II

9 0 0
                                    

Ertesi gün gözlerini Ubade'nin seslenmesi üzerine açtı. Odada dün gece kendilerine yardım eden adamlar oturuyordu. Önlerinde büyük bir tepsiyle kızarmış et ve meyve vardı.

—İyi sabahlar! buyur gel. dedi kel olan. Yastığının yanına koyduğu kılıcını aldı ve sofraya oturdu. Hepsi etten br parça kopardılar. Kimse birşey konuşmuyordu. Genç Türkün meraklı sorusu ortamdaki sessizliği bozdu.

—Buraya nasıl düştünüz?

—Valinin emriyle...

—Akıncı mısınız?

—Ben ordu komutanıyım. Bu da halifemizin yeğeni Ubade. Adım Abdullah. Kel olan lafa atladı.

—Sizi Sabar zannettik. Müslüman olduktan sonra onlarla aramız oldukça açıldı. Yaralarınız taze. İyileşince sizi kendi ellerimizle Basra'ya götüreceğiz içiniz rahat olsun.

—Şükran!

—Benim adım da Uluğbek bu boyun beyinin kardeşiyim. Bu dostum Teginay kendisi bir gezgindir. Size Hazarlar mı saldırdı?

—Kanımca Tatardılar! Uluğbek dudağını büktü.

—Tatarların burada ne işi var ki?

—Nasıl yani?

—Ne Buğra Han ne Yusuf Han topraklarına Tatarların girmesine asla müsade etmezler. Siz gerçekten emin misiniz Tatar olduklarından.

—Tatarca konuşuyorlardı.

—Hepsini öldürdünüz mü?

—Çoğunu öldürdük.

—Yemeğimizi yedikten sonra bir gidelim bakalım. Sabar devriyeler cesetleri farketmemişse ki farketmemişlerdir şunlara bir bakalım ne dersiniz? Abdullah ve Ubade birbirlerine hayretle baktılar.

—İnanın şimdi ben bile merak ettim. Çadırların içinden çalınan kopuzların ve söylenen türkülerin sesleri geliyordu. Abdullahi yemek yedikten sonra sargısını tutarak ağır ağır ayağa kalktı ve Uluğbek'e döndü.

—Kağıdınız var mı?

—Var. Ne yapacaksın?

—Emire bir mektup göndereceğim. Nerede olduğumuzu bilsinler. Muhtemelen beni alması için birilerini gönderecektir. Uluğbek ellerini silerek çadırdan çıktı ve biraz sonra elinde kağıtla geri döndü. Abdullah heybesindeki mürekkeple kalemi çıkarıp yazmaya başladı.

Notu hazırladıktan sonra dün gece nöbet tutan askeri Sellam'ın dinlendiği çadıra girdi. On askeride içeride dinleniyordu. Onlara baktıkça kendinde garip bir sorumluluk duygusu hissetti. Kendine verilmiş elli askerin kırk tanesi ölmüştü. Kalanların da sağ uyanacağı belli değildi. Bunun verdiği heyecanla Sellam'ın kolundan tuttu.

—Hemen Basra'ya gidip Emir Muhammed'e bu mektubu vereceksin. Türklerden yanına adam alabilirsin. Sonra Velid'in yanına git. Ona benim yastığımın altındaki gümüş kamayı seninle yollamasını söyle. Velid, Abdullah'ın en iyi dostuydu. Yemenliydi. Askeri eğitimi birlikte almışlardı. Uluğbek'in yanında giderek ona en güvendiği adamlarını vermesini söyledi.

Sellam ve Türk askerler öğleden sonra yola çıktılar. Ubade homurdanarak Abdullah'a söylenmeye başladı.

—Ben gitseydim daha iyi olmaz mıydı?

—Olmaz! Sen bana halifenin emanetisin. Başına bir iş gelmesini istemem. dedi ve Uluğbek'in yanına geldi.

—Elbiselerimiz çok kirlendi. dedi. Uluğbek hemen kendi çadırından gri renkli bir pantolon, siyah çizgili yeşil bir gömlek ve kurt derisinden yapılmış bir ceket hediye etti. Sonra kaşlarını çatarak şöyle bir baktı.

—Bu elbisenin üstünde sarıktan daha iyi duracak bir başlık biliyorum. Kendi başındaki özel yapım deri başlığı çıkardı ve onun başına geçirdi. Başlığını çıkarınca Uluğbek'in beyaz suratı ve kalın siyah kaşları daha dikkat çekiyordu.

—Şimdi tam bir Türk oldun. dedi ve ikisi birden kahkaha atmaya başladılar. Ubade altı yedi kişinin atlarına binip hızla boydan uzaklaştığını gördü.

—Bunlar nereye gidiyor?

—Ava çıkıyorlar. Şu sizin adamları bir görelim, dönerken hava kararana kadar biz de avlanırız. dedi.

Geldikleri yere doğru dört nala gitmeye başladılar. Abdullah olacakları çok merak ediyordu. Adamlar yerinden kaldırılmış mıydı? Eğer oradaysalar onlar gerçekten Tatar mıydı? Düşünürken sağ üzengisine fazla bastığını fark etti. Neredeyse düşecekti. Yola çıktıkları çok olmuştu. Neyse ki uzaklardan gece çadır kurdukları yeri gördüler. Tepeye çıktıklarında önlerinde uçsuz bucaksız bozkırdan başka birşey göremiyorlardı. Şimdi içlerini çaresiz bir merak kaplamıştı. Hazarlar onları bulmuş olsalardı çoktan gömmüşlerdi. Biraz daha ilerlemeye karar verdiler. Atları ağır adımlarla ilerliyordu. Uluğbek birden "Durun!" dedi. Abdullah ve Ubade heyecanla ona baktılar. Parmağıyla ileride devriye gezen Hazar Hanlığı askerlerini işaret etti. Aceleyle geri döndüler. Hızla giderlerken bir tepenin önünde Lacivert üniformalı bir adam gördüler. Biraz daha yaklaştıklarında başının olmadığını gördüler. Bu liderleriydi. Abdullah birden "İşte bu adam!" dedi. Uluğbek hemen attan indi. Ardından Ubade ve Abdullah...

Cesedi görünce hayretle onlara bakarak konuştu.

—Tatarlar böyle elbiseler giymezler ki! eliyle cesedin ceplerini yokladı. Belindeki kemerin içinden kana bulanmış bir kağıt çıktı. Kağıtta Tatarca şöyle yazıyordu.

"Gelecekteki Tatar Hakanı Togaç Noyan'a

Kafkasya topraklarında yıllarca at sürmüş, baş kesmiş bir kavimsiniz. Elbette böylesine asil bir topluluğun yurtsuz kalması söz konu bile olamaz. Büyük Tatar Devletini kurma yolunda Abbasi orduları kanının son damlasına kadar yanınızda olacaktır. Ben isterdim ki bütün ordular emrimde olsun da hepsini size feda edeyim. Ne yazık ki bu benim elimde değil. Ama imkansız da değil. Size öyle bir isim vereceğim ki bu kişiyi ele geçirirseniz Halifeye istediğinizi yaptırırsınız. Bu kişi Ubade bin Kays'tır. İki gün sonra Kafkasya'ya bir keşif ordusu gönderilecek. O da yanlarında olacak. Ben Emir'e onu göndermesini ikna ettim. Şimdi s..."

Kağıdın alt kısmı üstüne sızan kandan belli olmuyordu haliyle yazan kişinin adı da okunmuyordu. Abdullah başından kaynar su dökülmüş gibi hissetti. Daha dün resmen planlı bir saldırıdan kurtulmuşlardı. Aklına hemen Ubade geldi. Daha yirmi yaşında bir çocuktu. Ona kim bilir neler yaparlardı. Ubade cesur duruşunu göstermeye çalışıyordu ama gözlerinin parıltısından korku ve dehşet içinde olduğu anlaşılıyordu. Abdullah bir anda sinirlendi.

—Nasıl olur bu!? Nasıl!?

—Yani bu içimizde bir hain olduğu manasına mı geliyor? dedi Ubade.

—Maalesef! Onu bulmakta yine bize düşüyor. Mektubu yazan kimse belli ki Halifeyi gözden atmış. Hemen Bağdat'a gitmeliyiz. Halifenin canı tehlikede...belki de ölmüştür. Uluğbek kolundan tuttu.

—Daha yaralarınız iyileşmedi. Hem bu hainin bir sürü adamı vardır orada. Öldürürler sizi. Bakın ben ne diyeceğim. Yaralarınız bir haftaya kalmaz iyileşir. İyileşince ağabeyimin bütün askerlerini alıp birlikte gideriz. Gelip yemeğimizi yediniz. Misafirimiz oldunuz. Din kardeşlerimizin yanında ölmeye hazır dolusuyla Türk genci vardır.

Uluğbek onu zorla ikna etmeyi başarmıştı. Akşam olmadan Boya geri döndüler. Şimdi herkesin kafası dumanlıydı. Anlaşılan gönderilen haberci de ölümüne yollanmıştı. Artık tek yapılacak şey zamanın lehlerinde akmasını temenni etmekti. 

TARİHİN EFENDİLERİHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin