Derin düşünceler içinde boğulurken niçin böyle düşündüğünü sordu kendi kendine. Tabi ki bir cevap alamadı. Çünkü o anda aklına mantıklı bir cevap gelmiyordu. Şimdi ölsem ne olur acaba diye düşündü. Olacakları zihninde canlandırmak için gözlerini kapadı. Öncelikle bir sonraki gün evine gelenler onu ölü bulacaklardı. Daha sonra yaklaşık olarak iki gün sürecek cenaze işleri. Sonra bir kefen ve bir tabut. Cenaze namazında yüzleri tanımadığı on onbeş kişi. Sahte onaylamalar. Sahte dostluklar.
Herşey o gün ortaya çıkardı. Ama o zamanda o burada olmayacaktı. Daha sonra defnedileceği yere geldiğinde onu toprağın altına atacaklar ve kimse ardına bakmadan oradan kaçacak. Çünkü ölüm onları korkutacaktı. Niçin kimse onunla gelmiyordu. Bütün dostluklar oraya kadar mıydı? Bir sınırı mı vardı hepsinin? Hani nerde o nerde ve ne zaman olursak dostuz sözleri? Hepsi sahteymiş meğer. İşte bunun için şimdiye kadar genellikle yalnız olurdu. Yani o ondan sonrada kendine eşlik edecek bir dost arıyordu. Zordu bulmak ama umutluydu o. Umut fakirin ekmeği diye bir söz vardı galiba güzel türkçemizde. Onu hatırladı. Ve daha bir sağlam sarıldı ekmeğine...
Birgün yine deniz kıyısında oturmuş seyrediyordu mavi gökleri ve yeşil denizi. Aslında pek yeşil sayılmazdı. İnsanlar oralara da el attıktan sonra ama bütün şairler denizin yeşil olduğundan bahsederlerdi. Yoksa oda görmemişti yeşil denizi. Yalnızca dedeleri veya ninelerinden duyarlardı. Dedesinin bak torunum birgün... diye başlayan hikayelerini zevkle dinler onlara hayran kalırdı. Neyse bunları bir kenara bırakalım. Evet seyrediyordu denizi.
Hergün gelirdi buraya. Hiç aksatmazdı doğayla ve havayla olan randevularını. Onlar onun tek arkadaşıydı çünkü. Oturmuş bunları düşünürken diğerini gördü başka bir ucunda parkın. Çok garip. Çünkü buraya tamı tamına beş yıldır geliyordu ve şimdiye kadar hep yalnızdı. Daha önce kimseyi o civarda görmemişti. Aslında bir yandan da seviniyordu. Birisi daha var. Benle aynı havayı soluyan birisi. Diğerinin yanına gitmek için niyetlendi ama ne konuşacağını bilmediği için vazgeçti. Ve evine gitti.
Ertesi gün o yine ordaydı. Ve diğeri de. Bu sefer ayağa kalktı. Diğerine doğru yürümeye başladı. O yürüdükçe yol uzaklaşıyordu sanki. Diğerine ulaşamıyordu. En sonunda geldi yanına. Bankın diğer ucunda oturdu. Ve aniden konuşmaya başladılar. Her konudan konuştular. Konuştukça rahatladığını hissetti o. Zaman ilerliyordu. Zamanı durdurmaya kimsenin gücü yetmezdi. Onunki de yetmedi. Ve en sonunda pes edip saatin geç olduğunu söyleyerek uzaklaştı diğerinden. Hiç yüzüne bakmadı. Sanki yüzüne bakınca büyü bozulacakmış gibi geliyordu ona. Bakmadı. Döndü ve bir daha bakmadı.
Yatağında uykusuzluktan kıvranırken farketti merak denilen duygunun ne kötü bir illet olduğunu. Diğerini merak ediyordu. Ama elindende birşey gelmiyordu. Saniyeler asır gibi geliyor. Daha dün konuşurken geçmemesi için dua ettiği zamanın akıp gitmesini istiyordu. Ama olmuyordu. O isteyince olsaydı keşke. Pencereyi açtı. Dışarıda yağmur vardı. Üstüne bişeyler alıp dışarı çıktı. Gezmeye başladı. Yağmur durdu. Vücudundaki demir eksikliğinden dolayı yağmurdan sonra toprağın o insana rahatlık veren ama bir o kadarda zararlı kokusunu içine çekti. Ve evine gitti. Yine yatamadı.
Sabah gözlerini açtığında sanki biraz uyumuş gibi hissetti. Ama saate baktığında saniyenin bile yer değiştirmediğini hayretle gördü. Akşamı zor etti. Çünkü bir an önce oraya gitmek istiyordu. Akşam oldu. Gitti. Oturdu. Beklemeye başladı. Diğeri geldi. Bu sefer diğeri onun yanına oturdu. Hala yüzüne bakmıyordu. Yine bol bol konuştular. Herşeyden.
Acaba aradığım dost bu mu diye düşündü. Hani şu yazının başında anlatmıştım ya. Daha sonraları çok pişman olacağı birşey yaptı. Ve diğerinin yüzüne bakmaya yeltendi. Tam görecekken diğeri kayboldu. Oda hemen başını eğdi. Ama gidenler bir daha gelir mi? Gelmez. Gelmedi de. Diğeri gelmedi. Her akşam gitti oraya ama diğerini göremedi. Çok üzüldü. Çok ağladı ne yaptım diye. Büyünün bozulacağını biliyordu ama yinede yaptı. Bakmaya yeltendi. Ve böyle oldu işte. Pişmandı. Çok pişman. Öyle ki artık tamamen duygusuz biri haline gelmişti.
Sabah akşam o bankta, yani ilk oturdukları bank oluyor, oturdu. Ölü gibiydi. Gözleri fersizdi. Ama hala mavi gökyüzüne ve yeşil denize bakıyordu. Adeta onlarla bir oluyordu gözleri. Gözleri herşeyi anlatmaya yetiyordu. Zar zor eve gitti. Aklına birşey gelmişti. Eline bir şişe asit aldı. Asit. Yakıcı. Yakıcı bir madde. Onunla ne yapıcaktı diye sormayın. Çünkü oda anlık olduğu için cevaplayamazdı. Bende. Evet anlık oldu. Kafasına diktiği gibi bitirdi asidi. Daha sonra düştü masasından. Filmlerdeki gibi düştü. Yavaş yavaş. O anın tadını çıkararak. Zaten insan hayatında bir kere intihar edebilirdi. Oda tadını çıkarıyordu. Yüzü yere ulaştığında. O çoktan gözlerini kapamıştı.
Ertesi gün. Cesedini masanın başında buldular. Vücudunda yer yer yanıklar vardı. Ve birde asit şişesi. Boş bir şişe. Anladılar. Daha sonra tanımadığı beş on kişi namazını kıldı. Ve doğru toprağa. Onu yine yalnız bıraktılar. Oradakiler gittiğinde ve ortalıktan el ayak çekildiğinde biri geldi oraya. Bu diğeriydi. Evet diğerinin ta kendisi. Kendini suçlu hissetmiyordu. Çünkü olması gereken oydu sanki. Onunla birlikte ölemezdi ama ölene kadar onun başında bekleyebilirdi. Bekledi... Bekledi... Bekledi...