1. Bölüm

341 19 18
                                    

***

19 Aralık 2014, Seul / Güney Kore

Yağmur. Neredeyse tüm dünyayı kendine âşık eden bir doğa olayıydı; gerek sesi, gerekse ardında bıraktığı toprak kokusuyla. Eğer ki zamanlaması iyiyse, sizi bir başkasına âşık edebilir, sevgilinizle var olan bütün ilişkinizi bitirebilir, huzura ulaştırabilir veya tam tersine bütün bunaltıcılığını üzerinize bırakabilirdi. İşte bütün bunlar arasında en sonuncusu, yani bunaltıcı ruh hâli sarmıştı genç adamı. Ciğerlerine doldurduğu havayla bile anlayabilirdiniz canının bir şeye sıkkın olduğunu.

Gözlerini kırpıştırdı birkaç kez. Yağmur damlaları rahatsız etse de, gökyüzüne bakmaya devam ediyordu. Gri bulutları kendine yorgan yapmıştı ay. Arkalarında saklanmaya çalışıyordu. Sanki genç adamın bütün sıkıntısı ona da geçmişti. Parlaklığını ve ışıklarını insanoğlundan gizlemeye çalışır gibiydi, tıpkı onun gibi. Bedenine çarpan her yağmur damlası, ruhunu biraz daha ağırlaştırıyordu.

Sabahtan beri dik tuttuğu omuzlarını indirdi sonunda. Paltosunun cebindeki elleri terlemeye başlıyordu. Hem nem hem de gerginliği yüzündendi bütün bunlar. Bir an için gözlerini kıstı. Çakan şimşek ardından kulak zarını patlatmak istercesine gürleyen bir gök. Hızlanan yağmurla birlikte gözlerini kıstı ister istemez. Ona boyun eğmişti. Bakışları yerle buluşurken yorgun bedenini bir binanın önüne attı.

 Yağmurdan kaçıyordu. Üstelik çok severdi. Fakat uzun zamandır yaptığı gibi, her şeyden çekiyordu kendini. Farklı bir hayata başlamak için yollar deniyordu. Oysa yalnızca lise öğrencisiydi. Aslında… Yaşıyla alakalı olmayarak, her insanın kendine göre büyük veya küçük sorunları olurdu. O ise, gördüğü bütün her şeyi aklına takıyordu. Bir hayvanı topallarken bile görse, ona yardım edemediğinden dolayı, içine bir şeyler oturuyordu. Belki de bu tarz şeylerle savaşabilmek için psikologa gitmeliydi. Bilmiyordu. Bu öneriyi düşünmeliydi aslında.

 Sol elini cebinden çıkarıp kolunu sıyırdı. Akrep ikiyi, yelkovan ise kırk sekizi gösteriyordu. Geç kalmıştı. Yine azar yiyecekti. Fakat bu saatte otobüs bulmasını bir kenara atın, bu yağmurda taksi bile çeviremiyordu. Islak sırtını, kuru duvara yaslayarak rahatlamaya çalıştı. Bütün her şeyi zihninden atıp, yağmurun sesine bırakmak istiyordu kendisini. Çamur kokusuyla savaş hâlinde olan saf hava, asfaltı yerinden sökmek istercesine yağan yağmur, tenini tıpkı bir sevgili gibi okşayıp geçen rüzgâr… Onu mutlu etmeliydi. Huzur vermeliydi. Huzur, sahi… Ne zamandır varlığını hissetmiyordu?

Gökyüzüne bakarken kendisinden geçmişti. Beynine yığılan her türlü düşünceyle boğuşuyordu o an. Kendisine yaklaşan varlığın farkında bile değildi. Karşısındaki parkta hareket eden silueti fark etmesi uzunca zamanını almıştı. Yolun hemen yanına dizilmiş çam ağaçlarından dolayı görüş alanı zorlaşsa da, çekik gözlerini kısarak iyice odaklandı. Evet, orada bir şey vardı. Nefesini tuttu ister istemez. Göz göze mi gelmişlerdi? Hayır… Hayır Myungsoo. Bunlar tamamen beyninin uydurmasıydı. Hayal ürünüydü. Titrek nefesini bırakırken gözlerini ovuşturdu. Bir siluet görmemişti.

Az önce yüzünü yalayıp geçen rüzgâr, şimdi birer iğne gibi batıyordu. Ürperdi. Ceplerindeki ellerini kastı ister istemez. Hafif öne doğru ağırlığını vermiş olduğu sırtını dikleştirdi yavaşça. Fark edilmediğini, etmeyeceğini sanıyordu onun. Varlığın ya da, her neyse. Fakat sürekli olarak bakışlarını üzerinde hissediyor olması bütün erkeksi duygularını sineye çekiyor, içindeki küçük çocuğu ortaya çıkarıyordu.

Crystal BloodHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin