Hayatım mükemmel değildi. Hatta çoğu zaman dışarıdan birinin boktan diyebileceği bir şekildeydi. Hiçbir zaman hayatımın güzel olduğunu savunmamıştım, buna gerek duymamıştım da. Güzel şeyler elbette başıma geliyordu, sadece çok fazla değillerdi. Hayatımı son zamanlarda güzelleştiren Chanyeol'du... Belki de değildi. Bana iyi geldiğini biliyordum en azından.
Kendimi çok fazla sorgulardım, eskiden. Çok uzun zaman önce değildi ama, yine de çok önceden olmuş gibi bana uzaktı. Kendimi değiştirmiştim. Artık kendimi biliyorum diye dolaşıyordum ama bu büyük bir yalandı. Asla kendimi tanımamıştım. Kendimi göremiyordum, herkesi görebilirken kendimi göremiyordum. Kendimi tanımam için yeteri kadar vaktim yoktu. Kendime yaptığım en büyük kötülük kendime dikkat etmememdi zaten. Ben, Byun Baekhyun, kendimi önemsemiyordum. Ama sonra bir şey oldu. Kendimi umursadığım ve her bir duygumu, her bir düşüncemi aynı anda hissettiğim ve hepsine odaklandığım bir an yaşadım.
Gözlerimin önündeki cesetlerle kalp atışlarım kulaklarıma kadar ulaşıyor oradan da beynime vuruyordu. Kendimi hem kontrol ediyor hem de edemiyordum. Sıkışmış hissediyordum. Nefes alamıyordum, başım dönüyordu. Kısacası iyi değildim.
Gözlerini hafifçe aralamış git gide soluklaşan bedene baktım. Kolunu bana doğru uzatmış ağzını oynatmaya çalışıyordu. Bu hale nasıl geldiğini anlamak için gözlerimi bedeninde gezdirdiğimde sırtında derin bir yara gördüm. Yere başka bir yerden damlayan kana baktığımda karnında da bir yarası olduğunu gördüm. Onun yaşama şansının olmadığını o an biri kulağıma fısıldadı. Ama ben daha ne olduğunu kavrayamadan sanki biri de ona fısıldamış gibi oldu. Önce kolu düştü sonra gözleri arkaya kaydı.
"HAYIR!" Yaşadığım şokla boğazımı yırtacak şekilde bağırdım ve dizlerimin üstüne düştüm. Ben bunu kaldıramazdım, daha ne olduğunu bile bilmiyordum! Kendimi toparlayamadım, birinin gelip beni almasını istedim. Yardım için çığlıklar koparmak istedim. Ama hiçbirini yapamadım, o gücü kendimde bulamadım.
Beni kendime getiren şey kapıdaki hareketlilik oldu. Büyük kapıdan çıkan gıcırtıyla çöktüğüm yerde doğruldum ve kazanların arasına girdim. Kendimi koruyacak bir şeyler aramaya başladım yerde. Tanrı bana acımış olmalı ki, arkamdaki kazana yaslanmış bir metal çubuk vardı. İçim gereksizce rahatladı ve sürünerek uzun ve kalın olan metal çubuğu aldım. Adım seslerini duymaya çalıştım.
Uyuşuk adımlar atıyordu ve topuklu ayakkabı giydiği adım seslerinden belliydi. Aklıma ilk gelen isim Helen oldu. Ne olduğunu anlayamıyordum. Sanki insanlar toplanıp bana şaka yapıyordu. Şaka olmadığını burnuma gelen keskin kan kokusuyla anladım. Ani bir cesaretle kafamı hafif kaldırdım ve yürüyen kişiye baktım. Yanılmak isterdim ama gelen Helen'di. Penelope'yi kolunun altından tutmuş sürüklüyordu, ne yaptığını anladığımda kan kokusunun kaynağını da anlamıştım.
Helen, Penelope'yi kazanın kenarına kadar getirdi. Sonra onu fırlattı. Bunu çok basit bir şeyi yapıyormuş gibi yaptı. Sanki sürekli yaptığı bir şeymiş gibi. Bu da benim boşluğuma geldi ve sıkı sıkı tuttuğum metal çubuğu düşürdüm.
Çıkan ses beynime vururken hemen çubuğu aldım ve yerime iyice sindim. Topuk sesleri yaklaşıyordu.
Tak. Tak. Tak.
Kafamı biraz daha kaldırıp baktığımda "SEN!" diye kükrediğini duydum. Sonra sustu. Ellerime bulaşan sıcak sıvıyla birlikte o odadan koşarak çıktım.
Elimde Helen'in kanıyla bulanmış olan çubukla.
Kendimi hissetmiyordum, etrafımda neler dönüyordu bilmiyordum. Sadece korkuyordum. Adım atamayacak olduğumu hissettiğimde odamın bulunduğu koridorda duruyordum. Hızlıca Chanyeol'un odasına ilerledim ve kapısını hemen açtım. Yatağının yanındaki masada minik bir mum yanıyordu. Çarşafını üstüne sarmış ama ayakları dışarıda kalmıştı. Onun güzelliği beni ağlatmak istiyordu ama ben o an aklımı kaçırıyordum.