Son 25 Gün

115 16 30
                                    

Bölüm müziği: Can Bonomo-Kal Bugün

Hastalığın bedenimi daha çok sardığı gerçeğini öğrendiğim günlerde, yataktan hiç çıkmayan sıradan kanser hastalarının aksine, ben hep ayaktaydım. Nedendir bilinmez; içim yaşam doluydu ve bir lunaparkta kendimi kaybedercesine oyun oynuyormuş gibiydim. Çoğu psikolog, bunun harika olduğunu söylese de, bence öyle değildi. Bu bir kaçıştı. Evet, hastaydım ama bu eğlenmeme engel değildi. Hatta eğlenmeme açılan daha büyük bir kapıydı.

Gökyüzü sonsuzluktu değil mi? Herkes böyle düşünürdü. Ölüm de bir sonsuzluktu değil mi? Herkes böyle söylerdi.

Hikayeme başlamadan önce, eğer bu olaylar vagonunun bir sonsuzluk serüveni olduğunu düşünüyorsanız, dinlemeyi bırakın ve okumayın. Çünkü bu; hız trenine binmiş bir kızın en büyük sona ulaşma hikayesi.

İşaretdili kursundan çıkıp eve gelmem yaklaşık yirmi dakikamı aldı. Beş dakikalık; dört, dört dakikalık; beş, üç dakikalık; altı buçuk şarkı kadar yolun tamamını, hastalığın son evrelerinde olmama aldırmayıp güzel bir ölüm için dua ederek geçirdim. 'Belki son dakikada şansım döner de, bir yerden ameliyat için para bulurum' umudunu kaybetmemeye özen göstersem de, bir yanım 'ölümden kaçışın yok' demeyi seçiyordu. Yanlış anlamayın; durumumuz kötü değil, gayet iyiydi ama benden başka kimse kanser olduğumu bilsin istemiyordum. Buna ailem de dahildi ve onlara söylememiştim. Hastalığıma üzüldükten sonra bir de ölümüme üzülmelerindense, sadece ölümüme üzülsünler, yeter.

Eve geldiğimde anneme ve abime sarılıp odama geçtim. Biraz dizi izlemek istiyordum. Yabancı dizileri severdim ama bu sefer finalini kaçırdığım bir yerli diziyi izlemeye karar verdim. Başroldeki kadın hayatı yaşamayı bilen biriydi. Şimdi diyeceksiniz; hayatı yaşamak da neyin nesi, ikisi de aynı şey değil mi? Hayır değil. Hayat kendi isteğimizin dışında varolmaktır. Yaşam ise kendi isteğimizle varlığımızı geliştirmektir. Bu bir ilke gibi bir şeydi benim için. Kanseri öğrendiğimden beri, John Green'in ünlü kitabı; Aynı Yıldızın Altında'yı okuyordum. Başroldeki karakterlerden, Augustus'un evinde bulunan ve ailesinin onlara teşvik dediği özlü yazılar gibi benim de odamda bu yaşam ve hayat kavramları ilişkileri bulunuyordu. Her gün okumaktan bıkmıyordum. 

Bir müzik açtım ve ellerime bandajlarımı sardım. Ardından eldivenlerimi geçirip kum torbasının önüne geçtim. Şarkının ritmine göre yumruk atmaya başladım. Yumruklar beraberinde tekmeleri getirdi. Telefonumun alarmı çalana kadar da böylesine öfke kusarak devam ettim. İlaç saatlerime alarm kurmuştum. Çantamdan ilacımı çıkarttım ve çalışma masamın üstündeki yarısı dolu olan bardağı aldım.

 İlacı içtikten sonra yorulduğumu farkedip internet siteme girdim. Yine kimsenin haberi yoktu ama bir internet sitem ve kanser hastalarını hayata bağlayacak küçük blog yazılarımı paylaştığım bir ağ vardı. Oraya birkaç tane yazı ve öneride bulunduğum birkaç şarkı attım ve telefonumla oynamaya başladım. Size komik gelebilirdi ama o sıralarda, sayılara göre boyama yapmak için olan bir sürü uygulama vardı ve ben de bir tanesini kullanmayı çok seviyordum. Bir şeyler boyarken pencereden bir ses geldiğini işittim ve ayağa kalkıp büyük camı açtım. Korkuluğa tutunup aşağı baktığımda hiçbir şey göremedim. Yanlış duydum herhalde diye düşünerek geri dönüp yatağa yattım.

 Gözlerim yavaş yavaş kapanmaya hazırlanırken ben de hayaller kurmaya başladım. Tekrar sesler duyduğumda daha hızlı ve sinirli bir şekilde ayağa kalkıp tekrar camı açtım. Aşağıya baktığımda yine bir şey görememiş olmanın sinir bozucu dürtüsüyle geri döndüm. Çalan müziği mırıldanmaya başladım. Yine ve yine bir ses duyduğumda ayaklarımı yere vura vura pencerenin önünde durup gökyüzüne baktım ve sabır diledim.

 Bakışlarımı aşağı çevirirken karşı apartmanın çatı katında, beni izleyen bir çocuk farkettim. Bana el sallayınca ben de ondan bakışlarımı ayırmadan tebessüm ettim. Ellerindeki birkaç taşı bana gösterince küçük bir kahkaha attım ve bakışlarımı yere indirip tekrar ona döndürdüm. 

Biraz fazla zayıftı. Ben de biraz tombiştim. Birden işaret diliyle konuşmaya başladı. Ellerini birbirine sürttü, işaret parmağını dudağına götürdü, baş parmağını çenesine değdirdi, havada bir soru işareti çizdi. Ne demek istediğini anlamıştım.

 Bana "işaret dili biliyor musun" diye sormuştu. Elimi yukarıdan aşağıya yavaşça ve çapraz bir şekilde indirdim. Bu da "evet" demekti. 

Daha sonrasında çocuk tebessüm ederek işaret parmağını önce kulağına sonra dudağına götürdü ve tekrar bir soru işareti çizdi. "İşitme engelli misin" diye sormuştu. 

Bu sefer işaret parmağımı havaya kaldırıp göğüs hizamda bir çizgi çektim. Bu "hayır" demekti. Aynı soruyu ben ona sordum. O da "evet" kelimesinin işaretini yaptı. 

Sevinmiştim. İlk defa bir işitme engelliyle işaret dillini kullanarak konuşuyordum. Ona adını sordum. Parmak alfabesini kullanarak adını yazdı. İsmi Gökdeniz'di. 

Ona parmak alfabesiyle "Benim adım Gökçe," yazdım. İsimlerimizdeki benzerlik hoşuma gitmişti. Bir süre daha konuştuk ve uyumak için kendisine iyi akşamlar dileklerimi ileterek yatağıma yattım. Bu güzel akşamın tekrarlanmasını dileyerek ve hayallerime devam ederek uykuya daldım.

KAÇIŞHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin