I
Bu dünyadaki en büyük iki savaşçı sabır ve zamandır. Ancak bu sözle ifade edilebilecek 10. yüzyılda Kafkasya içerilerinde dünyayı kasıp kavuran amansız Tatar haydutlar, karşılarına çıkan bir tek ot parçasını bile kökünde bırakmıyordu. Basra'dan yola çıkan keşif askerlerinden bir takımın başında komutan olan Abdullah bin Kuvva da elli askeriyle bir Bozkır köyünde Tatar haydutlar tarafından kıstırılmıştı. Üzerlerinde lacivert ceket ve şapkalar, uzun deri kolluklar ve siyah post çizmeler vardı. Bellerindeki deri kemerlerde ikişer tane kısa yatağanla kana susamış birer canavarı andırıyorlardı.. Sayıca az oldukları anlaşılıyordu. Fakat çarpışma sırasında yanlarına kimse yaklaşamıyordu. Her biri tek seferde art arda altı yedi ok atabiliyordu. elli askerin etrafında daireler çizip her hamlelerinde bir Abbasi askerini öldürüyorlardı. Arap askerler göğsüne ok saplanıp attan düşen arkadaşlarını görünce içlerini hem korku hem de bir telaş kapladı. Çoğu, oklardan kurtulmak için kalkanlarını göğüslerine siper edip atlarının arkasına sığınmışlardı. Abdullah bir boşluk arıyordu. En azından atlara binebilmek için bir anlık gaflet. Bu canavarlardan kurtulmak için kaçmaktan başka çare yoktu. Sahneye bir anda atların arasına saklanmış askerlerin arasından Ubade bin Kays çıktı. Ubade, Abbasi soyundan geliyordu. Sakin bir tavırla yayını gerdi ve bıraktığında ok etraflarında dönen Tatar haydutların birin göğsünden girip sırtıdan çıktı. Tatarların bir anlık bocalamasını fırsat bilen Abdullah "Atlara!" diye bağırdı ve süratle kaçmaya başladı. Adamlarının yarısı hayatta kalmıştı. Dolu dizgin kaçarken bir yandan da arkasında onları takip eden Tatarları izliyordu. Onları takip etmekten vazgeçmiyorlardı ve oklarını yağmur gibi göndermeye devam ediyorlardı. Hatta Tatarın birinin yayından fırlayan ok sesli bir ıslıkla Abdullah'ın şakağını sıyırdı.
Abdullah hala kurtulamadığının farkındaydı. Gün neredeyse batmak üzereydi. Tatarların onlardan tek bir kişi kalmayana dek dönmeyeceklerini anlamıştı. Ok ıslıkları kesildi. Anlaşılan okları tükenmişti. Abdullah, atların biraz daha koşarlarsa öleceklerinden endişe ediyordu. Tatarlar aralarında kendi dilleriyle bir şeyler konuşuyorlardı. Ardından atlarıyla seyir halinde olan arap askerleri tekrar çember içine aldılar. Abdullah belindeki kılıcı çıkardı. Askerler de yakın dövüş için kendilerini hazırladılar. Tatar haydutların avantajı bitmişti. Sıranın kendilerine geldiğini düşündü. Atına yaklaşan her Tatarın ya kolunda ya omuzunda büyükçe yaralar açıyordu. Ubade atıyla zikzaklar çiziyor, yaklaşan haydutların boğazlarından yaralıyordu. Tatar haydutlar üç beş kişi kalmışlardı. Liderleri hızlıca atını mahmuzlayıp kılıcıyla daireler çize çize hem Arap askerlere zayiyat veriyor hem de Abdullah'a yaklaşıyordu. Bunu fark eden Ubade, lider kendi hizasına geldiği anda eğilerek atını ön ayaklarından yaraladı. Abdullah da kendini var gücüyle gerip kılıcını liderin boğazına yerleştirdi. Haydutlar kaçıyordu. Arap askerler hala neye uğradıklarının farkına varamamış bir şekilde liderin kopmuş başına bakıyorlardı. Az önceki kılıç kalkan şakırtıları yerini kaçan atların nal sesleri ve ardından bozkırın rüzgarına bıraktı.
Genç komutan yaralanmıştı. Yanında yaralı dokuz askerle birlikte atının üzerinde komutanından emir bekleyen Ubade vardı. Hava yeterince kararmıştı. Ucu bucağı olmayan Bozkır insana umitsizlikten başka birşey sunmuyordu. Askerler yaralarını sarmaya başladılar. Ubade atından indi ve yaralı komutanına düşük bir sesle konuştu.
—Askerler yaralı. Emniyetli bir yerde çadır kurup biraz bekleyelim.
—Haklısın! ama yine gelirlerse? Hem nerede olduğumuzu bile bilmiyoruz. Ubade eliyle ileride bir tepeyi işaret etti.
—Şu tepenin ardına kuralım. Ben burada nöbet beklerim. Tepeye de birini koyarız. Bir sorun olursa hemen binip gidersiniz. Askerler de ondan farklı düşünmüyorlardı. Ubade'yi orada bırakıp tepenin arka tarafına geçtiler. Askerler yorgun vaziyette atlarından inip çadır çubuklarını çakmaya başladılar. Abdullah da onlara yardım etti. Halifenin ikinci en güvendiği ordu komutanıydı. Makamı asla kendisinde bir kibir hasıl etmezdi. Askerlerinin en çok sevdiği liderdi. Uzun siyah saçlarını ikide bir elleriyle arkaya topluyordu. Kurma işleri bittikten sonra her çadıra iki kişi girdiler. Abdullah da yanına birini aldı. Bozkıra gecenin rehaveti çökmüştü. Olası tehditlere karşı ateş yakmamışlardı.Nöbetçi olarak aralarından en az hasar alanı seçtiler. Abdullah serdiği hasır bezin üstüne uzandı.Ayın fersiz ışığı çadırın girişinden sızıp yüzünü okşuyordu. Uykusu vardı ama uyuyamıyordu. Aklı Ubade'de idi. Her an basşına bir iş gelmesinden korkuyordu ama bu cesur tavrı da hoşuna gidiyordu. Yarası çoktan sızlamaya başlamıştı. Uyumanın en iyi çare olacağını düşündü.
Askerlerden birinin "Komutanım uyanın!" diye seslenmesi üzerine hoplayarak kalktı ve elini kılıcına götürdü.
—Ne var!?
—Birileri buraya doğru geliyor. Abdullah yaralı kolunu tutarak çadırdan çıktı. Hala gece yarısıydı. Gözlerini kısarak gelenleri seçmeye çalıştı. Karanlık bozkırın ufuklarından iki meşale ateşi kendilerine doğru yaklaşıyordu. "Arkadaşlarını uyandır!" dedi. Kısa süre içinde askerler uyku sarhoşu bir halde hazır duruma geldiler. Meşaleler yaklaştıkça altlarındakiler de belirginleşiyordu. Yanındaki asker "Biz mi saldıracağız?" diye sordu. Tebessüm ederek "Hayır!" dedi. "Görmüyor musun? Bunlar Türk!" Hemen bir meşale yakıp havaya kaldırarak sallamaya başladı. Adamların ateşi farketmesi çok sürmedi. İki kişiydiler. Biri geniş omuzlu, dolgun yüzlü, kel biriydi. Diğeri zayıftı, saçları omuzlarındaydı. Çenesinde iki parmak kadar keçi sakalı bırakmıştı. Kel olan kahverengi deri ceketini eliyle genişleterek konuşmaya başladı.
—Hey! Siz Sabar mısınız?
— Hayır! Biz Arap askerleriz. Basra'dan geliyoruz. Muhammed El-Hazari tarafından görevlendirildik. Hırkasının içinden emir kitabesini çıkardı." Adamlarım yaralı yakınlarda bildiğiniz bir köy var mı?"
"Otağımız az ilerdedir. Bizi takip edin." Askerlerin yüzünü anlatılamayacak şekilde rahat bir tebessüm kapladı. Abdullah"Hemen Ubade'yi çağırın!" dedi. Aceleyle çadırları söküp adamları takip ettiler. Yaklaşık iki saat sonra otağa vardılar. Karşılarında büyük Türk çadırlarını ve ortasında kızaran kuzuyu görünce askerler neredeyse mutluluktan kahkaha atacaklardı. Burası küçük bir köydü adeta. Boyun önünde duran muhafızları hangi Tatar görse dokuz köy öteye kaçardı. Kel olan hemen arkadaşlarına seslendi ve askerlere sıhhi yardım yapıldı. Adam, Abdullah'ın kolundan dostça tutarak konuştu.
—Karnınız açtır. Gelin birşeyler yiyelim. Abdullah Ubade'ye döndü.
—Sen aç mısın?
—Galiba! Tebessüm ederek adama döndü.
—Ben sadece uyumak istiyorum. dedi. Hemen bir çadırı gösterdiler. Çadırın içini yarısı bitmiş bir mum aydınlatıyordu. Beş altı Türk içeride sohbet ediyorlardı. Abdullah yerdeki uzun mindere uzanarak güven içinde gözlerini kapattı.