gözlülüğü, tüm o sapıklığı ve masum insanları zenginliklerine el koymak için suçlayan mide bulandırıcı ahlâksızlığıydı. O dönemi anlatmak için kelimeler yetersiz kalıyor. Zihnimdeki o görüntülerin o kokuların o seslerin tarifini yapmak gerçekten çok zor olacak ama deneyeceğim.
İngiltere 'de Viking vahşileriyle yaşadığım iğrenç şeylerden sonra sessiz, sakin dönemine göre biraz daha aydın ve barış içinde yaşayan insanların olduğu güney Fransa'nın Kathar bölgesinde olan Beziers şehrine geldim. Katharlar dini inanış ve bunu hayatlarına uygulayışlarıyla o dönem ki baskın güç olan Katoliklerden nerdeyse taban tabana ayrılıyorlardı. Katharlar kendi mezheplerini Hristiyanlığın hurafelerden arınmış hali olarak görüyorlardı. Bir kere en baştan üçlemeye karşı çıkarak farklılıklarını ortaya koyarlardı. Tanrı ile insan arasına kimsenin giremeyeceğini aracı ya da din görevlisine gerek olmadığını savunuyorlardı. Yani onlara göre rahipler papazlar papalar kötü bir tiyatro artistinden ibaretti.
Yaşadıkları bölgede kısa sürede nüfuslu kişiler tarafından himaye görmüşlerdi ve gün geçtikçe mezheplerini genişletmişlerdi. Bunun sebebi ise Katolik kilisesinin halkı din üzerinden sömürmesi ve üzerlerinden kazanç sağlayarak halktan daha rahat bir yaşam sürdürmeleriydi. Tüm bunlar iki yüzlü papazlardan ve din satılan oyunlarından bıkmış olan halkı Katharizme karşı farklı bir sempati beslemeye itmişti. Kısa süre içinde Fransa'nın güneyine hakim duruma geldiler ve binlerce yandaş buldular. Bu farklı mezhep Zerdüşt ve mani dininden de etkilenmişti. Hz. İsa'yı tanrının sözcüsü ve peygamber olarak kabul ediyor fakat tanrının oğlu değil seçkin bir ruh olarak görüyorlardı. Katolik kilisesinin kadınları şeytan olarak ilan ettikleri bu dönemde onlar kadını ve erkeği eşit görüyorlardı. Hiç bir sınıf ve insan ayrımı yapmıyor hayvanlara dahi zarar vermeyi reddediyorlardı. Evliliğin temelini sevgiye dayandırıyor özgürlüğün temel hak olduğunu hoşgörüyü ve kardeşliği savunuyorlardı. O dönem için bunlar çok büyükçe ve tehlikeli laflardı. Özgürlük ve hoşgörü mü? Yok artik! Katolik kilisesine göre bu iki kelimede şeytanın tohumu tanımlamasına oldukça uygundu.
Katharlar yaşamdan çok ölüme yakın yürümeye çalışıyor, ölmekten çok yaşamdan korkuyorlardı ve yaşama mahkûm olduklarını düşünürlerdi. Kusursuzlar olarak bilinen Kathar ermişleri vardı. Bunlar dünyalık her şeyden caymış çileci yaşantılarıyla, her an ölebilecekmiş gibi yaşarlardı. Ölüme yönelmiş halde bulunur ölümü bir son bir nihayet değil, aksine eternal devinimin bir gerekliliği olarak görürlerdi.
Katharlara göre Katolik kilisesi; şeytaniliğin, kötülüğün vücut bulmuş hâliydi. Roma, sevgiyi iktidarında tutsak tutuyor, eritiyor yok ediyordu. Roma; "amor'un, sevginin/aşkın karşıtıydı. Yani kısaca roma, sevgisizlikti. Katharlara göre Katolik Kilisesi'nin haçı paganların putlarından çok daha müptezel, çok daha tehlikeli ve resmi bir puttu. Katharlar insanlığın acınası halinin kanıtını kiliselerde tapınmalarında görürlerdi. Onlar için ise bir açıklık ya da çatı altı, ibadetlerini için kâfiydi. Şekilperestliği ciddiye almayan insanlardı. İbadeti şaşalı mekânlarla kısıtlamak inançlarına aykırıydı. Katolisizmin sembolik ve pratik dizgesini topyekün red ettiler. Kilisenin sembollerine, ritüellerine ve hiyerarşisine asla uymadılar. Proto Hristiyanlara benzediklerini düşündükleri için onlar da ruhban sınıfını tanımadılar. Katharların kanaatine göre katharist öğreti, Katolik teolojiye nispetle çok daha kadimdi. Katoliklerin uluhiyet atfettikleri haç ise, Katharların nazarında hürmete layık olamayacak şekilci bir işkence enstrümanıydı. Bunu tarihin her döneminde çarmıha gerilen insanlarla kanıtlıyorlardı üstelik. Işıltılı mücevherler, kutsal kâse, para, azizlerden yadigâr kutsal emanetler de yine önemsiz tapınma eşyaları olarak red edilmişti. Hepsini birer put olarak görüyorlardı.
Ben ise onların arasında yaşamaktan keyif alıyordum. Kathar halkının bilinç düzeyi o yüzyıl ve o coğrafya için bir devrim niteliğindeydi. İnsana hayvana bitkiye her şeye değer veriyor hürmet gösteriyorlardı. Kimseyi incitmemeye çalışıyor düşmanlık beslemiyor kendilerini tekamül yolunda mütevazı öğrenciler olarak görüyorlardı. Gerçekten aradığım huzuru bulduğumu düşündüğüm, uzun yıllar bu bölgede kalmayı planladığım zamanlardı. Bilgi kültür eğitim ve öğrenimi çok önemserlerdi. Çalışmak erkek kadın elele tüm insanların ilk göreviydi. Alçak gönüllülük çalışkanlık ve dürüstlük en önemli meziyetleriydi. Tanrı ruhsal bir varlıktır o sevgidir diyorlardı. İnsanların arasındaki bu sevgi hoşgörü ve samimiyet beni iyiden iyiye içlerine çekmeye başlamıştı. Tabi ki tarih tekerrür etmekte gecikmedi. Güzel insanlar güzel zamanlar yeryüzünde asla uzun ömürlü olmuyordu.
Hızla yayılan bu mezhep karşısında etekleri tutuşan Katolik kilisesi, sözüm ona sapkınları dizginleyebilmek için Albigenes haçlı seferlerini organize etmeye karar verdi. Çünkü Katharların üzerine attıkları lanetleyen öcüleştiren iftiralar işe yaramamıştı. Katolik rahiplerinden bile Katharizme geçenler çıkmaya başlamıştı. Katharları sapkınlıkla ve kulamparalıkla suçladılar.
Tarihte ilk engizisyon mahkemesi, Kathar mezhebine mensup olanları yargılamak için kuruldu. ilk engizisyon yangını da yine Katharların küllerini savurmak için çıkarıldı. Papa; Katharları, Müslümanlardan daha öncelikli ve kötü düşmanlar olarak tanımladı. Kral ve kilise elele vererek kendi halinde bir hayat süren bu Katharları katletmek için meşhur haçlı ordularını hazırladı. Ganimet elde etmek ve günahlarından kurtulmak amacıyla yola çıkan ordu, güneydeki bu bölgenin zenginliklerine göz dikmişti.
Ilk saldırı benim yaşadığım yer olan Beziers'a yapıldı. Ilk gün şehre teslim edilmesi için 220 kişilik kafir listesi verildi. Şehir halkı bunu kabul etmeyince ertesi gün çoğunlukla Fransız lord ve Baronlarının şövalye ve piyadelerinden oluşan 30 bin kişilik bir ordu Beziers 'ta taş üstünde taş bırakmadı. Haçlı orduları şehre girip katedrale kadar saldırdılar. Fakat o katliamdan kaçan insan kalabalığı arasında kim Kathar kim Katolik ayırt edemiyorlardı. Bunun sonucunda kuzeyli baronlar haçlı seferlerini roma adına yöneten başpapaza gelerek sordular " Kathar sapkınları ve Katolikler katedrale sığındılar. Tanrının kullarını şeytana tapanlardan nasıl ayıracağız?" Dediler. Tarihe kasaplık günü olarak geçecek o gün başpapaz bu soruyu şöyle yanıtladı. "Hepsini öldürün. Tanrı kendi kullarını ayırır." Sonrasında Kathar ya da Katolik bakılmaksızın erkek kadın çocuk yaşlı genç sakat demeden hiç bir vicdan ibaresi gösterilmeden bütün yerel halk acımasızca katledildi. Yapılan katliam vahşice ve kontrolsüzdü. Güney Fransa'nın zengin ve önemli bir kesiminden oluşan bu halka büyük ölçekte etnik bir temizlik ya da sevilen tabirle soykırım yapıldı. Tüm toprakları aç gözlü Fransız kralı ve kilise tarafından ilhak edildi. Engizisyon kurularak direnişin son kalıntıları da silindi. Katharlara ait olan yerleşim yerlerinin hatırı sayılır kısmı tarumar edildi ve lanetli bir yer haline getirildi. Haçlı birlikleri, ilhak edilen topraklardaki bütün ekinleri ateşe verdiler. Şehirler ve kasabalar yağmalandı. Kilisenin zengin Katharların mal ve topraklarını ele geçirmesi bundan sonraki aslında para için oynanan kirli iftiraların başlangıcı oldu. Aç gözlü kilise doymuyordu.
Beziers katliamından sonra diğer Kathar şehirleri Perpignan, Narbonne, Carcassonne ve Toulouse kuşatılarak işgal edildi. Direnenler de teslim olanlar da engizisyon mahkemelerince yargılanıp işkencelere tabi tutuldu. İşkence sürecinde ölmeyenler ise kazıklarda diri diri yakıldı.
Bu olanlar karşısında dehşete düştüm. Gittiğim yere ateşi ben götürüyormuşum gibi geldi. Ama artık içeriden değil dışarıdan bakan bir göz olduğum için her şeyi tüm çıplaklığı ile görebiliyordum. Zenginlik ve güç hırsı masum insanları katletmeyi mübah kılıyordu. Hak, haklı olana değil güçlü olana veriliyor; güçlü olan haklı oluyor, sonra da ne yapsa yeri oluyordu. Kilise 35 yıl içinde muazzam bir soykırım yaparak yeryüzünde hiç bir Katharlı bırakmadı. Son Katharlar 1244 montsegur şatosunda uzunca bir süre direndiler. Yaklaşık 225 Kathar engizisyon mahkemelerinde işkenceyle dinlerinden dönmekten ise elele ateşe atlayarak intiharı ve dilden dile dolaşan bir efsane olmayı seçtiler.
Kilisenin bundan sonra ki hedefi ise bildiğin gibi tapınak şövalyeleri oldu. Çünkü tapınak şövalyeleri de oldukça varlıklı zengin bir kesimden oluşuyordu."
Bora eliyle işaret yaparak araya girdi.
"Beziers katliamında kimseyi kurtarmadın mı yani? "dedi şaşırarak çünkü Eva'nın elinden geldiği kadar müdahale eden bir yapısı vardı.
"Hayır müdahale etmedim sadece izledim."
"Bir sebebi var mı peki? Kendini nasıl durdurabildin?"
"Bora yaşadığım bin yıllar içinde bu ve buna benzer katliamların o kadar çok içinde bulunup o kadar çok şahit oldum ki. Bu konuda artık gerçek anlamda soğuk kanlıyım. Gerçi ben her anlamda soğukkanlıyım ama konumuz bu değil. Şu anda da Dünyanın bir yerlerinde katliamlar oluyor insanlar işkence görüyor ya da vahşice öldürülüyor. Yanılmıyorsam şu an 66 ülkede savaş var. Hiç bitmiyor hiç sonu gelmiyor ki. Vahşet her yerde." "Haklısın. Bu açıdan hiç düşünmemiştim."
"Neyse dediğim gibi tapınakçılarda katledildi. Kiliseye göre kıyaslandığında aslında daha dindar ve düzgün yaşıyorlardı bu şövalyeler. Kudüs'e giden yolları koruyorlar ve kendilerince inandıkları bir misyonu savunuyorlardı. Ama bu yolları korurken ticaretinde etkisiyle çok zenginleşmişlerdi. O yüzden kilise yanan oklarını bu sefer tapınakçıların üzerine çevirdi. Çünkü ortada bir zenginlik var ise Müslüman, Kathar, Yahudi, pagan ya da Hristiyan fark etmiyordu. Önemli olan o zenginliği, gayrimeşru yolları meşru gösteren dini fermanlarla kamufle edip hayata geçirmekti. Ve kilise bu konuda gerçekten çok iyiydi. Müslümanlara haçlı seferleri, Katharlara kafir avı, ispanyada yasayan Yahudilere sahte Hristiyanlar, tapınakçılara şeytana tapanlar, paganlara cadı veya şeytanın hizmetkarı diyerek yaftalayıp; caniliklerine siyah cübbeler giydirerek eyleme geçiyorlardı. Tapınak şövalyelerine de sapkınlık, kâfirlik, şeytana tapma, oğlancılık gibi suçlamalarda bulunuldu. Kimsenin savunması ya da bu iftiraları red etmesi umursanmadı. Ve o meşhur 1307 yılının 13. Cuma günü tüm tapınak şövalyelerinin tutuklanması ve mallarına el konulmasını emredildi. Şövalyelerin yüksek üstadı ibreti alem olsun diye Paris meydanında kazığa bağlanarak diri diri yakıldı.
Tüm bu olanlardan sonra bölgeyi terk ederek o dönemde biraz daha sakin olan İspanya'ya geçtim. Ama ben gittikten sonra kilise ve engizisyon mahkemeleri tabi ki boş durmadı. Sürekli çalıştılar. Bir de şu meşhur cadı avları vardı. Kadın düşmanlığının ete kemiğe bürünerek sistemin engizitörler tarafından keyifle yürütüldüğü yıllardı.
Cadı diye bir şey yok aslında büyüyle uğraşan insanlar var bu da bin yıllardır olan bir şey zaten. Tamam tuhaf ayinler ve başka insanlara zarar verecek kötücül büyüler yapan insanlara karşı bir tavır gelişmesini anlıyorum. Büyücülük hala çok yaygın olan bir şey tarihin hiç bir döneminde de önüne geçilebilmiş bir durum değil. Ama büyü yapıyor diye bir insanı yargılayıp kötü lanetli damgası vurup sonra da türlü işkencelere tabi tutarak diri diri yakmak diğerlerini iyi biri mi yapabilir mi? Üstelik onların yaktığı 100 kişiden belki bir tanesi bahsettikleri büyülerle uğraşan kadınlardandı.
İspanya'ya gittiğimde yine kendime sessiz sakin bir yer aradım. Avrupa'nın yanıp yıkıldığı bir döneme kıyasla gerçekten sakin bir kasaba bulup yerleştim. Kilise yine iş başındaydı ve adeta beni kovalıyormuşçasına bu seferde gözünü ispanyanın üzerine dikmişti. O yüzden bu bölgede huzurumda yine onlar gelene kadar sürmüştü..
Vatikan'ın engizitör olarak görevlendirdiği Dominik papazlarından oluşan heyetler henüz ispanyaya ulaşmamıştı ama ülkenin vatikana bağlı diğer papazları cennetten arsa satıyor ya da belli bir meblağ karşılığında cehennemde yandığını iddia ettiği akrabalarınızı cehennemden çıkarıyorlardı. Ne komik bir tiyatro değil mi?
Doğuya düzenledikleri haçlı seferlerinde hezimete uğrayan papa ve kardinalleri Katharlara yaptıkları gibi topraklarını gasp edebilecekleri varlıklarına ve paralarına el koyabilecekleri yeni kafirler aramaya başladı. Papa engizitörlerini ispanyaya da bu yüzden yollama kararı aldı. Buradaki yeni Hristiyan olmuş Yahudilerin icabına bakarak onların parasına el koyacaktı. Papa onların gizlice Musevilik dinine inanmaya devam ettiklerini düşünüyordu. Ya da öyle olduğunu iddia etmeyi gerekli görüyordu. Çünkü tüm amaçları diğer mahkemelerde olduğu gibi kontrol ve zenginlikti.
Gelen engizitörler şehirlerde dini fermanı okuyor günah işleyenlerin bir dinsizlik içinde bulunanların 30 gün içinde gelip itiraf etmesini söylüyorlardı. Gönüllü olarak gelip küçük suçlarını itiraf edip Katolik kilisesine bağlılık yemini ederek bir kaç kafiri ihbar edenler ceza almadan serbest bırakılıyordu. İtirafa gelmeyenler hakkında ise istihbarat toplanıyor ve suçlamalarda bulunuluyordu. Suçlanan insanların davaları ve gözaltında tutulmaları bir yıl kadar sürüyordu. Bir yıl içinde yapılan işkencelerden sağ kurtulanlardan kimisi 5-10 yıllığına sürgüne gönderiliyor kimisi asılarak öldürülüyor büyük bir çoğunluğu da canlı canlı yakılıyordu.
Cadılarla ilgili ise engizisyon mahkemelerindeki yargılamalardan sonra tuhaf gelişmeler ortaya çıktı. Heinrich Kramer isimli kadın düşmanı bir papaz yargılanan bir kadına cinsel sorular sormaya başladı. Diğer papazların şaşkın bakışları karşısında her nasılsa cadılığın tüm belirtilerini kendinin çok iyi bildiği ve diğer insanların bilmediği kanısına vardı. Ve cadılığın çekici isimli iki yüz küsur sayfalık bir kitap yazdı. Sahte bir papalık belgesiyle birleştirdiği kitabı o günden sonra tüm bu engizitör canilerinin el kitabı oldu. Kitabın tanımlamalarına göre cadı sınıfına girmeyen kadın neredeyse yok gibiydi. Öyle belirtilerden bahsediyordu ki engizitörlerin karşısına gelen herhangi bir kadının oradan masum olduğuna kanaat getirilerek serbest bırakılması imkânsıza yakındı. Suçlamalara tabi tutulan kadınlara en hafifinden en ağırına kadar işkence yapılıyor ve cadı olduğunu itiraf etmeye zorlanıyordu. İtiraf ederse cezası diri diri yakılmak oluyordu. Ama masum oldukları halde öyle işkenceler yapılıyordu ki çoğu bir an önce kurtulmak için ölmek istiyordu. Bu yüzden evet cadıyım deyip öldürülen aslında tek suçu şifacı olmak ya da sevişirken zevk almış olmak olan çok kadın vardı.
Gerçekten karanlık çağlardı. Avrupa kendi karanlığında boğulmuş kendi kuyruğunu yiyen bir yılan gibiydi. Kendi coğrafyasının insanlarını büyük bir keyifle katlediyordu.
Tarihin dönemlere verdiği isimler genelde bu kadar tutarlılık göstermez. Ama engizisyon yangınının tutuşturduğu Avrupa zifiri bir dumanın içinde yüzüyordu. Ölümün ve ölüm korkusunun sisi tüm insanların ruhlarına çökmüştü. Ölmemek için başkalarını suçlamak iftira atmak normal bir durum hâline gelmişti. İnsanlık derin bir uykuda, tüm vahşi ve cani duygular ataktaydı. İnsan insana işkence etmekten öldürmekten zevk alıyordu. İnsanların tüm insanlıklarını yaktıkları, diri diri insan yakılan yerde inanç gösterisi denilen bir şölen yapılıyordu. Büyük paralar harcanarak hazırlanan sahnelere yakılacak masum ya da engizisyonca suçlu insanlar getiriliyor ve seyretmeye gelen binlerce çocuklu çocuksuz aileler ve insanlar önünde tüm o çığlıklar haykırmalar yalvarmalar eşliğinde yakılıyordu.
O dönem Avrupası gerçek barbarlardı. Bu törenler dolup taşıyordu. Bunu bir şölen olarak görüyorlardı. Ben ise onlardan çok daha insandım.
Günlerim bu olanları dehşetle izleyerek geçerken bir anda Mariska'nın pis oyunuyla tersine döndü. Kendimi tüm bu caniliğin ortasında onların tüm tanımlamalarına uyuyorken buldum üstelik. Dediğim gibi ispanyada sakin bir yere yerleşmiştim engizisyon benim olduğum kasabaya da gelmişti ama kimse beni tanımadığı için varlığımdan kimsenin haberi olmadı.
Geceleri kasabalarda bu inanç gösterisi dedikleri törenler yapılıyordu. Bir yandan yakılan insanlar bir yandan kimse şöleni kaçırmasın diye geceyi gündüz gibi aydınlatan binlerce mum. Geceleri bazen bu şölenlere gidip insanlığın bu hali üzerine düşünüyor içimde kalan can çekişen son insan olmaya ait parçamı korumak mı yok etmek mi gerek bunu düşünüyordum. Gündüzleri ise evimde zaman geçiriyor insanlarla bir arada bulunmuyordum.
Cadı avına çıkıldığı bu yıllar benim içinde çok tehlikeli bir dönemdi. Binlerce masumun öldürüldüğü bir dönemde karşılarına çıkabilecek gerçek cadı tarifine en yakın yaratık bendim. Ve bunu asla kaçırmazlardı. Varlığımdan haberdar olan biri ihbar edebilirdi. O yüzden dikkatli ve temkinli davranıyordum. Ama yine de yakamı sıyıramadım.
Mariska'nın ayarladığı bir oyunla hayatımın en kötü anlarını yaşadım.
Mariska o bölgede yaşayan bir köylü kadın kılığına girip yanına köyden tanınan birilerini daha alip şahit göstererek engizitörlere gitmiş. Masum insanlara büyüler yapan bir cadı olduğumu, şeytanla iş birliği yaparak güçlendiğimi ve şeytana insan kurbanlar vererek kanlarını içtigimi falan söylemiş.
Hiç bir şeyden haberimin olmadığı bir gece evimin kapısı çalındı. Disarda bir sürü insanın toplandığını ve benden korktuklarını hissettim. Evimin etrafı papaya bağlı askerler tarafından sarılmıştı. Köylüler de olacakları izlemeye gelmişlerdi ve bir halka da onlar oluşturmuştu evimin etrafında. Ellerinde meşalelerle aç bir köpek gibiydiler. Hepsi o an ne işi varsa bırakıp gelmişti. Evini yakalım kazığa bağlayalım haça gerelim diye bağrışıyorlardı dışarıda.
Kapıyı açtım önümde üç tane engizitör arkalarında bir sürü onlara bağlı asker ve beni linç etmeye gelmiş ağzından köpükler saçan köylüler. Engizitörlerden biri hakkımda cadı olduğuma dair iddia olduğunu beni almaya geldiklerini söylediler. İnkâr ettim ve yakaladığım bir boşluğu kullanarak kaçmaya çalıştım ama köylüler ve askerler sıkıştırarak beni yakaladılar. Vuranlar üstümü başımı parçalayanlar.. Hepsi delirmiş gibiydi. Yakalandıktan sonra evimi yağmalayıp ateşe verdiler. Bana da izlettiler. Eşyalarımı alıp kaçanlar şarkılar söyleyerek evimi ateşe verenler ateşin önünde dans edenler.. Kutlamaları bittiğinde beni döverek ve sürükleyerek işkencelerin yapıldığı zindanlara götürdüler. Hiç ışığın dahi olmadığı bir hücreye kapatıldım. üzerimdeki paramparça olmuş kıyafetlerimi de çıkararak beni el ve ayaklarımdan duvara zincirlediler. Çaresiz bir şekilde buradan nasıl çıkacağımı düşünmeye başladım. Ama kurtulma ihtimalim çok düşüktü. İşkenceye başladıkları zaman insan olmadığımı hemen anlayacaklardı ve bu seferde beni kutlamalarla yakmak için ellerinden geleni yapacaklardı. O anda sona geldiğimi hissettim. Çok kalabalıklardı ve ben zincire vurulmuştum. Hiç bir şansım yoktu. Üç gün boyunca olduğum zindana kimse gelmedi zifiri karanlıkta öylece bekledim ve ne yapacağımı düşündüm. Tek duyduğum şey diğer koğuşlardaki kadın ve erkeklerin çığlık atan yalvaran ağlayan insanların sesleriydi. Sabahlara kadar acıyla haykırıyor merhamet etmeleri için yalvarıyorlardı.
Üçüncü günün sonunda birisi olduğum koğuşa gelerek ertesi sabah yargılanacağımı söyledi. Yarın son günüm olabilirdi. Zifiri karanlıkta yaşadıklarımı düşündüm. Böyle bitmemeliydi dedim kendi kendime. Böylesine pis kokan dışkı ve kurumuş kanla sıvanmış taş duvarların arasında günler geçirip sonra da bir kaç kendini bilmez yobazın elinde yanarak mı ölecektim. Hayat yolculugumun sonuna geldiğime değil bu berbat yerde ve canilerin elinden olacağı için üzüldüm. Elimden geleni yapacak olsamda buradan çıkabilme ihtimalim çok düşüktü.
Her zaman çevremdeki bütün organizmalardan daha güçlü olduğum için şu an yaşadığım bu absürt ne olduğu belli olmayan aciziyet ruhumu çepeçevre sarmıştı. Zapt edilmesi mümkün olmayan bir korkum vardı. Bir yanım teslim ol ve bitsin artık bu hikaye diyordu. Ama bir yanımda böyle insanların elinde böylesine bir acıyı hak etmediğimi ve mücadele etmem gerektiğini haykırıyordu. Yıllardır yaşamadığım bir korkunun derin sularında yüzerken bulmuştum kendimi.
Bir an tuhaf bir gerçeği fark ettim şaşırarak. O anda anlamamam normaldi ama peki ya bu sonu olmayan üç gün içinde nasıl fark edemedim? Bir korku bir de Teslim olmuşluk girdaplarında olduğum için belki de hiç düşünmemiştim. Beni almaya gelen o kadar kişi ne olduğumu kim olduğumu biliyorlardı. Bir sürü evin basılışını görmüştüm. Ancak bir ya da iki engizitör bir ya da iki asker eşlik ediyordu onlara. Benim evim ise halk asker ve papazlar tarafından çepeçevre sarılmıştı. Biri beni ihbar etmişti. Biri beni bu adamların önüne atmıştı. İşte o an mariska'nın planladığı bir oyunun içinde olduğumu anladım. Ve bütün savunma mekanizmam algılarım kaslarım yeniden çalışmaya başladı. Ne olursa olsun buradan kurtulmam gerekiyordu kurtulup o mariska'nın bu kalleşlik ve canilik dolu hayatına son verecektim.
Sabahın ilk saatleriyle kaldığım koğuşun kapısı açıldı. Yeniden çığlık seslerini fark ettim. Geldiğimden beri hiç susmayan tüm çığlık ve feryatlara beynim bir süre sonra duyarsızlaşmış aslında duymaya devam etsemde algılamayı bırakmıştım. Zaten düşüncelere daldığım o zifiri karanlıkta ben bile yoktum sadece ruhumla baş başa geçirdiğim üç günlük bir süreç vardı. Açılan kapıdan çığlıklarla beraber ikişer ikişer dört asker girdi. Sakince teslim ve mağlup olmuş görünerek hiç bir harekette bulunmadım. Ama artık teslim olmayacağıma karar vermiştim. Beni tahta masa ve arkasındaki tahta sandalyelerin üzerinde oturan engizitörlerin karşısına getirdiler. Büyük bir mahkeme salonuydu olduğum yer ben biraz daha arka tarafa alınmıştım benden önce ki sorgulamaları izlemem için arka taraftaki işkence aletlerine yakın bir konumdaydım. Salona girdiğim anda zaten çığlıkların geldiği yeri fark etmiş hemen başımı sağ tarafta işkence gören kadına doğru çevirmiştim. Benim gördüğüm anda kadın arkadan bağlanmış ellerine dolanmış bir halatla yukarı kaldırılıyordu ayağına bir takım ağırlıklar yüklenmişti. Kadın yükseldikçe geriye doğru dönen omuz kaslarının verdiği ağrıyla çığlık atıyordu. Kadının olduğu halatı yükselten rahipler itiraf et itiraf et diye bağırıyorlardı. Kadın bütün vücudu titreyerek göz yaşları içinde ben masumum dedikçe halat yukarı kalktı ve nerdeyse bütün salonun duyabileceği yükseklikte tok bir ses geldi bayılan kadın yere bırakıldı. Omuzları çıkmıştı.
Kadının üzerine bir kova su dökerek ayılmasını sağladılar başının üzerinden dönen arkadan bağlı elleri artık önünde duruyordu. Rahipler ayağa kaldırarak bel hizasında masaya benzer bir yere taşıdılar kadını ve ellerini çözerek masanın üzerine yerleştirdiler. Kadının gözleri yuvalarından çıkmış gibi korkuyla açılmıştı. Bir tanesi kadını tutuyor diğeri kolunu sabitliyordu. Elinde kerpetene benzer bir alet tutan diğeri sabitlenmiş olan eli kavrayınca niyetlerini anladım. Kadının tırnakları çekilmeye başlanmıştı. Kadının çığlıkları tüm salonda yankılanırken önümde oturan sırasını bekleyen diğer mahkum kadınlar korkuyla titrediler. Rahip çektiği her tırnak sonrası etle ayrılan tırnaktan kanlar fışkırıyordu. Günlerdir beslenmememe rağmen kan kokusunun tüm duvarlara işlediği bu salonda nedense iştahım hiç kabarmıyordu. Çünkü önceliğim beslenmek değil buradan kurtulmaktı. Kadının çekilen son tırnağıyla beraber başımı tekrar kadına çevirdim yuvasından çıkan gözlerinin artık nereye baktığı anlaşılmıyordu adeta yuvalarında dönüyordu gözleri. O an kadının aklını yitirdiğini anladım. Kadın acıdan aklını serbest bırakmıştı. Rahipler kadına itiraf et diye bağırırken kadın anlamayan gözlerle adamlara baktı. Baş engizitör diğer rahiplere ve askerlere dönerek
"Şeytan ruhunu tamamen ele geçirdi. Ruhunu huzura erdirmek için yarın ateşle günahlarından arındırılıp ruhu özgürleştirilecek." dedi ve askerlere kadını koğuşuna götürmeleri için işaret verdi. Kadın askerler tarafından taşınırken ayakta bekleyen diğer askerler önümde zincirlenmiş başka bir kadını salonun işkence yapılan köşesine doğru sürüklemeye başladılar. Baş engizitör kadının hakkındaki suçlamaları okudu. Bitkileri birbirine karıştırarak hastalığı olan insanların güçsüz ruhlarını şeytana satmaları için özel karışımlar hazırlamak. Kadın suçlama okununca insanları tedavi etmeye çalıştığını şifacı olduğunu iyileştirdiği bir sürü insan olduğunu haykırmaya başladı. Ama baş engizitör
"sen bir büyücüsün ve artık günahlarını itiraf edip af dileyip günahlarından arındırılacaksın. Şeytanın sesini dinleme suçlarını itiraf et" dedi. Kadın çığlık çığlığa elleri ve bacakları ayrı ayrı iplerden gerdirilerek bağlandı. Sağ eli bir rahibin başında durduğu bir makaraya sol eli başka bir rahibin durduğu bir makaraya yine ayakları da farklı bir makaraya bağlanmıştı. Kadının yakarışları hiç kimse tarafından duyulmadı. Engizitor başlayın diyerek emir verdi dört rahip birbirlerine bakarak aynı anda makaraları çevirmeye başladılar. Kadının çığlıklarını bastırmak isteyen baş engizitör kadının yanına gelerek
"Şeytanın hizmetkârlığından çık suçlarını itiraf et" diyerek kadının kafasını tutarak salladı ve rahiplere göz işaretiyle makaraları biraz daha çevirin diye talimat verdi. Can havliyle hareket etmeye çalışan kadının kafasını tekrar tutarak aynı şeyleri söyledi. Ve kadının itiraf etmesini bekleyerek diğer bekleyen kadınların önüne doğru geldi. Hepsinin yüzlerine anlamlı bir bakış attı. Sıra bana geldiğinde başımı eğdim gözlerimden ona neler yapacağımı anlayıp güvenlik önlemlerini arttırmasını istemiyordum. Kadın bir süre gerilen ipler üzerinde acı içinde kıvrandı merhamet dilendi masum olduğunu söyledi ama hiçbiri kimsenin umrunda değildi. Duymak istedikleri cümlelere odaklanmış engizitörler bunun dışındaki cümleleri adeta duymuyorlardı.
Bir süre tüm salon sessizce kadının yakarışlarını dinledi. Baş engizitöre baktım yüzünde bezgin bir küçümseyiş ve iğrenme ile kadının korkuyla idrarını yaptığı birikintiye bakıyordu.
Kendime döndüm bileklerimi kavramış olan güçlü zincirlere baktım. Salondaki askerlere ve rahiplere göz gezdirdim. Kendime güvenim tam olsa da umudum hiç yoktu. Benim buradan canlı kurtulmamı sağlayacak olan şey mariska'ya olan nefretim ve bu canilerin elinde son bulma korkumdu. Korkumun her saniye damarlarımda daha da fazla çağladığını hissettim. Sıramın ne zaman geleceğini bana ne yapacaklarını bilmiyordum. Bu bilinmezlik içinde güvendiğim tek şey iç güdülerimdi. Gücümün ne boyutlarda olduğunu bıçağın kemiğime dayandığı böyle anlarda tecrübe etmiştim. Kendi kendime şaşırarak başardığım şeylere kurtulduğum durumlara hayret etmiştim. Ama gücümün ne sınırını ne boyutunu bilmiyordum. Bu kalabalık salonda belki birazdan belki bir kaç gün sonra çok tehlikeli bir kumar oynayacaktım.
Bizim varoluşumuz da yaşam ve ölüm diye bir seçenek yoktu. Bizim seçeneklerimiz sonsuzluk ve yok oluştu. Var olmanın ve yok olmanın tam olarak tanımlanamadığı bir arafta sonsuz bir savruluştu. Benden tüm ailemi tüm insanlığımı yaşamımı nefesimi alan o kaltagın kurguladığı oyunla bu pis canilerin elinde yok olamazdım. Hikayemin başlangıcında ne bir söz hakkım ne de engel olmama yetecek bir gücüm vardı ama bu hikayenin sonunu ben yazmalıydım.
Kol ve bacaklarından gerdirilen kadının neticesiz feryatları azalmaya yer tutmuştu ki baş engizitör rahiplere başıyla makaraları tekrar çevirmeleri için hareket yaptı. Tüm salon nefesini tutmuş kadını ve rahipleri izliyordu ki kadının gerilen kas kirişlerinin sesi duyulur hale geldi ve makaranın son çevrilişiyle beraber kemiklerin yuvalarından çıktığını anladığımız o tok sesi duyduk kadın başını geriye doğru atarak
"İsa'nın laneti üzerinize olsun tanrının laneti üzerinize olsun kutsal ruh benim intikamımı sizlerden alsın" diyerek beddua etmeye başladı. Kadını bir süre daha o halde beklettikten sonra ipleri çözüp onu da koğuşuna gönderdiler çünkü lanet okumakta bir tür itiraf olarak kabul ediliyordu.
Mahkeme hiç ara vermeden devam etti. Yirmili yaşlarında genç bir kıza geldi sıra. Bembeyaz tenli uzun sarı saçlı bir kızdı eli yüzü kir içinde yağlanmış pislenmiş saçları kendi renginden bir kaç ton daha koyu bir sarı olarak görünüyordu. El ve ayak tırnakları çekilmiş sırtındaki derin kesikler iltihap kapmıştı. Engizitör suçlamayı okudu. Genç kız evli bir adama aşıktı onu sevmiş onunla birlikte olmuştu. Ama birlikte olduğu adam ondan kurtulmak için kadın hakkında şeytanla iş birliği yapan seksle onu bastan çıkarmaya çalışan bir cadı olduğunu söylemiş. Kendisini etkilediği bir anda onunla seviştiğini ve sevişirken kadının şeytanın etkisine girerek çok fazla zevkle haykırarak transa geçtiğini söylemişti. Genç kadına suçlama okunduktan sonra cadı olduğunu itiraf et günahlarından arın diye emir verildi. Genç kadın başını bile kaldırmadan
'Ben cadı değilim sadece o adama aşık olmuştum.' dedi. Engizitör sinirle ve bezginlikle kafese alın dedi. Genç kadına tekrar döndü 'itiraf et ve bağışlanmak için yalvar.' dedi. Genç kadın "Ben masumum" diyerek rahiplerin sürüklemesine gerek kalmadan kafese doğru yürüdü. Bu alet kafir kafesi dedikleri şeydi. İçine oturtturulan kadının üzerine kapatılan üst bölümünün içine vücudunun belli bölümlerine girecek kazıklar yerleştirilmişti. Kan kaybetmesi ve acı çekmesi için fazlasıyla yeterli ama ölmesine yetmeyecek kazıklardı bunlar. Bunu görmeye katlanamayacağımı hissederek başımı eğdim.
Ama başaramadım. Tekrar kıza döndüğümde kafese oturmuştu. Avuçlarında paramparça edilmiş hayalleri vardı. Aşk sandığı o uçurumdan acımasızca itildiği ölümün zeminine ulaşmak üzereydi. Rahiplerin talimatıyla çaresizlikle kucağında birleştirdiği kanı kurumuş ellerini uysallıkla oturduğu yerin kollarının üzerine koydu. Rahipler bileklerinden dirseklerinden ve omuz altlarından bağladılar. Sonra boynunu başını bacaklarını ve belini sabitlediler. Genç kız ne direniyor ne de yalvarıyordu. Sanki orada değil de başka bir yerdeydi. İçindeki bir şey burada olanlardan daha çok acıtıyordu canını. Sevdiği adam tarafından acımasızca terkedildiği ölümü istiyordu. Bambaşka bir boyuttaydı. Birazdan olacaklar herkesin kanının donmasına sebep olmuştu. Ağlayan yalvaran yargılanma sırasını bekleyen diğer kadınlar dahi susmuşlardı. Rahipler üzerine kapatılacak olan kazıkları kontrol ettiler ve yeniden engizitöre dönerek emri vermesini beklediler.
Bir kez daha başımı yere eğdim. Hem bunu görmeye dayanamayacak olduğumu düşünüyor hem de buradan kurtulmak içimde uyuyan o gücü ve içgüdüyü bu göreceğim şeyin uyandıracağını hissediyordum. Rahipler kapağı tutmuş engizitörün baş hareketini beklerken güçlükle başımı kaldırıp genç kıza baktım üzerine kapanacak olan kazıklara bakıyordu iki tanesine gözüne kol ve omuz başına karnına rahimine bacaklarına girecek kazıklar... kızın aklını yitirmiş olmasını diledim ama salondaki manzaraya bakılınca asıl aklını yitirenlerin hiç bir duygu hissetmeksizin bunları yapanlar olduğunu gördüm. Ve baş engizitör başıyla işaret verdiğinde iki rahip kapağı kapatmaya başladılar. Önce yavaş hareketlerle yakınlaştırıp kızın bedeniyle buluşacağı anda birden yüklenerek kapattılar. Demir kafesin içinde kalmış kızın çığlığı salonu adeta yırttı. Kız ciğerlerini kanatan çığlığında boğulurken oturtulduğu yerden aşağı kan boşalıyordu. O kafesten sağ çıkamazdı çıksa da bir kaç saat içinde kan kaybından ölebilirdi. Kızın düşüncelerinin yoğunluğu kendimi sarhoş gibi hissetmeme neden olmuştu. Saf acıya dönüşmüş olan beyni acının yoğunluğunu hissedemez olmuş ama hala bilincini bırakmamıştı. İçimden bırak kendini diye kızıyordum ona. Bedenine bir hükmü olmasada beynini bilincini özgürleştirebilirdi. Ama kızın iradesi çok kuvvetliydi. Kendi sınırlarının kenarında dolaşıyor aştığı sınırlarda acının bambaşka boyutlarına odaklanıyor bu da bilincinin açık olmasına neden oluyordu. İçimden küfür ettim ona o kafesin içinde neyin keşfindesin bırak kendini bırak dedim. Ama inatla hala yaşıyordu ve bilinci açıktı. Bilincimi ondan ayırarak mahkeme salonuna döndüm tekrar. Önümdeki kadınların titreyişi bulunduğum yeri bile sarsıyordu. Engizitör geriye kalan davaların öğleden sonra görüleceğini ilan etti ve rahiplere dönerek kafesteki kızı çıkarmalarını yaşıyorsa koğuşa götürmelerini söyledi. Benim başımdaki askerler beni zincirledikleri yerden kaldırarak kaldığım koğuşa doğru götürmeye başladılar. Tam o sırada rahipler kafesin kapağını yine bir seferde kuvvet uygulayarak açtılar. Vücuduna giren kazıklar çıktığında genç kız yine bir çığlığın içinde boğuldu ve derin bir inlemeye teslim oldu. Oturduğu yerden kaldırılıp koğuşuna doğru sürüklenmeye başladı. Geçtiği yerlere bir kan denizi bırakıyordu. Arkama dönüp tekrar baktığımda göz çukurlarındaki iki yarıktan beyaz tenine akan kanla yüzünün boyandığını ve sarı saçlarının bulanmış olduğu o kan kızılı tonu hafızama kazıdım. "Sen benim gücüm olacaksın genç kadın. Senin ve diğer tüm kadınların intikamını alacağım." Derin bir nefes vererek sigara paketine uzandı Eva. Bora dayanamayarak araya girdi.
"Yani bu cadılık konusu ile ilgili o kadar kadının yakılmasını bir şekilde kadın düşmanı bir adamın yazdığı sahte evraklarla desteklenmiş bir kitap mı tetikledi? Ki anlaşılan bu adam hasta ruhlu kompleksli biri sözde akıllılar ona uydular öyle mi? " Eva sigarasından çektiği dumanı üfleyerek
"Her insanın içinde bir yerlerde acımasız vahşi bir yanı vardır. Buna ister vahşi yaşamdaki atalardan kalan hayatta kalma öldürme iç güdüsü de ister başka bir şey. Kötülük sadece zalim bir ruha sahip olan insanlar tarafından yapılan bir eylem değildir. Tüm şartlar uygun olduğunda ve tetikleyiciler sağlandığında insanoğlu vahşi bir yaratığa dönüşebilir.
Heinrich Kramer ise zalimliğine ve caniligine çok fazla taraftar ve yoldaş bulmuş bir adamdır. Aslına bakarsan bir otorite olmaları ve insanları itaat etme psikolojisine bürüdükleri için Hitler ya da Cengizhan da farklı bir kategorideki zalim isimler. Zulmetmek, psikopatlara, fanatik sadistlere özgü bir şey değil. Emirlere sorgusuz sualsiz itaat eden yüz binlerce hatta milyonlarca insan hep var oldu Dünya üzerinde. 'İnsanların çoğunun muhakeme yeteneğinin olmaması, muktedirler için ne büyük bir nimettir.' diyen Hitler de bu gerçeğin farkında olduğunu alenen belirtir zaten. Tuhaf olan şey onlarda olan zalimlik değil. Bunu o kişilerin arızası olarak kabul edebiliriz. Hatta şu an bazı seri katillerin beyni incelendiğinde gerçekten beyinlerinin bazı bölümlerinde noksanlık ya da fazlalık olduğu fiziksel olarak da görülebiliyor. Tuhaf olan diğer sağlıklı görünen insanların bu tarz vahşi eylemlere şevkle ve tutkuyla katılıyor olmaları. Yeterli motivasyonu sağladığın sürece normal görünen bir insanın dahi korkunç bir zulümde başrol oynadığını görebilirsin. Mesela Yahudi soykırımı sırasında gestapo Yahudi ofisi yöneticiliği yapan Yahudileri imha kamplarına ve gaz odalarına nakletmekle görevli olan Nazi subayı Adolf Eichmann. 1960larda yargılandığı sırada hücresinde ziyaret eden altı psikolog Eichmann'ın bir psikopat sosyopat ya da sıra dışı bir katil değil bilakis yasalara boyun eğen, kariyer terfi etme, rütbe yükseltme gayretinde olan, iyi bir vatandaş olduğunu sanan, ailesine ve arkadaşlarına düşkün normal ve sosyal bir kişiliğe sahip olduğunu belirlemişlerdi.
Bu ve bunun gibi örnekler o kadar çok ki. İnsanlar düşünme sorgulama yeteneğini kullanmak yerine sürü psikolojisine uymayı ve verilen emire düşünmeden itaat etmeyi farklı bir açıdan da duyduklarına doğrudan inanmayı, okudukları metinlerdeki bilgileri sorgulamadan araştırmadan kabul etmeyi her zaman; daha sık ve rahatlıkla tercih etmişlerdir. İnsan asla medenileşmedi asla evrilmedi bin yıllardır ev değiştirerek giysi yiyecek eşya alet edevat değiştirerek aynı ilkel bilinçle varlığını devam ettiriyor."
"Evet Eichmann'ın davası doktor Stanley Milgram'ı da etkilemişti. Bu nedenle Yale Üniversitesinde sonuçları herkesi şok eden bir deney yaptı. Temel soru: Sıradan bir hayat yaşayan zararsız bir insan, kendisi gibi bir insana zulmetmekte acı çektirmekte ne kadar ileri gidebilir? Milgram cevabı bulmak için bir elektro şok makinası geliştirdi ve normal bir mesleği hayatı olan yetişkinleri denek olarak seçti.
15 den 450 ye kadar çeşitli voltaj seviyelerinde düğmeler olan yere denek olan kişi öğretmen rolü ve göreviyle oturtuluyordu. Öğrenci rolündeki işbirlikçi ise paravanın arkasında elektro şok makinesine bağlanıyordu. Ve öğretmen rolündeki deneğin yanında gözlemci göreviyle yine bir işbirlikçi oluyordu. Denekten diğer tarafta makineye bağlı öğrenciye sorular sorması ve öğrencinin her yanlış cevabında 15 volt artırarak öğrenciye elektrik şoku verilmesi istendi.
Denek her voltaj arttırdığında öğrenciden duyulacak acı çığlıkları ise önceden kaydedilmişti ve teypten çalınıyordu. Voltaj derecesi yükseldikçe, öğrencinin çığlık derecesi de yükseliyor, belli bir voltajdan sonra paravanı yumruklamaya başlıyor, kalbinin sıkıştığını haykırıyordu. Belli bir voltajı geçtikten sonra öğrencinin sesi ve tepkisi tamamen kesiliyordu. Sonuç ne mi oldu? Deneklerin çoğu sonuçtan sorumlu tutulmayacaklarının garantisi verilince öğrenciye şok vermeye ve arttırmaya devam etti. Milgram deneklerin çoğunun 150 volttan fazla elektrik şoku vermeyi red edeceğini düşünüyordu. Ilk deneyde 40 kişiden 26 si yani %65 i 450 volta kadar çıktı ve 40 kişiden hiç biri 300 volttan önce deneyi bırakmadı. Deneyin farklı bir yanı da deneye devam etmeyi red edenler bu zulmü durdurmak için hiç bir müdahalede de bulunmadılar. Kimse koltuğundan dahi kalkmadı. Yani haklisin yeterli motivasyonda insanlar caniye dönüşebiliyor. Kendime bir americano yapacağım. Sende ister misin?" dedi ayağa kalkarken. Eva gülümseyerek
"Harika olur bende o arada yatak odasını toparlayayım." diyerek ayağa kalktı. Bora Eva odaya doğru yürürken yaramaz bir şekilde arkasından sarıldı
"Bence önce odayı biraz daha dağıtalım. "dedi kulağının arkasını öperken Eva kahkaha atarak "Kahveler noldu?" dedi. Bora
"Ne kahvesi? Ha evet yatak odasını topladıktan sonra yapacağım yorgunluk kahvesi mi?" "Bakıyorum da kahve amacından çıkmış."
"Evet hayatım daha iyi bir amaca hizmet etmek için." derken Bora yatağın önüne gelen Eva'yı kendine doğru çevirdi. Eva gözlerinin içine baktı Bora yine içinin eridiğini hissetti ve kadını öpmeye başladı. Eva ilk önce ufak öpücüklerle karşılık verdi Bora ensesini öpmeye başlayınca Borayla yer değiştirerek Bora'yı yatağa atıp üzerine çıktı. Yine unutulmaz bir sevişmenin eşiğinde olduklarını hissetti Bora ve kadın onu sert bir şekilde öperken dilini yavaşça içine iterek eşiği geçti.
Kıyafetleri yerle buluşurken Bora başını Eva'nın yasemin kokan boynuna gömdü. İçine çektiği kokuyla kendinden geçerken daha bir tutkuyla öpüşmeye başladı. "Eva" diye inledi gözlerini kadının ela gözlerine dikerek "nefesimi kesiyorsun." Bora'nın dudağını dişleyip hafifçe acıtarak karşılık verdi Eva. Vücudunu Bora'ya bastırıp sürtmeye başladı. Bir yandan da uzun tırnaklarını Bora'nın saçlarının arasında gezdirdi ve boynunu doyumsuz şehvetle öpmeye başladı. Bora'nın dudakları kadının çenesinden boynuna oradan gerdanına ve göğüslerine geldi. Göğüslerine dudaklarını bastırdıkça kadının Bora'nın boynundaki serin nefesleri sıklaştı. Her şey anlamını yitirirken hazdan başka hiç bir şey kalmadı zihinlerinde.
Bora'nın güçlü elleri kadının bütün vücudunda dolaştı dudaklarını birbirlerinin bedeninden hiç ayırmadan dayanamayacak hale gelene kadar hazzın sınırlarında dolaştılar. Eva yakıcı bakışlarıyla Bora'nın dudaklarını emerken Bora daha fazla dayanamayıp Eva'ya dokunan ellerine güç vererek hafifçe kaldırdı kadının kalçasını ve dudaklarını öperek indirdiğinde ise kucağındaki kadınla artık bir bütün olmuşlardı.
Eva'nın vücudu yay gibi ardına doğru gerilirken Bora beline sarılarak ters çevirdi kadını ve üzerine çıktı. Ağırlığını kollarına verdi ve saçlarını alnını dudaklarını öperek boynuna indi kadının kasılmalarına kendini sertçe derinlerine iterek karşılık verdi. Alev alan vücutları serin siyah saten yatağın her noktasıyla buluştuktan sonra doyuma ulaştıkları denizin son dalgasında kadın yüzükoyun kendini yatağa bırakırken adamda yüzü kadının sırtına gelecek şekilde ağırlığını yatağa vererek ama kadının bedeninden ayrılmadan uzandı. Bir süre nefeslerini bulmaya çalıştılar ve sessizliği Bora bozdu. "Yatak odasının artık gerçekten toparlanmaya ihtiyacı var sevgilim." dedi kadının omzuna bir öpücük kondurarak. Eva adamın saçlarıyla alnının buluştuğu yeri öperek ayağa kalktı.
"Hadi sende kahve işini hallet."
Odayı toplayıp salona geçti. Salondaki dev ekranın önü akşam izledikleri müzikali bulmak için dağıttığı cd lerle doluydu. Onları düzene soktu. Eva'nın teknoloji ve internetle arası pek yoktu. Müzik sinema müzikal gibi konularda teknolojiden yararlanmayı seviyordu. Evinde çok kaliteli bir sinema sistemi ve televizyon vardı. Daha çok cd kullanıyor cd işini de liste yapıp Bora'nın tanıdıkları vasıtasıyla hallediyordu. Boradan önce telefonda kullanmıyordu ama onun ısrarı üzerine bir telefonu vardı. Gerçi telefonu kullanmayı pek beceremiyordu evin bir köşesinde unutuyor Bora geldikçe şarj ediyordu. CD'leri topladıktan sonra salona bir goz gezdirdi. Ne ara bu kadar dağıldı bu salon diye düşündü. Çok severek aldığı bordo chesterfield koltuklarının üzerindeki kitapları ve orta sehpaya bıraktığı kitap ve dergileri televizyon ünitesinin iki yanındaki kütüphanelerine yerleştirdi. Koltuğun üzerindeki Battaniyeyi yerine kaldırdı. Boş bardak ve kül tablalarını alarak mutfağa yöneldi. Bora hala kahve yapıyordu. Salona dönüp havalandırmak için açtığı camları kapatıp bir tütsü yaktı. Tütsülere bayılıyordu neredeyse bir koleksiyonu vardı. Kokulu mumlar yağlar esanslar tütsüler.. Yaşadığı yerin atmosferine hep önem verirdi. Bora ilk kez evine geldiği zaman Eva mumlarını tütsülerini görünce kendi için yapılmış bir özel hazırlık olarak düşünmüştü. Eva her anını özen göstererek yaşamayı seviyordu. Önünde sonu olmayan bir yaşam dahi olsa yaşadığı andan en iyi Şekilde keyif almaya çalışırdı. Ve tat almayınca hiç bir işin içine girmezdi öyle fedakar bir yapısı yoktu.
Bora'da artık Eva'nın huylarına alışmıştı. Eva çok netti. Bora bile olsa kırılmasın diye bir durumu idare etmez kendini soyutlardı. Bora bunu açtığı film sarmayınca Eva'nın kalkıp kitap okumasından anlamıştı. Eva açık ve net bir şekilde "O filmle vakit öldüremem." demişti.
Öğlen olmuştu. Eva pencerenin önündeki tekli koltuğa yerleşirken Bora elinde kahvelerle geldi. Eva kahkaha atarak
"Kahveyi yeniden icat ettiğini düşünmeye başlamıştım." dedi. Bora kahveleri sehpaya koyarken "İçerken öyle demiyorsun ama. Kahve konusundaki tüm başarımı üniversite yıllarıma borçluyum. Sabahlara kadar o sınavlara çalışırken fark etmeden kahve uzmanı oldum. Kabul ediyorum biraz zaman alıyor." Eva gülümseyerek kahvesine uzanıp bir yudum aldı. Americanonun damağında bıraktığı o sert kıvamlı yoğun tadı duyumsadı.
"Ama gerçekten çok iyisin hayatım. Bu kahve için bir kaç saat daha beklenebilir."
"Bir kaç saat mı? Yarım saat yada kırk beş dakika sürdü sadece." Eva yeniden kahkaha atarak
"Tamam tamam takılıyorum sana. Nerde kalmıştık?"
"Mahkemen öğleden sonra görülecekti seni hücrene götürmüşlerdi."
"Evet. Hücrede bir saat kadar bekledim. Kafamda kurtulmak için planlar yapıyordum ama o kadar rahip o kadar asker elime ayağıma vurulmuş zincirler her şeyi çıkmaza sokuyordu. Planladığım her alternatifin önünde bir engel vardı. Bir saatin sonunda beynimde hala net bir şey canlandıramadığımda her şeyin doğaçlama ve içgüdüsel yürüyeceğini kabul ettim. Ama ne olursa olsun vazgeçmeyecek boyun eğmeyecektim.
Askerler yeniden hücreme geldiler ve salona götürdüler beni. Geldiğimde bir adam yargılanıyordu. Anladığım kadarıyla adama borcu olan birisi adamı kafir olmakla ve zina yapmakla suçlamıştı. Adam inkar etti hatta suçlamayı yapan kişinin adını bile verdi. Ki böyle durumlarda davanın düşmesi gerekiyor suçlamayı yapan kişiden kişisel bir husumet olmadığının ispatı için kanıt isteniyordu. Kanıt bulamazsa da iftiradan o kişi yargılanıp diğeri serbest bırakılmalıydı. Ama adam varlıklı bir adamdı suçlu bulunursa idam edilecek malları da kiliseye kalacaktı. Adının torkumada olduğunu öğrendiğim baş engizitör bu fırsatı kaçırmak istemedi. Savunmayı duymamazlıktan gelerek işkence kısmına geçti. Hedefi adamın işkence esnasında acıyla idam kararına yetecek bir şeyler söylemesini sağlamaktı. Adamın basında duran rahiplere metal ayakkabıları işaret etti. Metal ayakkabılar da başka bir işkence aletiydi. Sac ve çelikten yapılmış ayakkabılar ateşte ısıtılarak yeni kurbanın ayaklarına geçirildiğinde adam tüm salonu inleterek acı içinde feryat etti. Torkumada yine küçümseyen bakışlarıyla adamı izliyordu. Torkumada işkenceden zevk alıyordu. Çığlık atan insanlar ona kendini güçlü hissettiriyordu. Burada olan hiç bir şeyin Tanrı ile alakası yoktu.
Acıdan nefesi kesilen adam feryat etmeye devam etti. Bu aleti ilk kez görmüştüm adamın acısını tahmin etmeye çalıştım. Salonun içi yanık et kokmaya başlayınca torkumada işaret verdi ve adamın ayaklarından geri kalanı çığlıklarla çıkardılar. Adamın etinin bir kısmı ayakkabının içinde kalmış kemikleri görünüyordu. Ama adam sadece feryat edip küfür yada lanet etmemişti. Adamın kemikleri gözüken kanlar içindeki ayaklarını ve kollarını halatlarla bağlayarak yukarı doğru kaldırdılar. İşkence devam edecekti. Adam başından ayaklarından ve kollarından bağlanan halatların desteğiyle havada oturur şekilde duruyordu. Adam korkuyla ne yapacaklarını bekliyor bir yandan da ben bir şey yapmadım ben kafir değilim diye bağırıyordu. İki rahip Yahudi kızağı dedikleri bir aleti adamın tam altına gelecek Şekilde yerleştirdiler. Adam o an başına gelecekleri anlayıp işlemediği suçları itiraf etmeye evet yaptım diye bağırmaya başladı. İşkencenin bitirilip adamın hücresine götürülmesi gerekiyordu. Ama bu torkumadayi tatmin etmezdi. Rahiplere başıyla işaret verip ipleri bırakmalarını söyledi. Acı içindeki çıplak adam prizma şeklindeki yağlanmış kazığın üzerine feryat ederek oturdu. Ucu ve köşeleri keskinleştirilmiş kazık adamın makatını parçalamış yer çekimin etkisiyle genişleterek devam ediyordu. Adam parçalanan makatı ve cinsel organlarının acısıyla kendinden geçince torkumada işkenceyi bitiren kafa işaretini yaptı. Ve rahipler adamı Yahudi kızağından indirerek yüzükoyun şekilde kollarından tutarak hücresine sürüklemeye başladılar. Başımı çevirdiğimde adamın makatı oyulmuş bir yarık haline gelmişti ve bacaklarından akan kanlar sürüklenirken ardında iz bırakıyordu.
Salonda yargılanmayı bekleyen 7 kadın ve 2 erkek kalmıştı. Daha fazla bu işkenceleri izleyecek takatim kalmamıştı. Yanıma gelen asker ve rahiplerden sıranın bana geldiğini anladım. Tam zamanı diye düşündüm. Oturduğum yere bağlanan zincirlerimin kilidini açarak beni ayağa kaldırdılar. Hiç direnmedim. Torkumada işkence yapılan yere getirildiğim zaman hakkımdaki suçlamaları okudu. Hiç bir cevap vermedim. Aklım gözlerine kazık saplanan sarışın kızdaydı. Yasıyor mu diye düşünüyordum. Suçlamaları ne dinledim ne de bir tepki verdim. Birazdan her şey açığa çıkacaktı zaten. Önce tırnaklarımı sökmeye başladılar. Ilk tırnağım sökülürken tuhaf bir acı hissettim tırnağımın koptuğu anda ise bir rahatlama. Rahipler ifadesiz suratıma bakıyorlardı çığlık atmam yalvarmam gerekiyordu çünkü. Tırnağım kopunca onlar diğer tırnağa geçerken benim kopan tırnağımın yeri aynı hızla yeni bir tırnakla buluştu. Kopan ikinci tırnağımdan sonra onlar üçüncüye geçerken ikinci yenilendi. Rahipler o zaman fark ettiler tuhaf bir şey olduğunu korkuyla ve endişeyle yüzümü incelemeye başladılar. Gözlerindeki dehşeti ve korkuyu buram buram hissediyordum. Bir tanesi Torkumadayı çağırarak tuhaf bir şey olduğunu söyledi. Torkumada da yanıma gelerek çekilen tırnağın yenisiyle saniyeler içinde değiştiğini görünce bilerek torkumadanın gözlerinin içine baktım. Gerçeği görmesini istiyordum. Bugüne kadar öldürdüğü işkence ettiği insanların aslında masum olduğunu anlamasını istiyordum. Ama onu yakından görünce tam bir psikopat ve sadist bir köpek olduğunu anladım. Baş engizitör masum insanlara işkence yaparken ereksiyon oluyordu. Ne büyük bir skandal.
Hemen emir vererek "Dönen davula yerleştirin." dedi. Dönen davulun ne olduğunu biliyordum. Üzerine yerleştirilen insanların karın kısmını parçalayarak bağırsaklarının dökülmesini sağlıyordu. Ama bu işkence yöntemi pek kullanılmıyordu. Çünkü bu âleti görenler hemen ya itiraf ediyor ya da masumsa bile suçlamaları kabul ediyordu. Kullanıldığında ise sağ çıkan olmuyordu. Torkumada tırnak olayına sinirlenmiş olacak ki bu aleti kullanmayı seçmişti.
Tüm bu dayanabildiğim acılar içindeyken tek şansım rahiplerin acımı devam ettirmenin yolunu anlamamış olmalarıydı. Bir yerimi kestiklerinde kesmeye devam ettikleri sürece acı çekiyordum. Ama kesme işleri bittiği anda iyileşmeye başlıyordum. Aptallar bunu anlayabilecek kadar uzun yaşamadılar. Acı çektiğim o anlar boyunca sarışın kızı katledilen ailemi Mariska'yı asırlardır geçip gitmekte olan ve sonunda beni buraya kadar getiren hayatımı düşünüyordum. Korkum endişem hepsi yok olup gitmişti. Çok sakin ve kendime güvenim yüksekti. Yakmak dışında benim hakkımdan gelemeyeceklerini net bir şekilde görmüştüm.
Derin bir nefes alıp dönen davul dedikleri aletin üzerine karnım çivi ve bıçakların yerleştirildiği dönen silindirin Üzerine gelecek Şekilde uzandım başım ve boynum bir tahtayla kalçamda kasıklarım ve belimden bağlanan bir halatla sabitlendikten sonra torkumada itiraf et diyerek yeniden haykırdı. Duymamazlıktan geldim o an orda değil. Mariska'nın insanlığımı aldığı ilk andaydı zihnim. Tüm insanlığımı o aciziyet anında söke söke alışı. Küçücük halimle sokaklarda sürünerek hayatta kalmaya çalışmalarım. Kendimi bulana ne olduğumu anlayana kadar bir sürü masum günahsız özellikle bana yardım etmeye çalışan insanları katledişim hepsi gözümün önünden geçiyordu. Ve mariska'ya olan nefretim öyle büyüktü ki parçalanan karnımın dökülen organlarımın acısı hafif kalıyordu. Ikı yanımda rahipler karnımı deşen silindiri çevirirken başımı kaldırarak salona baktım. Acı çekiyordum ama ifadesiz bir yüz ifadesi takındım. Mahkumlar korkuyla beni izliyordu. Rahipler dehşet içinde torkumada ise ereksiyon olmuştu. Ikı çıkış kapısında da ikişer asker bekliyordu. Kapıların dışında da bir o kadar askerin beklediğini varsaydım. Acıdan transa geçmem gereken o anlarda tüm planımı yaptım. Ve uygulamaya koymak için çığlık atmaya başladım. Tamam itiraf edeceğim derken silindiri döndürmeyi bırakan rahipler kanımdan oluşan gölün içinde kalmışlardı. Torkumadanın işaretiyle kalçamdaki halatı ve boynumdaki tahtayı çözdüler beni ayağa kaldırdıklarında karnımın olduğu yerde nerdeyse bir boşluk vardı. Kollarımdan tutan iki rahip ve karşımda duran torkumada en yakınımda olanlardı. Diğer iki rahip dönen davulu taşıyorlardı. Başımı karnımı saçlarımla kapatacak Şekilde yere eğmiştim. Bu sayede iyileştiğimi ve saldırmaya hazır olduğumu ilk ben görecektim. Torkumada iyice yanıma yaklaştı başımı iyice aşağı eğip acı içinde inliyor gibi yaptım. Yaralarım nerdeyse iyileşmişti. Torkumada sana diyorum itiraf et diyerek saçlarımdan tutup Başımı kaldırmaya çalıştığında tamamen iyileşmiş bir halde rahiplerin kollarından kurtularak torkumadanın Üzerin e atladım. Boynunu parçalayarak pis kanını biraz emdiğimde eski gücüme kavuşmuştum. Askerler Üzerin e doğru gelirken rahipler kaçıyordu. Üzerime atlayan bir askeri fırlatarak duvara savurdum diğerinin ise boynunu parçaladım. Kanını biraz emerken belindeki kılıcı aldım. Üzerime doğru kosan diğer askerleride kılıcımla parçaladım. Rahipler korkarak bir köşeye sinmişlerdi. Onlara mahkumları çözmelerini emrettim korku içinde dediğimi yaptılar hücrelerdeki diğer mahkumları çıkartması için yargılanmayı bekleyen adamlardan birine rahibin belindeki anahtarlığı verdim. "Git çıkar hepsini kurtarabildiğinizi kurtarın." dedim. O sırada disardaki askerlerde içeri girmeye çalışıyorlardı ama korkan rahipler ve can çekişen askerlerden başka içerde kimse kalmamıştı. Açtığım diğer kapıdan mahkumlar çıktıktan sonra bende kapıya yöneldim ve duvarlardaki meşalelerle önce rahipleri sonra salonu ateşe verdim. Kapıyı arkamdan kapatırken hiç planda olmadan kurtardığım insanlar etrafımda minnetle bana bakıyorlardı. Onlara gidin buradan diye bağırarak kapıyı sürgüledim ve şaşkın bakışları altında kendimi dışarı atarak koşmaya başladım. Hava kararmaya başlamıştı. Üzerimdeki kurumuş kan çıplak bedenimde bir giysi gibi duruyordu. Dağların karanlığına sığınana kadar koştum. Geldiğim yer, köyü yukardan görecek kadar yüksek bir yerdeydi bir ağacın altına oturarak mahkemelerin yapıldığı binanın yanışını kaçışan insanları ve gelen takviye askerleri izledim. Kafamdan bir sürü şey geçiyordu. Sarışın kızın yaşayıp yaşamadığını merak ettim. Geçen yıllar içinde ne kadar güçlendiğimi fark ettim. Nerdeyse ondan fazla askeri alt etmiştim. Ve en çok merak ettiğim ise Mariska beni yok etmek için niye böyle bir yol seçmişti. Güçlendiğimi biliyordu ama hala benden daha güçlü olması gerekmez miydi? Neden kendi karşıma çıkmamış da böyle bir oyunu kurma ihtiyacı duymuştu? Benim ondan güçlü olduğumu mu düşünüyordu? Benden korkuyor muydu? Yoksa ondan güçlü müydüm?"
Dinlediği anılar karşısında Bora derin bir nefes verdi. Duyduğu tüm cümleler beyninde depremler yaratan bir etki bırakıyordu. Neye şaşıracağını hangi dinlediğine hayret etmesi gerektiğini bilmiyordu. Nasıl bir şeyin içindeydi böyle. Tüm bunları bilmediği öğrenmediği zamanları düşündü. Bilmemiş olması bunların olmadığı anlamına gelmeyecekti belki ama aklının idrakı yerinde kalacaktı belki de. Eva anlattıkça gözünün önünde canlanan bu anılar Eva'nın onun için daha da devleşmesine kendinin ise daha küçülmesine sebep oluyordu. Bu ikilemden kurtulması mümkün müydü? Artık başka bir kadınla mutlu olması gibi bir seçeneğin kalmadığını fark etti. Eva başlı başına bir sırdı. İçinde aklın ermeyeceği sırlar anılar yaşanmışlıklar barındıran narin bir kızıl kadındı. Nasıl bir sınav bu benim için dedi kendi kendine.
Eva kendi anılarına dalıp gittiği için Bora'nın girdabını fark etmedi. Ayağa kalkarak müzik sistemine doğru ilerledi. Heitor Villa Lobos'un Bachianas Brasileira'sının beşincisini açtı. Müzik hafiften duyulmaya başlayınca bunu yüksek sesle dinlemeyi seviyorum diyerek Bora'yı ses için uyardı. Ve sesi sonuna kadar açarak seçtiği bir şarap şişesini açarak kadehlere doldurdu. Tüm oda sopranonun ve çelloların sesiyle dolarken kadehlerden birini Bora'nın önüne bıraktı ve kendi kadehini alarak geniş chesterfield koltuğa uzandı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
EVA
General FictionHayatın tanığı 5000 yaşında bir kadın ve ona aşık yakışıklı kariyerinin zirvesinde bir doktor. Biri öldürmeye biri yaşatmaya yeminli. Hayat gibi.. "Geçip giden zaman değil. Ben geçiyorum zamanın içinden kanatarak düşleri. Beş bin yıldır kapanmayan e...