"Seokjin!" Bu yumuşak ses dahi, çevredeki kuşları uçurmaya yetmişti.
Hoseok önündeki banka doğru ilerledi. Bugünün diğerlerinden ufak bir farkı vardı. Bugün, akışına bırakmaya karar vermişti.
Elindeki kalitesiz kağıt ve birkaç tahta çubuktan yapılma yeşil uçurtmanın başka bir açıklaması olabilir miydi ki?"Hoseok!"
Okuduğu kitabı bankın sağ tarafına koyup kırmızı saçlıya doğru yürüyen Seokjin başlangıçta ne bu sevecen tavrı, ne de bu uzun kuyruklu uçurtmayı anlamlandıramamıştı. Ancak o an sadece izlemenin, konuşmaktan daha iyi bir seçenek olacağında karar kıldı.
"Uçurtma uçurmayı biliyor musun? Ben hep öğrenmek istedim. Ama ne bir uçurmaya, ne de bana onu uçurmayı öğretecek bir arkadaşa sahiptim."
Seokjin duraksadı, gözlerini kırmızı saçlının üstünde gezdirip fısıldadı.
"Bilmiyorum. Öğrenmeye ne dersin?"
Hoseok'un kolunu tuttu, heyecanla onu daha açık bir alana sürüklemeye başladı, alışılmamış şey değildi bu.
Seokjin bir eliyle uçurtmanın ipini kavrarken, diğer elini kaldırıp rüzgarı hissetmeye çalıştı. Hoseok ile arasındaki mesafeyi daha da açarak bağırdı:"Sesimi duyduğunda olabildiğince büyük bir güçle gökyüzüne doğru bırak." derken bir yandan, neredeyse elini kesecek kadar sıktığı ipe baktı ve derin bir nefes aldı.
"Üç, iki, bir! Bırak!"
Hoseok tahtalarından tuttuğu uçurtmayı varolan tüm gücüyle rüzgara teslim etti, Seokjin ipi hızlıca kendine çekti.
Yeşil uçurtma havada süzülüyordu şimdi. O ana, ve sadece onlara özel bir kuş gibi.
Kırmızı saçlı, Seokjin'in yanına geldi. Her şeyi akışına bıraktığı küçük oyununa devam ederken suratına çocuksu bir gülümseme yerleştirdi:
"İpleri ben tutabilir miyim?"
Açık mavi gökyüzünü süsleyen yeşil uçurtmanın ipinde bağlı olan bir çift ele bakarak konuştu Seokjin:
"Hoseok biliyor musun, küçükken zıplamaktan bile korkuyordum."
Yanaklarına minik ve silik bir tebessüm kondurdu, ardından hemen silinen bu tebessüm yerini kelimelere bıraktı.
"Ama düşmek beni hiçbir zaman korkutmamıştı. Başlangıçta intihara meyilli olduğumu sanmış olsam da, zamanla öyle olmadığımı anladım." İpin üzerindeki ellerini sıkılaştırdı, devam etti.
"Ben sadece uçmak istiyorum."
O sırada esen rüzgar, Hoseok'un saçlarının arasına küçük bir çiçek parçası sıkıştırdı. Seokjin, gülerek parçayı aldı:
"Ama bunu yalnız yapamam." Ellerini Hoseok'un kulağının arkasına götürüp çiçeği sabitledi, ona bakan bu keskin gözlerin gerisinde ne gibi düşüncelerin geçtiğini anlamaya çalıştı. Beklediğinin aksine Hoseok, yumuşak bir yüz ifadesiyle fısıldadı:
"Albatros kuşlarını biliyor musun?"
Seokjin büyük bir hevesle evet demek üzere ağzını açacakken, Hoseok işaret parmağını onun dudağına götürüp bastırdı ve gülümsedi.
"Şimdiye kadar ben seni dinledim, şimdi dinleme sırası senin."
Hoseok parmağını yavaşça Seokjin'in dudaklarından çekti. Suratındaki şaşkın ifade hoşuna gitmişti.
"Albatros kuşları, eşlerine olan sadakatleriyle bilinirler. Ne kadar yol gittiklerinin, kaç okyanus aştıklarının önemi olmaksızın daima geride bıraktıkları eşlerine geri dönerler."
Seokjin zaten bildiği bu bilgiyi dinlerken Hoseok'u inceledi. Daha önce görmediği bir şey vardı onda, belki o günden sonra bir daha göremeyeceği. Gözlerindeki çocuksu ışıltıyı bir kavanoza koyup saklayabilmek istedi o an. Ancak sadece bakışlarını izlemekle yetindi.
"Uçmayı öğrenmek istiyorsan eğer, benimle öğren. Yalnız kalmak istemiyorsan eğer, yanında olmama izin ver. Ve en önemlisi de: eğer bir gün çok uzağa gidersem, bil ki senin yanın benim varabileceğim tek yer."
Arkalarında bırakacakları çok fazla şey yoktu: rüzgar tarafından sayfaları okşanan bir kitap, rotasını bulana kadar gökyüzünde savrulacak yeşil bir uçurtma...
Daha çok zamanları var ki, hiçbiri sorun değil.
✿