Gözlerimi açtığımda uyuyakaldığımı fark ettim, etrafa bir göz gezdirdikten sonra yine aynı mağara içinde olduğumu fark ettim. Ayağa kalkmaya, toparlanmaya çalıştım. Fakat ne vücudum toparlanmak istiyordu ne de ben ayağa kalkıp bu mağara dışındaki dünyayla yüz yüze gelmek istiyordum. Sonsuza kadar burada kalabilir miyim diye düşündüm kendi kendime.
-Ama hayır ben hayatta açlığa dayanamam, dedim bağırarak.
Sanki şu an tek sorunum açlıkmış diye düşünürken karnımın feci bir şekilde guruldama sesi mağarada yankılandı. O da ne? Arkamdan bir gülme sesi, kimdi bu acaba yarama bakan kişi miydi? Artık ayağa kalkmam ve karşılaşacağım her türlü tehlikeye ve tehdide karşı kendimi korumam gerektiğine kendi içimde tartışmalar yaparak kendimle uzlaşıp karar verdim. Ayağa kalkıp arkama baktığımda ağzı açık ayran budalası şaşırıp kaldığımı hatırlıyorum.
Mağaranın üst tarafındaki delikten ay ışığının ışıl ışıl aydınlattığı bir yüz, bir insan bu kadar mı yakışıklı olur, her zerresi özene bezene yapılmış heykel gibi, gözlerinin rengi koyu kahverengi, hafif kirli sakallı, bebek gibi pürüzsüz esmer cildi ay ışında resmen ışıl ışıl parlıyordu. Selvi boylu dedikleri bu olsa gerek. Üstündeki tüm kıyafetlerin rengi siyahtı. Belindeki kemerin sağ tarafında kının içinde olan kılıç, sırtında yay ve okları vardı. Adeta bu benim televizyonda gördüğüm savaşçılara benziyordu. Daha yakından bakma isteğime hakim olamıyordum git gide şaşkın şaşkın yanına yaklaşıyordum. Yaklaştıkça daha da büyüleniyordum. Kimdi bu adam? Ben gerçekten nerdeyim?
-Ohaaaaaa. Olamaz bunu sesli mi söylemiştim, kesinlikle rezil oldum.
- O ne demek? Dedi. İnanmıyorum ben bu sesi hatırlıyorum. Kaba ama çekici ses, yarama bakan ve bir anda kaybolan kişinin sesi.
Bir insan oha kelimesinin ne anlama geldiğini nasıl bilmez. Ben gerçekten neredeyim? Biraz durdum. Derin derin nefesler aldım. Ve başladım.
-İlk olarak sen kimsin, bu kılık kıyafetinin hali ne, ben nerdeyim ve burası her neresiyse benim burada ne işim var?
- Dur bakalım, ben Börü Baatır bana sadece Börü derler. Bunlarda benim her zaman giydiğim kıyafetlerim. Şimdi ben sana soruyorum, sen kimsin?
-Aaaaa Selin kendine gel yeter artık!!! Derken kendime bir tokat attım. Artık şu adamın sesinin ve yakışıklılığının esaretinden kurtulmam lazım.
-Peki burası neresi? Önce ben sordum sen cevap ver. Çok mu emredici konuştum ne. Hafif bir kızgınlık ifadesi vardı suratında…
-Buraya biz buraya kendi aramızda Pars ini deriz. Adı böyledir. Şimdi sen de bakalım, kimsin?
-Pars ini mi? Neresi yani ilk defa duyuyorum.
-He ya Pars ini sen onu bırak da kimsin sen, o eşkıyalar eden senin peşindeydi? Sürekli getir çaldığını diye arkandan bağırıyorlardı. Çaldığın şey ne?
-gerçekten artık daha fazla dayanamayacağım. Şu an şurda kendimi parçalamak istiyorum. Ben Selin, ben kimseden bir şey çalmadım. Sadece neden burda olduğunu anlamaya çalışan biriyim ve bu yaraya da anlam veremiyorum bana araba çarpmıştı ne oku ya, kesinlikle çıldırmış olmayım; ok, Börü Baatır, mağara, eşkıya daha neler.
Ben bunların hepsini bir anda tek nefeste nasıl söyleyebildim kendime hayret ettim. Bu seferde karşımdaki Börü olduğunu söyleyen adam bana şaşkın şaşkın bakıyordu. Şu an ikimizde aynı durumdaydık.
-Sen düşünce başını bir yere vurmuş olmayasın. Selin mi ilk defa duyuyorum. Ne arabası bu dağlık yerlerde at arabası ne gezer. Ayrıca ben seni okla vuruluşuna şahit oldum. Senin tek başına koştuğunu ve arkanda yedi kişinin kovaladığını görünce yardım etmek istedim ama sen düşünce öldüğünü sanıp bırakıp gittiler. Ben de aldım buraya getirdim.
Sakin sakin sadece dinledim ve diyecek hiçbir şey bulamadım. Aklıma şu an tek gelen şey eğer adamın anlattıkları doğruysa ya bana yapılan şakayla karşı karşıyayım ya da yok canım daha neler olmaz herhalde öyle şey, saçmalama Selin kafanı topla bence arkadaşların sana şaka yapıyor, dışarı çıkınca her şey geçecek. Bu umutla kendini Börü Baatır diye tanıtan adama:
-Bunlar şaka değil mi? Şimdi dışarı çıkacağız ve herkes bizi bekliyor olacak demi. Ve bu şaka bitecek.
-Sen nasıl düşünmek istiyorsan Selin, gel istersen dışarı çıkalım. En azından yiyecek birkaç bir şey buluruz sana, -karnıma bakış atarak- açlığının sesi her yerde. Sonra tekrar konuşuruz.
Hadi dışarı çıkalım ve bitsin.
-Ama nerde herkes, şaka değil mi?
Ve artık dayanamayıp yere oturup ağlamaya başladım. Bir yandan ağrım var inanamıyorum ya bunun bir şaka olabileceğini düşünen kafama, mantıklı mı ya kim bana araba çarptıktan sonra böyle bir şaka yapar hangi aptal bu kadar zahmete girip bana bu kadar acı yaşatır. Artık aklımı ağlayarak daha iyi toparlayabildiğime kanaat getirdim ve şimdi soracağım soru belliydi. Başka seçeneğim kalmamıştı bir gün sonlanacak, her ne kadar şakadan daha da mantıksız gelse de sormak zorundayım.
-Şu an hangi yıldayız?
-1439.
-Sen ciddi misin? Ne 1439.
-Evet Recep ayı 1439 hatta Recep’in 19'u olmalı.
Ne diyor bu adam be, git gide soğumaya başladım, tamamen saçmalıyor. Ben en son telefona baktığımda 6 Nisan 2018’di. A evet telefonum onu bulmalıyım. Hoş buraya gökten zembille inmedim ya.
-beni getirirken, çantam vardı içinde telefonum, tabletim diğer eşyalarım vardı. Gördün mü?
-Neyin var, nelerin vardı? Sen hangi dili konuşuyorsun?
-Telefon, tablet… susmam gerektiğini düşündüm ve sustum.
Bulunduğum yerden kalkıp biraz etrafta gezinmek istedim. Belki bütün bunlara bir anlam veririm. Oda fazla uzaklaşmamam gerektiğini kurtların falan çıkabileceğini ve bana yemek getireceğini söyledi. Aya bakıyorum ay aynı ay, çevreye bakıyorum burası benim kültür gezisine gittiğim Konya- Derebucak ilçesindeki mağaraların olduğu yeri hatırlatıyor. Farklılık yok o zaman bunlar neyin nesi. Daha sonra üstümdeki kıyafetlere dikkat kesildim ben nasıl fark etmemişim, ben de resmen savaşçı kadın gibi giyinmişim, üstüm başım siyah saclarım yukardan topuz, topuz baya iri ama benim saçlarım kısacıktı saçlarımı çözdüm, ne o ünlülerin gittiği kuaförde bir sürü para bayıldığım boya vardı ne de kısalığı saçlarım nasıl bu kadar uzamıştı. Ayağımdaki ayakkabılar nasıl iple bağlanmış bez gibi. Nerde o hasta bile olsa giyiminden kuşamından ödün vermeyen Selin. Kafam allak bullak, ağrı bir yandan, açlık bir yandan. Bana bir çıkış yolu lazım diye beklerken;
-Hadi gel, karnını doyur sonra düşünürsün.
Arkamı döndüğümde gülümseyen yüzle bana baktığını gördüm, bir anda içim ısındı ve o an anladım, elbet bir amacı olmalı her şeyin şu an burada bu adamın yanındaysam illaki bir sebebi olmalı. Kalkıp ona doğru gitmeye başladım. Kurduğu sofraya oturdum.
-Bu kadar sürede bu kadar bulabildim.
-Sağol. Sadece bir çeşit hayvan eti ve biraz da ot vardı. Önce bir yesem mi diye tereddüt ettim.
-Korkma ye ye. Tavşan eti. Senin için doyurucu olacaktır emin ol.
Daha önce tavşan etinin tadına hiç bakmamıştım ama kurt gibi açım ne olsa yerdim ki öyle oldu. Tadı gayet tatlıydı ve lezzetliydi. İyi pişmişti. Ben neler düşünüyorum böyle. Karnımı doyurduktan sonra iyice oturup düşünmeli ve tüm parçaları birleştirmeliyim. Ay ışığında tavşan eti aç olunca sanki en lüks restoranda pekin ördeği gibi, kendi dediğime kendim gülüyorum. Yanımdaki her şeyden habersiz ama o da belli merak ediyor. Yemek faslı bittikten sonra hava soğumaya başladığını hissettim. İçeri doğru yürümeye başladım. O da arkamdan geliyordu. Anlamsız bir şekilde ardımdan gelmesini istiyordum o Pars ininde yalnız kalmak istemiyordum. İçeri geçip bulduğum yere oturdum. O da tam karşıma geçti. Şu an ikimizde birbirimizden atak bekliyorduk birimiz sorsa da başlasak yine soru silsilesine ama ikimizden de çıt çıkmıyordu. Acaba o da benim gibi o da duyacakları konusunda endişeli miydi. Kafasının karışmasından mı korkuyordu?
Tam ben başlayacakken birisi: -Börü ağabey, Börüüüü ağabey. Diye bağırıyordu. Ses git gide yaklaşıyordu. O da ne tıpkı Börü Baatır gibi giyinmiş biri, ondan biraz kısa bir onun kadar alımlı ve yakışıklıydı.
-Börü ağabey, -beni göz ucuyla göstererek bir şeyler söylemeye çalışıyor ama devam etmesi için Börü’ nün kafasını sallaması yetti ve devam etti- Padişah Semendire’yi fethettiği için Sırp Kralı Brakoviç kızı Mara’yı gönderiyormuş. Askerlerle geliyormuş ama herhangi tehlikeye karşı bizim de yol üstünde aralarına karışarak korumamızı istemiş. Diğer ağabeyler bizi dere yatağının orda bekliyorlar.
-Tamam Balamir. Sen çık ben geliyorum.
Bunlar neden bahsediyorlar, kim padişah bu tarihte padişah mı varmış, şimdi de okul hayatım boyunca tarihten kaçan kafama, artık iyice beynim hallaç pamuğuna dönmüştü. Börü bana bakarak:
-Şimdi ben gidiyorum. Bu işi ivedilikle halledip yine geleceğim, senin aklın yerine gelene kadar sana yardımcı olacağım. Hem merak etme seni tek bırakmayacağım. Bizim bir yiğidimizi senin yanına göndereceğim ben gelene kadar sana göz kulak olur.
Aslında gitme demek istedim ama ben nasıl gitme diyebilirim ki… Şu karmaşıklığı bir an önce çözmek istiyordum ama o ben daha bu düşüncelere son veremeden gitti. Ben de uyumak istiyordum bir an önce bu günü bitirmek istiyordum, uyanmak istiyordum eski hayatıma dönmek istiyordum. Hiçbir şey düşünmeden gözlerimi kapatıp uykuya dalmak için kendimi zorladım.
Başarılı olmuşum da uyandığımda yine aynı yerdeydim rüyamda pek iç açıcı değildi zaten o adinin bana yapmış olduğu adiliği görmüştüm. Sahi hangisi gerçekti rüyam dediğim yer mi yoksa şu an uyandığım yer mi? Artık bunu düşünmeyeceğim:
-Evet evet hangisini o an yaşıyorsam o hayatı yaşayacağım, ister o Selin ister bu Selin sonuçta hala hayattayım.
Üzerimde örtü vardı. Acaba Börü bu kadar çabuk gelebilir mi ama hayır Börü arkadaşını yollayacaktı o örtmüş olmalı. Kalktım ve yarama baktım düne göre biraz daha iyi görünüyordu. Artık yanık acısı geçmiş sadece kesik acısı hissediyordum. Karnımda acıkmıştı. Dışarı çıkayım belki birkaç bir şey bulurum umuduyla ama çıktığımda sadece engebeli kayalar, kocaman taşlar arasında ağaçlar… Ben tavşan bulamam ki, tavşanda bulsam avlayamam, hiçbir şey yapamam.
-Uyanmışsın.
Bu sefer yabancı olduğum tok bir ses.Düzenlenmiştir
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Parsların İçinde Bir Geyik
Teen FictionAslında olaylar son zamanlarda yaşadığı durumlardan ve hayatından sıkılmış Selin'in hayal dünyasında gelişiyor. Bakalım bir trafik kazası bir hayatı ne kadar etkiler?