I.
Yıl, 1815... Sarl Fransuva Bienyenu Myriel, Diny'de piskopos olarak gorev yapıyordu. O
yıllarda, 75 yaslarında olan yaslı adam, dokuz yıldır bu gorevi yapıyordu. Eski burokratlardan
birinin oğlu olan Myriel, babası cok istediği icin genc yasta evlenmisti. Bu evliliğe rağmen
Sarl Myriel'in kendisinden cok soz ettirdiği soylenir. Kısa boylu olması atak bir genc olmasını
engellemiyordu. Yakısıklı, zarif ve surekli gulumseyen genc, kadınlar tarafından cok
sımartılmıstı. Myriel, hayatının en guzel yıllarını zevk ve sefa icinde gecirmisti. Daha sonraki
yıllarda Fransız Đhtilali'nin ortaya cıkmasıyla bir cok olayın patlak vermesinden dolayı,
aristokrat ailelerin, ulkeden cıkıp giderken her tarafı yağmalamaları onun ruh dunyasında
berbat bir etki bırakmıstı.
Myriel, olayların ilk gunlerinde, ailesiyle birlikte Đtalya'ya gitti. Esi uzun zamandır rahatsız
olduğu icin zayıf vucudu hastalığın ustesinden gelemedi ve orada oldu. Birdenbire gelen bu
olum, Myriel'in hayatında onemli değisiklik meydana getirdi. Eski Fransız sosyetesinin yıkılısı,
kendi ailelerinin dağılması ulkelerinden kacmak zorunda kalanların sahit oldukları dehset
sahneleri, genc adamın farklı dusuncelerin ortaya cıkmasına neden oldu. Hic kimse onun ic
dunyasında kopan fırtınaların ozunu bilemeyecekti fakat Đtalya'ya donduğunde tamamen
değismis ve kendini dine adamıstı. Oyle ki, 1804 yılında Brinyol papazlığına atandığında cok
yaslanmıstı. Her zamankinden farklı ve cok sakin bir hayat yasamaya baslamıstı.
Napolyon'un tac giyme toreninin hazırlıkları yapılıyordu. Bir is icin Paris'e uğrayan Myriel,
Kardinal Fesh'yi gormeye gitmisti. O sırada dayısını ziyarete gelen imparatorla karsılastı.
Yaslı bir din adamının kendisini gormek istemesinden suphelenen Napolyon, birden basını
cevirerek, yardımcılarından birine sordu:
— Bana boyle garip garip bakan bu adamı tanıyor musun?
Myriel, durusunu bozmadan cevaplandırdı:
— Kralım, siz sıradan birine bakıyorsunuz. Halbuki ben muhtesem bir imparatora bakıyorum.
Bundan ikimiz de yararlanabiliriz.
O aksam, Napolyon, Kardinal'e bu papazın adını soruyordu. Bir sure sonra Myriel, Diny
piskoposluğuna atandığını buyuk bir saskınlıkla oğrenmisti.
Myriel sehre geldiğinde, beraberinde kız kardesini ve hizmetcisi Madam Magluvar'ı da
getiriyordu. Ağabeyinden tam on yas kucuk olan Matmazel Baptistin, ince yapılı, uzun boylu,
soluk tenli bir kadındı. Guzel değildi. Yasının gereği olsa gerek farklı bir ozelliği vardı. Bu
durum kendisine yalancı bir guzellik veriyordu. Kutsal gorevlerle dolu hayatı, onu sanke nura
boğmustu.
Madam Magluvar ise, biraz kilolu ve beyaz tenli ve yuzlu bir kadındı. Astım hastası olmasına
rağmen surekli hayır islerine kosuyordu.
Myriel, gorevlendirildiği kente geldiğinde hemen piskoposluk sarayına yerlestirildi Sanlı,
sohretli bir ise tayin edilmis. Ziyaretine ilk gelenler, vali ve belediye baskanı olmustu. Saraya
iyice yerlesmislerdi ama kasaba halkı yeni gelen piskoposun neler yapacağını merakla
beklemeye baslamıstı. Piskoposluk sarayı, hastaneye cok yakındı, hatta bitisikti. Saray, bir
piskoposluk sarayından cok krallara layık bir bina idi. Salon ve yatak odaları, Floransa
modasına uygun kemerlerle suslu seref avlusu, suslu ağaclarla dolu bahceleri goz
kamastıracak bir guzellikteydi. Eski yıllarda, kilisenin en unlu kisileri, burada ağırlanmıstı.
Fakat hastane, minik bahceli, tek katlı, kucuk bir yapı idi.
Sehirde gorevlendirildiğinin ucuncu gununde, piskopos ilk ziyaretini hastaneye yaptı. Ziyaret
bittikten sonra, hastane bas hekiminden evine gelmesini rica etti. Bashekim, birkac saat
sonra yanındaydı.
— Mudur Bey... Hastanede kac hastanız var?
— Efendim, herhalde yirmi altı hastam var.
— Doğru... Ben de o kadar saymıstım.
— Fakat yataklar birbirlerine cok yakın.
— Doğru.
— Koğuslar dar ve odaları havalandırmak zor oluyor.
— Haklısınız.
— Gunesli gunlerde bahce hastalara yetmiyor.
— Ben de bunu dusunuyordum.
— Salgın hastalıklar olduğunda, hastaların sayısı yuze kadar cıkıyor fakat elimizden bir sey
gelmiyor. Oyle caresiz kalıyoruz.
Yeni piskoposun muhtesem yemek salonunda konusuyorlardı. Birden Myriel basını arkaya
atarak sordu:
Sizce buraya kac yatak sığar?
Bashekim sasırmıstı:
— Ama efendim... Burası sizin yemek salonunuz, dedi. Soylemek istediğiniz nedir?
Piskopos gozleriyle cevresini taradı. Kendi kendine hesaplar yapıyordu. Sonra birden
konustu:
— Buraya yirmi yatak konulabilir. Bana bakın doktor bey, size bir teklifim olacak; bana
kalırsa bu iste bir yanlıslık yok mu? Siz bes ya da altı odalık kucucuk bir binaya yirmi altı
kisiyi sığdırmaya calısıyorsunuz, oysa en azından altmıs kisiyi barındıracak bu kocaman
sarayda, biz yalnızca uc kisiyiz. Bunda bir yanlıslık var. Siz hastalarınızla buraya, ben de
sizin bulunduğunuz binaya yerleseceğim. Haydi en kısa zamanda evimi bosaltın. Burası
ancak size yakısır.
Ertesi gun yirmi altı hasta piskoposluk sarayına, Myriel de, hastane binasına yerlesmeye
basladı.
Meshur ihtilal doneminde, ailesi butun malını-mulkunu kaybettiğinden, Myriel'in serveti de
yok olmustu. Ancak kız kardesinin omur boyu alacağı bes yuz franklık yıllık geliri vardı. Bu
para onun rahip evindeki masrafına yeterdi. Myriel, piskopos olarak devletten on bes bin
frank maas alırdı. Bu paranın hemen hepsini yoksullara harcardı. Ev masrafı icin yalnızca bin
frank kadar bir para ayırmıstı. Kendini hayır islerine adadığını soylediğimiz kız kardesi onun
bu davranısına hic ses cıkarmazdı. Ağabeyini sevdiği kadar ona saygı da duyan kardesi onun
emirlerine bas kaldırmasını asla dusunemezdi. Fakat ascıları Magluvar, bu duruma biraz
bozuluyordu.
Cevre kasabalardan, bir koy papazı Diny'yi ziyarete geldiğinde, piskopos onu en iyi bicimde
ağırlıyordu. Bunu madam Magluvar'in tutumluluğuna ve kız kardesinin akıllıca harcamasına
borclu idi.
Sehre geldiklerinin uzerinden uc ay gecmisti. Myriel bir gun:
— Su sıralar para sıkıntısı cekiyorum, dedi.
Ondan bu cıkısı bekleyen hizmetci Magluvar, hemen atıldı:
— Elbette cekersiniz efendim... Bakanlığın size vermek icin ayırdığı harcırahı istemelisiniz.
Tasra piskoposları icin bu cok eski bir gelenektir. Yol ve araba masrafları...
— Tamam, dedi Myriel... Haklısınız...
Hemen ertesi sabah, bakanlığa bir dilekce gonderdi. Bir sure sonra uc bin franklık para
adresine gonderildi. Fakat onun bu isteği sehirde dedikoduya sebep olmustu. Eski bir
senator, merkeze bir mektup yazarak, dort bin kisilik bir kasabada araba ve yol masrafları
icin bir din gorevlisine bu kadar para gonderilmesinin anlamsız olduğunu bildiriyordu.
Butun bunlar olup biterken, evin emekcisi Madam Magluvar buna cok sevinmisti:
— Sukur su para geldi de biraz rahatladık. Đyilik eden iyilik bulur derler. Efendimiz hayır
islerine maasını harcıyor, hic değilse bu fazladan para bize kalır.
Fakat kadıncağız kısa sure icinde derin bir hayal kırıklığına uğrayacaktı. Cunku aynı gunun
aksamı, piskopos, yeni bir harcama planı hazırlıyordu:
- Yol masrafları icin uc bin frak geldi. Hastalara et suyu verilmesi icin binbesyuz, Kimsesiz
Cocuklar Derneği'ne 250, Draginyan Yardım Derneği'ne 250, yetimhaneye 500, yoksullara
500 frank verirsek, uc bin frank hayırlı bir ise gidecek...
Piskopos M. Myriel boyle eli acık bir adamdı.
Jan Valjan- I
Yıl 1815... Ekim ayı... Gunesin batmasına bir saat kala, yaya seyahat eden bir adam, Diny'ye
giriyordu. O sırada evlerinin onunde ya da pencerelerinden bakan tek tuk kent halkı, yeni
gelen adamı supheli gozlerle izlediler. Oralarda bu adamdan daha sefil gorunuslu birini
gormek hemen hemen imkansızdı. Gelen orta boylu, tıknaz ve guclu bir adamdı. Kırk altı,
kırk sekiz yaslarında kadardı. Deri kasketi, gunes ve ruzgarlardan yanık yuzunun bir kısmını
ortuyordu. Kucuk bir gumus cıpa ile iliklenmis kaba sarı keten gomleği, kıllı goğsunu
meydanda bırakmıstı. Asınmıs ve solmus mavi bez pantolonunun dizleri delinmis, sırtında
yepyeni bir asker cantası tasıyor, elinde budaklı bir baston tutuyordu. Gomleğinin uzerine
rengi atmıs lime lime gri bir ceket giymis, boynuna ipe donmus bir kravat bağlamıstı. Cıplak
ayaklarına civili kunduralar giymisti. Bası traslı, sakalı uzundu. Yaya yolculuktan dolayı her
tarafı ter icinde kalmıstı. Uzerini kaplayan kir ve toz, onun bu berbat kılığını daha da acıklı bir
hale koymaktaydı. Kimse tanımıyordu, onu. Herhalde yabancı bir yolcu olacaktı. Nereden
geliyordu? Belki guneyden, belki de deniz kıyısından?
Yedi ay once, Cannes'dan Paris'e giderken Diny'den gecen Napolyon'un gectiği yoldan, sehre
gelmisti. Bu adam butun gun yurumustu, cok yorgun gorunuyordu... Kentin asağı
mahallesindeki kadınlar, onun kapılara yakın cesme basında azıcık dinlendiğini ve su ictiğini
gormuslerdi. Puvasover sokağına girdiğinde sola dondu ve il merkezine girdi. Onbes dakika
sonra, oradan cıkmıstı. Kapıda bir jandarma bekliyordu. Yabancı adam, kasketini cıkararak
jandarmayı saygıyla selamladı. Jandarma selamına karsılık vermeden, onu uzun uzun suzdu,
sonra yerinden kalkarak binanın icine girdi.
O gunlerde, Diny'de cok guzel bir han vardı. "Kolba Hacı" adındaki bu hanı, Jaken Labar
adında, birisi isletirdi. Yabancı, kentin en gozde hanı olan "Kolba Hacı"na girdi. Zemin
katındaki mutfakta butun fırınlar, gurul gurul yanıyordu, sominedeki neseli ates etrafı
aydınlatıyordu. Aynı zamanda, ascıbasılık yapan hancı, kaynayan tencerelerine bakıyor ve
bitisik salonda gulen ve sakalasan musterilerine hazırladığı nefis yemeği gozden geciriyordu.
Seyahat edenlerin asağı yukarı hepsi, arabacıların masraftan kacmadıklarını, boğazlarına cok
duskun olduklarını bilirler. Ocakta beyaz bıldırcın ve sulunlerle birlikte besili bir tavsan
kızarıyordu. Tencerelerde, tatlı su balıkları pisiyor, mangallarda patatesler kızarıyordu. Hancı,
kapının acıldığını duyunca, gozlerini mangallardan kaldırmadan sordu:
— Bayım, ne istersiniz?
— Yemek ve yatak, dedi yolcu.
Hancı gulerek:
— Bundan kolayı var mı, dedi. Sonra basını cevirerek yeni geleni tepeden tırnağa
suzdukten sonra ekledi:
— Parasını verdikten sonra.
Yabancı cebinden mesin bir kese cıkartarak cevap verdi:
— Benim param var.
— Tamam oyleyse emrinizdeyim.
Adam kesesini yeniden cebine yerlestirdi. Sırtındaki heybeyi yere indirdi ve sopasını kapı
dibine dayayarak ates karsısındaki alcak bir iskemleye oturdu. Yemekleri hazırlayan hancı,
yeni gelen adamı gozden kacırmıyordu. Yabancı sordu:
— Yemek hemen hazırlanır mı?
— Biraz sonra...
Adam ısınıyordu. Hancı Jaken Laber, cebinden bir kursun kalem cıkarttı, pencere onundeki
masadan eski bir gazetenin ucunu kopartarak kağıda birkac satır karaladı. Kendisine
yardımcı olan bir cocuğu cağırarak ona bu pusulayı verdi ve kulağına birseyler mırıldandı.
Cocuk simsek gibi kosarak uzaklastı. Yolcu bunların hicbirini farketmemisti. Yeniden sordu:
— Yemek ne zaman oluyor?
— Az sonra!
Cocuk geri dondu. Kağıdı geri getirmisti. Hancı cevap bekleyen birisinin aceleci tavrıyla
pusulayı actı, dikkatle okudu basını salladı bir an kararsız gorundu.
Daha sonra acı dusuncelere dalmıs gorunen yolcuya yaklasarak:
— Bayım, sizi kabul edemeyeceğim, dedi.
Adam birden yerinden fırladı:
— Bu ne demek oluyor boyle? Yoksa para vermeyeceğimden mi korktunuz? Ama benim
param var, isterseniz hemen, pesin veririm.
— Hayır mesele bu değil.
— Peki ne var?
—Paranız var, fakat...
— Ee?
— Bos odam yok.
Yorgun yolcu umursamadan cevap verdi:
— Uzulduğunuz seye bakın, ben ahırda bile yatarım.
— Hayır ben bunu yapamam.
— Nicin?
Cok fazla atım var benim. Onlardan yer kalmaz size...
Yabancı adam direndi:
—Samanlıkta da mı yeriniz yok? Ben saman uzerinde de uyurum, yemekten sonra bunu
hallederiz.
— Kusura bakmayın size yemek veremeyeceğim.
Kesin bir sesle bildirilen bu karar, musteriyi kızdırdı:
— Ama beyefendi ben aclıktan olmek uzereyim, dedi. Gunes doğarken yola cıktım, paramı
verdikten sonra neden yemek yemeyeyim?
— Size verecek yemeğim yok.
Adam, hancının bu sozlerini bir kahkahayla karsıladı. Elini ocak ve tencerelere uzatarak
sordu:
— Peki ya bunlar?
— Butun bunların musterisi var.
— Kimler?
— Arabacılar...
— Onlar kac kisi?
— On iki kisi.
— Burada yirmi kisilik yiyecek var.
— Onlar hepsini kendilerine ayırttılar ve parasını pesin odediler.
Adam yerine oturdu ve sesini yukseltmeden:
— Bu bana vız gelir, dedi. Handayım, karnım ac ve burada kalıyorum.
Hancı, adamın kulağına eğildi ve urperten bir sesle:
— Hemen defolun buradan, dedi.
Ocaktaki atesleri masayla karıstıran yolcu birden doğruldu, cevap vermek icin ağzını
acıyordu ki kendisine yırtıcı gozlerle bakan hancı alcak sesle:
— Hemen, dedi. Bu kadar konusmak yeter. Size adınızı soyleyeyim mi? Adınız Jan Valjan.
Đsterseniz simdi de size kim olduğunuzu soyleyeyim; zaten kapıda sizi gorunce
kuskulanmıstım, vilayetten sordurdum, bakın ne cevap geldi, okumak ister misiniz?
Adam kağıdı uzattı, yolcu bir goz attı, kısa bir suskunluktan sonra hancı ekledi:
— Musterilerime karsı terbiyemi bozmak istemem, haydi artık gidin buradan.
Adam basını eğdi, yere bıraktığı heybesini aldı ve handan cıkıp gitti. Anayoldan yurumeye
basladı. Sağına soluna bakmadan gozleri yolda, gelisi guzel yuruyordu. Utanmıs, ezilmisti
sanki. Bir kez bile basını cevirip bakmadı. Eğer geriye baksa, kapısının eseğinde
musterilerinin ortasında, onu parmağıyla gosterip heyecanla bir seyler anlatan hancıyı
gorurdu. Kısa bir zaman icinde, gelisinin kentte bir olay yaratacağını anlardı. Adam boylece
bir sure bilmediği sokaklarda yurudu durdu. Oylesine uzulmustu ki, yorgunluğunu bile
unutmustu. Birden aclık yine kendisini rahatsız etti. Gece yaklasmıstı, kendine bir barınak
bulabilmek icin, etrafına bakındı. O guzel han, kendisine kapılarını kapatmıstı, birden sokağın
sonunda bir ısık gordu. Burası eski bir meyhaneydi. Yolcu camdan iceriye goz attı.
Masalardan birinde, bir gaz lambası salonu aydınlatmıstı, ocakta kutukler yanıyordu, birkac
kisi icki iciyorlardı. Ocaktaki zincire bağlı tencerede yemek kaynıyordu. Bir cesit han olan bu
meyhanenin iki kapısı vardı: Biri sokağa acılıyor, diğeri gubreli bir avluya cıkıyordu.
Yolcu buyuk kapıdan girmeye cesaret edemedi, bir sure bekledi sonra cekinerek tokmağı
cevirdi. Đceri girdiğinde meyhaneci sordu:
— Kimsiniz?
— Corba icmek ve geceyi gecirmek isteyen bir yolcu.
— Buyurun... Zaten burada yenilir ve yatılır.
Adam iceri girdi, icki icenlerin hepsi baslarını ona cevirdiler. Bir yandan lamba, bir yandan
ocaktaki alevler salonu iyice aydınlatıyordu. Bir sure onu incelediler.
Meyhaneci:
— Ates basına oturun. Tencerede yemek pisiyor, gelin ısının dostum, dedi.
Yolcu, atesin yanına oturdu, yurumekten sızlayan ayaklarını, soyle bir uzattı, tencereden
nefis kokular yukseliyordu. Adamın kasketinin altından gorunen yuzunde mutlu bir ifade
belirmisti. Oysa bu cok acı cekmis birisinin yuzu idi. Ne var ki meyhane musterilerinden birisi
buraya girmeden once Labar'ın hanının onune atını bağlayan bir balıkcı idi. Yabancı adam
hakkındaki soylenenleri duymustu; birden hancıya goz kırptı. Meyhaneci ona yaklastı birlikte
birseyler fısıldastılar. Yolcu kendi dusuncelerine dalmıs, bası onunde birseyin farkında değildi.
Meyhaneci ocak onundeki dinlenen adama yaklastı ve elini onun omzuna dayayarak:
— Buradan gitmelisin, dedi.
Yolcu basını cevirdi ve yumusak bir sesle cevap verdi:
— Demek siz de oğrendiniz?
— Evet!
— Obur handan da beni kovdular.
— Ben de seni buradan kovuyorum.
— Peki ben, nereye gideceğim?
— Cehenneme kadar yolun var...
Adam bastonunu ve heybesini alarak, yine yola dustu. Dısarı cıktığında "Kolba Hacı"ndan bu
yana onu izleyen birkac mahalle cocuğu adama tas attılar, o geri dondu ve onlara sopasıyla
tehdit etti. Cocuklar cil yavrusu gibi dağıldılar. Yabancı cezaevinin onunden gecti. Kapıda
demir bir zincire asılı bir can vardı zincire asıldı kapı acıldı. Yabancı saygıyla kasketini
cıkartarak:
— Kapıcı efendi, dedi. Ne olur beni bu gecelik misafir eder misiniz?
Bir ses cevap verdi:
— Cezaevi yolcu hanı değildir, ancak tutuklanırsanız sizi barındırırız.
Bahceli evlerin bulunduğu bir yola girdi, bu bahceli evciklerin arasında tek katlı minik bir ev
dikkatini cekti. Az once meyhane onunde yapmıs olduğu gibi camdan iceriye baktı. Burası
yeni badana edilmis bir odaydı. Basma ortulu temiz bir yatak ve kosede bir besik gordu.
Duvarda bir tufek asılıydı. Beyaz ortuyle suslenmis masayı bakır bir lamba aydınlatıyordu,
cinko ibrik gumus gibi pırıldıyordu ve sarapla dolu idi. Masanın ortasında kocaman bir
kaseden sıcak corbanın dumanları tutuyordu. Sofraya neseli yuzlu, kırk yaslarında bir adam
oturmustu, dizlerinde kucuk bir cocuğu hoplatıyordu, genc bir kadın, besikte yatan obur
cocuğunun yanına kostu. Baba guluyor, cocuk guluyordu. Yabancı bir sure, bu tatlı goruntu
karsısında, dusunceli dusunceli durdu. Su anda neler dusunuyordu, kim bilir? Belki de bu
mutlu evin kendisini bir gecelik barındıracağım sanmıstı. Boylesine mutlu kimseler sevmesini
ve acımasını bilirlerdi. Yavasca cama vurdu. Once onu duymadılar. Bir kez daha camı tıklattı.
Kadının:
— Galiba birisi camı vuruyor, dediğini duydu.
— Ben duymuyorum, cevabını verdi adam.
Yabancı ucuncu kez vurdu. Adam masadaki lambayı kaparak, kapıyı actı. Bu uzun boylu, yan
koylu, yan sanatkar bir adamdı. Vucudunu kaplayan mesin onluğun cebinden cekicler,
mendiller ve bir barut kabı gorunuyordu. Basını arkaya atmıstı, yakası acık gomleğinden
boğa boynunu andıran beyaz ve kuvvetli boynu gorunuyordu.
Kasları, kalın, sakaklarını susleyen favorileri siyahtı. Gozlerinde ve yuzunun tum ifadesinde
evinde bulunduğundan oturu bir memnunluk goze carpıyordu. Yolcu cekingen bir sesle:
— Beyim, dedi. Sizi rahatsız ettiğim icin bağıslayın. Bana bir tabak corba verebilir misiniz
parasını oderim; bir de bahcenizdeki su ahırın bir kosesinde geceyi gecirmeme izin verirseniz
beni mutlu ederdiniz.
Ev sahibi sordu:
Siz kimsiniz?
Yolcu cevap verdi:
— Ben Puyu Muason'dan geliyorum, dedi. Butun gun yurudum, ne olur size para verirsem,
beni doyurur musunuz? Cok da uykum var...
Koylu:
— Bana para verecek birisini doyurmak ve barındırmak isterim. Hem de iyi para verirse,
fakat, neden sanki hana gitmediniz?
— Orada bana yer olmadığını soylediler.
— Olur sey değil, panayır değil, yortu değil. Labar'ın hanına uğradınız mı?
— Evet, beni kabul etmek istemedi.
— Safo sokağındaki meyhaneye gittiniz mi?
— Oradan kovdular...
Birden koylunun yuzunu bir suphe burudu. Adamı daha dikkatle tepeden tırnağa suzdu,
sonra birden urpererek haykırdı:
— Yoksa siz sakın o yabancı olmayasınız?
Hemen geriye atladı ve duvardan tufeğini indirerek, yabancının karsısına dikildi. Kocasının bu
sozlerini duyan kadın, cocuklarını kapıp onun arkasına sığınmıstı.
Butun bunlar birkac dakikada oluvermisti. Yeni gelene bir yılana bakar gibi bakan ev sahibi,
ona emir verdi:
— Git buradan!
Adam yalvardı:
— Allah askına, bir bardak su.
Koylu kaba bir gulusle:
— Bir el ates, dedi.
Kapıyı, hırsla carptı, adam onun surguyu cektiğini duydu. Bir dakika sonra panjur da
ortulmustu.
Gece daha da bastırmıstı. Alp dağlarının buz gibi ruzgar esiyordu. Gecenin ayazında, yabancı
adam bahcelerin birinde, cimlerden ve kuru otlardan yapılmıs bir baraka gordu. Tahta citten
atlayarak bahceye daldı, kapı yerine daracık bir delik vardı, yol iscilerinin barındıkları
barakalara benziyordu. Adam bunun bir isci barakası olduğunu sandı. O kadar usumustu ki,
ac kalmaya razı olarak, geceyi burada gecirmeye karar verdi. Yuzu koyun yatarak, barakaya
suruklenerek girdi. Đcerisi sıcaktı, samandan rahat bir yatak buldu. Bir sure, bu samanlar
uzerinde sırt ustu uzandı, oylesine bitkindi ki, parmağını bile kıpırdatacak hali kalmamıstı.
Sonra birden sırtında tasıdığı heybenin kendisini rahatsız ettiğini dusunerek doğruldu, bunu
cıkartarak yastık gibi kullanmaya karar verdi. Tam o anda, korkunc bir homurtu duyuldu.
Gozlerini kaldırdı. Kocaman bir kopeğin bası barakanın kapısında gorundu. Burası bir kopeğin
eviydi. Adam guclu ve cesurdu, hemen sopasını kaptı ve heybesini de kalkan gibi kullanarak
kendisini hayvana karsı savundu. Ustundeki yırtıklara yenilerini ekleyerek zorlukla kopeğin
ininden cıkabildi. Tekrar yola cıktığında uzuntulu bir sesle:
— Bir kopek kadar olamadım, dedi.
Bitkin dusmustu. Bir tas uzerine yığıldı, birkac dakika sonra, tekrar yerinden kalkarak
yurumeye devam etti. Kentten cıktı, bu civarlarda bir ağac altında ya da bir saman yığınına
gomulerek uyumayı dusundu. Uzun bir sure bası onunde boyle yurudu, sonra birden cevresine
bakındı. Doğanın bile kendisine dusman gorunduğu bu gecede, dağ bayır dolasmaktan
vaz gecerek, az once ayrılmıs olduğu kasabaya geri dondu. Diny kentinin kapılan kapanmıstı.
Din savaslarında birkac kez kusatılmıs olan Diny'nin 1815 yılında hala kapıları geceleyin
kapatılırdı. Adam surların birinde bulduğu bir delikten iceri girdi.
Saat gecenin sekizi olabilirdi. Sokakları bilmediğinden, yine gelisi guzel yurumesine devam
etti. Kaymakamlık binasının bulunduğu meydana geldi. Katedral onunden gecerken kiliseye
doğru yumruğunu salladı. Tam orada bir matbaa vardı, adam her seyden bezmis bir halde,
bu matbaanın onundeki tas sıraya buzuldu. O sırada kiliseden cıkan ihtiyar bir kadın,
yabancıyı gordu:
— Burada ne yapıyorsunuz dostum? diye sordu.
— Goruyorsunuz ya, yatıyorum iste, kadın.
Adam sert bir sesle cevap vermisti. Aslında bu kadın cok iyi bir kalpli bir hanımefendi olan,
soylu Markiz de R. idi.
— Nasıl olur bu tas uzerinde mi? diye sordu.
Adam:
— Ne cıkarmıs cevabını verdi, tam 19 yıl tahta bir silte uzerinde yattım.
— Asker miydiniz?
— Evet, kadın askerdim.
— Neden hana gitmediniz?
— Cunku param yoktu.
Markiz de R. sızlandı:
— Ne yazık ki, benim de kesemde ancak birkac metelikten baska param kalmadı.
— Verin, olsun.
Adam, Markiz'in verdiği paraya uzandı. Madam de R. sozune devam etti:
— Burada yatamazsınız, bu kadar az parayla sizi hana da kabul etmezler, fakat bir
deneseniz. Geceyi boyle geciremezsiniz, geceler cok soğuk olur. Kim bilir, belki de acsınız.
Kimse size acımadı mı?
— Her kapıyı caldım.
— Ee sonra?
— Her yerden kovuldum.
Kadıncağız adamın koluna elini değdirdi ve piskoposluk sarayının bitisindeki tek katlı harap
bir evi gosterdi:
— Su kapıyı caldınız mı? diye sordu.
— Hayır.
— Oyleyse bir kez de, orasını deneyin.
II
Aksam Diny piskoposu, kentteki gezintisinden sonra, gec vakte kadar calısmıstı. Saat sekize
gelmis olmasına rağmen, hala calısmasına devam ediyordu ki. Birden Madam Magluvar
odasına girdi. Kadın, her aksam yaptığı gibi, Piskoposun yatağının yanındaki dolaptan gumus
sofra takımlarını cıkarmaya gelmisti. Az sonra, Piskopos sofranın kurulduğunu ve kız
kardesinin kendisini beklediğini dusunerek, kitabını kapattı, calısma masasından kalktı ve
yemek odasına girdi. Yemek odasında somine yanıyordu, buranın kapısı sokağa acılırdı.
Madam Magluvar, henuz sofrayı kurmasını tamamlamamıstı. Hem is yapıyor, hem de bu
arada Matmazel Baptistin'e bir seyler anlatıyordu. Kadıncağız aksam yemeği icin, bir seyler
almaya cıktığında carsıda acayip soylentiler duymustu. Korkunc yuzlu bir serseriden soz
ediliyordu. Kaymakam ile belediye baskanının iyi gecinemediklerini herkes bilirdi, bundan
dolayı, polisten medet ummak gereksiz olurdu. Halka kendilerini korumak icin kapılarını sıkı
sıkı kapatmaları tavsiye edilirdi. Madam Magluvar, bu kapalı kapı uzerinde uzun uzun durdu.
Cunku Piskoposun sokak kapısının ne kilidi vardı, ne de surgusu. Dısarıdan tokmağı ceviren
kolaylıkla iceri girebilirdi. Matmazel Baptistin, titrek bir sesle ağabeyine:
— Duydunuz mu kardesim, diye mırıldandı.
Piskopos:
— Evet ben de boyle seylerden soz edildiğini duymustum, cevabını verdi. Buyuk bir
tehlikenin bizi tehdit ettiğini sanmam.
Madam Magluvar, hikayesine yeni bastan basladı. Yalınayak bir serseri, bir cingene, tehlikeli
bir adam, su anda kentte bası bos dolasmaktaydı. Once Jaken Labar'ın hanına uğramıs,
hancı onu kovmustu. Kimse onu barındırmak istememisti.
— Ya oyle mi? diye sordu Piskopos.
Onun bu sorusu Madam Magluvar'a daha da cesaret verdi.
— Evet efendim, bu gece kentte bir felaket olmasından korkuluyor. Herkes bunu soyluyor,
jandarmaların ne kadar yeteneksiz olduğunu bilmeyen kalmadı.
Ah dağlık bir kasabada yasamak ve geceleyin sokaklarda fener bile bulunmaması, ne
korkunc. Hele bizim bu evimizdeki kapının kilidinin bile olmaması beni cok urkutuyor. Đzin
verirseniz, gidip bir cilingir cağırayım. Kapımıza bir kilit taksın, bir surgu koysun. Gece yarısı
bir yabancının tokmağı cevirerek iceri girebileceğini dusundukce tuylerim urperiyor, inan
olsun.
Tam o anda kapı vuruldu. Piskopos:
— Girin, dedi.
Kapı acıldı, bir adam girdi. Bu bizim tanıdığımız, o garip yolcu idi.
Kapıyı iterek girdi iceri, fakat daha fazla ilerlemeden esikte durdu. Heybesini sırtına atmıstı,
elinde sopası, gozlerinde bezgin, korkunc bir ifade, ocaktan yayılan aydınlıkta, tuyler
urpertici bir goruntusu vardı. Bu sanki cehennemden gelmis bir insanın yuzuydu. Madam
Magluvar'ın bağırmaya bile kuvveti kalmamıstı, urpererek olduğu yerde kalakaldı. Matmazel
Baptistin basını cevirdi, yeni geleni gordu ve urkerek doğruldu, fakat ağabeysine bir an gozu
ilistikten sonra, birden icindeki korku kayboldu. Piskopos, yabancıya sakin ve rahat
bakıyordu. Tam ağzını acıp, ona ne istediğini soracaktı ki, adam iki eliyle sopasına dayandı
ve sırayla yaslı kadınlara ve ihtiyar adama baktıktan sonra, piskoposun soze baslamasına
meydan vermeden sunları soyledi:
— Benim adım Jan Valjan, ben bir kurek mahkumuyum, on dokuz yılımı cezaevinde
gecirdim. Tam dort gun once, serbest bırakıldım. Dort gunden beri yurumekteyim. Tulon'dan
buraya kadar yaya geldim. Bugunde, aksama kadar yurudum, aclıktan olmek uzereyim. Bir
hana uğradım, beni kabul etmek istemediler, jandarmaya gostermek zorunda kaldığım sarı
pasaport yuzunden her yerden kovuldum. Butun kapılar bana kapandı. Baska bir hana
uğradım, oradan da geri cevrildim. Cezaevinin kapısına yalvardım, o da bana kapıyı acmak
istemedi. Bir kopek kulubesine sığındım, hayvan geldi beni ısırdı, sanki o bile benim
kimliğimi bilmis gibi bana saldırdı. Bu kez yıldızların altında uyuyabilmek icin, tarlalara
saptım, fakat yıldız da yoktu. Kente dondum bir kapının altına sığınmak icin.
Kasabanın meydanında tas bir sıranın uzerine buzulduğumde, iyi kalpli bir hanım, bana bu
kapıyı calmamı tavsiye etti. Burası neresi? Bir han mı? Đstediğiniz parayı veririm, param bol,
on dokuz yılda biriktirdiğim yuz doksan frank ve kırk santimim var. Cok yorgunum ve acım.
Beni bu gece burada barındırır mısınız?
Piskopos:
— Madam Magluvar, dedi. Sofraya bir tabak daha koyun.
Adam uc adım daha atarak, masaya yaklastı, sanki iyi anlamamıs gibi sordu:
— Sey, benim soylediklerimi duymadınız mı? Ben bir kurek mahkumuyum cezamı bitirdim,
oradan donuyorum, bakın.
Sonra cebinden cıkardığı sarı bir kağıdı gosterdi:
— Đste sarı pasaportum, her gittiğim yerde bunun yuzunden kovuluyorum. Siz beni bu gece
yatırabilir misiniz? Beni barındıracak bir ahırınız var mı?
Piskopos:
— Madam Magluvar, dedi. Konuk odasının yatağına temiz carsaflar serin.
Piskopos adama dondu:
— Oturunuz Mosyo ve ısının, dedi. Birkac dakika sonra yemek yeriz, bu arada yatağınızı
hazırlarlar.
Adam artık anlamıstı. O ana kadar hasin ifadeli yuzu, birden değisti sanki cıldırmıs gibi,
heyecana basladı:
— Sahi mi? Ne? Beni kovmuyor musunuz? Benim gibi bir kurek mahkumuna Mosyo dediniz
ha? Bana "defol kopek burası senin yerin değil" demediniz. Oysa ben ta bastan, size
kimliğimi acıklamıstım. Oh, beni buraya yollayan iyi kadından Tanrı razı olsun. Demek corba
iceceğim, sikeli ve carsaflı gercek bir yatakta yatabileceğim. Gitmemi istemediniz. Oh, sizler
ne iyi insanlarsınız... Yediklerimin hepsinin parasını veririm, bol param var. Bağıslayın hancı
efendi, adınız ne? Ne isterseniz veririm, hic pazarlık etmem, siz cok mert bir insansınız!
Hancısınız değil mi?
Piskopos:
— Hayır evladım, ben burada oturan bir din adamıyım, dedi.
— Bir rahip ha... Oh, iyi kalpli bir rahip, ya demek benden para da almayacaksınız. Papaz,
demek su kilisenin papazı. Ya oyle ya, ne budalayım, basınızdaki takkeyi gormemistim...
— Hayır dostum, dedi Piskopos, sizden para alacak değilim. Bu parayı kac yılda
kazanmıstınız?
— Tam on dokuz yılda.
M. Myriel, derin derin icini cekti.
Adam, heybesini ve sopasını yere bırakmıs, sominenin onundeki alcak iskemleye cokmustu.
Bu arada Piskopos acık kalan kapıyı kapattı.
Madam Magluvar elinde gumus takımlar, iceri girdi. M. Myriel:
— Madam Magluvar, dedi. Konuğumuzu mumkun olduğu kadar atese yakın oturtalım. Alp
dağlarında geceler soğuk olur. Herhalde usumus olacaksınız, Mosyo?
Tatlı sesiyle, her Mosyo deyisinde, yabancının yuzu aydınlanıyordu. Bir kurek mahkumuna
saygı gostermek, ona Mosyo demek, ac ve susuz birisine bir bardak su vermekten daha
hayırlı bir harekettir. Piskopos birden:
— Su lamba hic de iyi aydınlatmıyor, dedi.
Madam Magluvar onun ne demek istediğini anlamıstı, kosup rahibin yatak odasındaki somine
uzerinde duran nefis gumus samdanları getirip, masanın uzerine bıraktı.
Yabancı adam:
— Papaz efendi, dedi. Siz cok iyi kalplisiniz. Beni hor gormediniz, beni evinize aldınız, benim
icin en suslu samdanlarınızı yaktınız, beni soylu bir konuk gibi ağırlıyorsunuz, oysa ben
sizden kimliğini saklamadım. Sefil bir adamım ben.
Rahip, elini onun eline değdirdi:
— Bana kim olduğunuzu soylemenizin hic gereği yok. Burası benim evim değil, Tanrının evi.
Bu kapıdan girene adı sorulmaz. Tum umutsuzlara, acı cekenlere acıktır. Istırap cektiniz, acsınız
ve yorgunsunuz, hos geldiniz. Tesekkur etmeyin.
Sizi ağırladığım icin bana asla minnettar kalmayın, burası kimsenin evi değil, herkesin evi.
Buradaki her sey, benim kadar sizindir. Adınızdan bana ne? Aslında, siz bana kim
olduğunuzu soylemeden once, ben biliyordum. Adam saskın saskın gozlerini actı:
— Sahi mi? Adımı biliyor muydunuz? diye sordu.
Evet, dedi Piskopos. Siz benim kardesimsiniz.
Yabancı haykırdı:
— Sağolun papaz efendi, oyle sevincliyim ki, bakın buraya geldiğimde cok actım, fakat simdi
artık aclığımı bile duymamaktayım.
Piskopos ona uzun uzun bakarak sordu:
— Cok mu acı cektiniz, dostum?
— Ne demezsiniz. Sırtımızda kırmızı kazak, ayaklarımızda zincir, geceleri bir tahta uzerinde
uyurduk. Sıcak, soğuk durmadan calısmak. Bir hic icin kırbaclanır yemeğimizi vermezlerdi.
Bir bas kaldırma icin, zindana tıkılmak hicten bile değildi. Hastalanıp yatağa dustuğumuzde
bile ayaklarımızdan zinciri cıkartmazlardı. Kopekler bile bizden daha talihlidirler.
Piskopos:
— Haklısın yavrum, dedi. Siz bir keder yuvasından geri donuyorsunuz, ne var ki bu ıstırap
yuvasından kalbinizde kinle cıkarsanız, size acının, yok eğer insanları bağıslar ve onları
sevmekte devam ederseniz, siz hepimizden ustunsunuz o zaman, Cennetimizi kazanırsınız.
Bu arada Madam Magluvar, yemeği getirmisti. Zeytinyağlı corbanın icerisine, kızarmıs
ekmekler doğranmıstı, azıcık domuz yağı, bir parca koyun eti soğusu, kuru incir, taze peynir
ve cavdar ekmeği. Kadın kendiliğinden bir sise de sarap eklemisti.
Birden Piskoposun yuzu guldu, konuğuna neseyle seslendi:
— Haydi masaya gecelim.
Adamı sağ tarafına oturttu, kız kardesini soluna aldı. Piskopos sukran dualarını okudu, daha
sonra kendi eliyle yabancının tabağına corbadan doldurdu, adam oburlar gibi yemeye
basladı.
Birden Piskopos, hizmetci kadına dondu:
— Madam Magluvar bana kalırsa, bu masada bir eksik var.
Aslında ascı kadın masaya gereken sofra takımlarını koymustu. Oysa Piskoposun yegane
kaprisi ve zevki, konukları olduğunda, masasını altı kisilik gumus catal ve bıcak takımlarıyla
donatmaktı. Yoksulluğu bile vakarla karsılamasını bilen bu evin tek luksu, beyaz ortunun
uzerinde ısıldayan bu gumus catal, kasık ve bıcaklardı.
Madam Magluvar kendisinden isteneni anlamıstı, tek kelime soylemeden cıktı, az sonra
Piskoposun istediği uc gumus takım herkesin onune konmustu.
III
Yemek bittiğinde piskopos, masa uzerindeki gumus samdanlardan birini kendi eline aldı,
diğerini konuğa uzatarak:
— Simdi sayım, sizi odanıza gotureyim, dedi.
Adam onun pesinden gitti. Ev oyle yapılmıstı ki, konuk odasına girmek icin, onun yatak
odasından gecmek, gerekiyordu. Onlar bu odaya girdiklerinde Madam Magluvar bulasıkları
yıkamıs, gumus takımları efendisinin yatağının yanı basındaki dolaba yerlestiriyordu. Kadın
yatmadan once, her gece bunu yapardı. Piskopos, konuğunu beyaz carsaflarla donatılmıs
yatağın basına goturdu:
— Haydi dostum, dedi. Rahat uyuyun, yarın gitmeden once, ineklerimizin sutunden bir
bardak icersiniz.
Adam:
— Tesekkur ederim rahip efendi, dedi.
Bu sakin sozleri, henuz soylemisti ki, birden ruhunda fırtınalar koptu, anlasılmayacak bir
bunalım icindeydi. Sanki kendisine bu kadar iyilik eden adamı, uyarmak istemisti? Nedenini
bilmediği bir ic gudunun etkisiyle birden kollarını goğsunde kavusturdu ve ev sahibine
korkunc gozlerle bakarak, vahsi bir sesle haykırdı:
— Olur sey değil, demek korkmadan, beni boyle yanınızda yatırıyorsunuz?
Birden sustu ve cirkin bir gulusle, ekledi:
— Hakkımda, ne biliyorsunuz? Katil olmadığımı, size kim soyledi?
Piskopos, basını tavana kaldırdı ve sakin bir sesle, su sasırtıcı cevabı verdi:
— Bu, Tanrının isi.
Daha sonra dudaklarını kıpırdatarak, iki parmağını uzattı ve onundeki adamın alnında bir
istavroz isareti cizerek onu takdis etti. Dısarı cıktıktan sonra, Monsenyor Bienvenu, kapının
onunde diz cokerek kısa bir dua mırıldandı. Birkac dakika sonra, bahceye cıkmıs, karanlıkta
yuruyordu. Ruhu ve dusuncesi, Tanrının geceleri gorebilen gozlere, gosterdiği esrarla
dolmustu. Adama gelince, aslında oylesine bitkindi ki, yatağının temiz ve bembeyaz
carsaflarını bile goremiyordu. Bir ufleyiste mumu sondurmus ve giyinik olarak, kendisini
siltenin uzerine atmıstı. Beynine bir tokmak yemis gibi derin bir uykuya daldı. Kilisenin saati,
on ikiyi calarken, Monsenyor Bienvenu bahcedeki gezintisinden iceri dondu. Birkac dakika
sonra yoksul evde, herkes uyumustu. Gece yarasından iki saat sonra, Jan Valjan uyandı.
Jan Valjan Brie koylerinden birinin yoksul bir ailesinde dunyaya gelmisti. Cocukluğunda
okuma-yazma oğrenmemisti. Buyuduğunde Faverol'da meyve ağaclarını budayarak hayatını
kazanıyordu. Cok kucuk yasta ana ve babasını kaybetmisti, kendisini ablası buyutmustu. O
sıralarda zavallı kadın da, yedi cocuğuyla birlikte dul kalmıstı. Oysa kocasının sağlığında,
kardesinden hicbir sey esirgememis onu evlatlarından biri gibi saymıstı. Jan Valjan bundan
boyle kendisine analık etmis dul ablasının cocuklarına bakmaya basladı. Babalarım
yitirdiklerinde cocukların en buyuğu sekiz, en kucuğu ise bir yasındaydı. O yıl Jan Valjan,
tam yirmi yasını suruyordu. Delikanlı bu ağır yuku kendiliğinden omuzlarına almıstı. Koyde
onun kızlarla konustuğunu goren olmamıstı. Zavallının asık olmaya vakti yoktu.
Aksam olunca bitkin bir halde eve doner, tek soz soylemeden corbasını icerdi. Ablası "Jan
Ana" kardesinin tabağındaki bir et parcasını gizliden alır, kendi cocuklarından birinin ağzına
tıkardı. Oysa Jan Valjan bunu gormemezlikten gelir, sacları tabağa dokulerek hicbir seyin
farkında değil gibi, yemesine devam ederdi.
Budama mevsiminde gunde yirmi dort metelik kazanırdı, bununla yetinmez, hasat zamanı
gider, tarlalarda calısır, bahceleri capalar verilen islerin hicbirini geri cevirmezdi. Elinden
gelenden fazlasını yapardı Jan Valjan. Ablası da calısıyordu bir yandan, ne var ki, yedi
cocuklu bir kadın, ne kadar calısabilirdi? Yoksulluk bu sefilleri bir havlu gibi sarmıs ağır ağır
boğmaktaydı. Bir yıl, kıs cok cetin oldu. Jan Valjan issiz kaldı. Aile ekmek bulamadı, yedi cocuk
ac kaldı.
Bir pazar gecesi, kasabanın fırıncısı, tam yatmaya hazırlanıyordu ki camekanından muthis bir
gurultu duydu. Kırık camların arasından, bir kolun ekmeklerden birini kaptığını gordu.
Hırsız olanca gucuyle kosuyordu, fırıncı pesinden kosup, onu yakaladı. Hırsız ekmeği yere
atmıstı, fakat kolu kanlar icinde kalmıstı. Bu ekmek hırsızı Jan Valjan'dı.
Bu olay 1795 yılında geciyordu. Jan Valjan geceleyin haneye saldırı sucuyla mahkemeye
verildi. Delikanlının evinde bir tufeği bulunuyordu, arada bir kacak avlanırdı, bu da onun
zararına oldu, kanunlar kacak avcılara karsı zalim davranır. Her neyse Jan Valjan suclu
hukmunu giydi.
1796 yılında Đtalyan Ordusu kazandığı zaferi kutlarken, bir suru mahkum zincire
vuruluyordu. Jan Valjan'da bu zincire vurulanlar arasındaydı. Onu Tulon'a yolladılar, yirmi
yedi gunluk yolculuktan sonra, boynunda zincir, liman kentine vardı. Tulon'da sırtına kırmızı
kazak giydirdiler. Eski hayatı olduğu gibi silinmisti. Artık adına kadar her seyi unutacaktı. O
artık Jan Valjan bile değildi, yalnızca 24601 numara olmustu. Kız kardesi ve yetim yeğenler
ne olmuslardı. Onlarla kim uğrasıyordu? Tulon'da kaldığı sure icinde ancak bir kez Jan
Valjan, ablasından haber aldı. Aileyi tanıyan birisi ablasını Paris'te gormustu. Kadın, Paris'e
gitmisti, beraberinde tek bir cocuğu, en kucuk oğlu vardı. Oteki altı evladı, ne olmuslardı?
Belki bunu kadının kendisi bile bilemezdi. Her sabah Sabo sokağındaki bir matbaaya
calısmaya gidiyordu. Sabahın altısından once is bası yapması gerekiyordu, kısın alacakaranlık
olurdu. Matbaanın bulunduğu binada bir de cocuklar icin anaokulu bulunuyordu. Kadın bu
okula kucuk oğlunu yazdırmıstı. Ne var ki, kendisi saat altıda matbaada bulunduğundan,
cocuğunu evde yalnız bırakamazdı, oysa okul ancak saat yedide acılırdı. Cocuk avluda bir
saat titreyerek, okulun acılıs saatini beklerdi. Cocuğun matbaaya girmesini yasaklamıslardı.
Avluda taslar uzerinde basını sepetine dayayarak uyuklayan, bu cocuğa isciler cok acırlardı.
Yağmurlu gunlerde, iyi kalpli bir kadın olan kapıcı kadın, cocuğu odasına alır, o da ısınmak
icin kadının kedisini koynuna alarak, minderin uzerine buzulurdu. Đste Jan Valjan'a bunları
anlatmıslardı. Bu birden acılan bir pencere gibi, kısa bir an icin ona vaktiyle sevmis olduğu
kimseleri simsek gibi bir gosterdi, sonra bir daha onlardan soz edildiğini duymadı. Hepsi bu
kadar. Bir daha onlan goremeyecekti.
Mahkumiyetinin dorduncu yılında kacmak istedi ve yakalandı. Boylece cezasına uc yıllık bir
ekleme yapıldı, altı yıl sonra yine kacma fırsatı gelmisti, yine basaramadı, bu kez cezasına
sekiz yıl eklendi, boylelikle cezası on uc yıla cıkmıstı. Bir ucuncu kacma girisimi de suya
dusunce uc yıl daha yedi, artık on altı yıl kalacaktı, yine bir basarısızlık, cezasını tam on altı
yıldan, on dokuz yıla cıkardı. 1815 yılının ekim ayında, nihayet cezaevinin kapılan kendisine
acıldı. 1796 yılında oraya bir ekmek calmak sucuyla tıkılmıstı.
Ne var ki cezaevine mutsuz ve pisman giren mahkum, oradan cıktığında umutsuzluğa
dusmus, hicbir seye aldırmayan tas gibi sert yurekli, bir adam olarak cıkmıstı.
Sunu da belirtmek isteriz ki, Jan Valjan cok guclu bir adamdı. Dort mahkumun isini kolaylıkla
basarırdı, hatta cok dayanıklı olduğundan arkadasları ona bir de lakap takmıslardı. Onu
"Kriko Jan" diye cağırırlardı. Cok kez guclu sırtı, kriko gorevini yerine getirmisti.
Bu arada cevikliği, gucluluğunu asıyordu. Adaleleri esnekti, kol ve bacaklarını tam bir
cambaz gibi kullanabilirdi. Jan Valjan'e duz duvara tırmanmak bile hic gelirdi. Az konusur,
hic gulmezdi. Seytanın kahkahasını andıran kurek mahkumunun kahkahasını, ondan duymak
icin, muthis bir heyecana kapılması gerekirdi. Bu da ancak yılda bir ya da iki kez olmustu.
Yıllar gectikce, ruhu da kurumustu, kalbi ve gozleri kupkuru olmustu. Cezaevinden cıktığında
yirmi yıldan bu yana tek gozyası dokmemisti. Kendisine "Artık serbestsin, cıkıyorsun"
dediklerinde birden kulaklarına inanamadı. Sanki nur gibi bir ısık, tum ruhunu kapladı; ne
var ki bu nur az sonra kararacaktı. Jan Valjan, yeni bir hayatın basladığına inanmamıstı,
ancak bu serbestliğinin, yalnızca sarı pasaportlu bir ozgurluk olduğunu anladı. Bu arada, bir
hayli hayal kırıklıklarına uğradı. Calıstığı yıllar boyunca, edindiği paranın, yuz yetmis bir frank
ettiğini hesaplamıstı, oysa vergi keser gibi bazı kesintiler yaparak, eline yalnız yuz dokuz
frank ve kırk metelik vermislerdi.
Jan Valjan bundan pek bir sey anlamamıs ve devletin kendisinden para caldığına inanmıstı.
Kurtulduğunun ertesi gunu, Gras'da bir lavanta fabrikasının onunden gecerken adamların
cuvalları tasıdıklarını gordu, kendisi de is almak icin bas vurdu, calısmaya koyuldu, akıllı
guclu ve becerikli idi, elinden geleni yapıyordu.
Ne var ki, calısırken bir jandarma onu gordu ve kağıtlarını istedi. Sarı pasaportunu gostermek
zorunda kalmıstı, Jan Valjan.
Aksam olduğunda ustadan parasını istedi, kendisine yalnızca yirmi bes metelik verildi. Jan
Valjan, bunun az olduğunu yuz meteliğe pazarlık etmis olduğunu soylediğinde, adam ona
muthis gozlerle bakarak:
— Sana cok bile kurek kackını, diye haykırdı.
Calıstığı yıllar boyunca, parasından kesen devlet, dolandırmıstı onu, oysa simdi de kisi olarak
dolandırılıyordu.
Cezasını bitirme, tam bir ozgurluk sayılmazdı, evet gerci, belki kurek mahkumiyetinden
kurtulmustu, fakat suclu olmaktan bir turlu arınamayacaktı.
Sosyetenin kendisine basmıs olduğu damgayı nasıl silecekti?
Evet Gras'da boyle bir davranısla karsılasmıs, Diny'de her kapıdan kovulmustu.
Katedral'in saati, tam ikiyi calarken, Jan Valjan gozlerini actı, herhalde, rahat batmıstı
kendisine. Yirmi yıldan beri, boyle yumusak bir siltede yatmamıstı. Soyunmamıs olmasına
rağmen, mis gibi lavanta ciceği kokan carsafların uzerinde yatmak, onu bayağı tedirgin
etmisti.
Dort saatten fazla uyumustu. Artık tamamıyla dinlenmisti. O dinlenmeye fazla zaman
ayırmazdı.
Gozlerini acarak, cevresindeki karanlıklara bakındı, sonra yeniden uyumak icin tekrar gozunu
yumdu.
Heyecanlı gunlerin gecesinde, insanın uykusu kacar, artık Jan Valjan'ın uykusu tamamıyla
acılmıstı. Su anda fikirleri tamamıyla dağınıktı, adeta kafası karısmıstı.
Gunun olayları, eski anılarına karısıyordu, fakat zihnindeki dusunceleri tek bir gaye
bastırıyordu. Madam Magluvar'in masaya dizdiği sofra takımlarına, o canım gumus catal ve
bıcaklara aklı takılmıstı.
Bu gumus takımlar, onu adeta rahatsız ediyordu. Bunlar bir kac adım otesinde duruyordu.
Odasına bitisik ihtiyar rahibin yatağının bas ucundaki dolaba kaldırmıstı onları, yaslı hizmetci.
Jan Valjan bu takımları satarak, en azından iki yuz frank kazanacağını biliyordu. Bu da onun
on dokuz yılda biriktirdiği paranın, hemen hemen iki katı idi.
Bir saat kadar boyle dusundu durdu. Saat ucu calmıstı. Nihayet gozlerini actı, elini uzattı,
heybesini elledi, sonra ayaklarını uzatarak, nasıl olduğunu bilmeden kendisini yatağında
oturur vaziyette buldu.
Bir sure boyle dalgın dalgın durduktan sonra, nihayet heybesini eline aldı, pabuclarını oraya
tıktı, iyice kapattıktan sonra, heybesini sırtına vurdu basına kasketini gecirerek el yordamıyla
sopasını aradı, daha sonra heybesinden cıkartıp cebine koymus olduğu eğeyi elledi.
Bu eğeyi neden almıstı yanına? Aslında, bu bir madenci eğe-siydi. Bunu sağ eline aldı ve
ayaklarının ucuna basarak, piskoposun kapısının onune ilerledi, kapıyı aralık buldu. Adam
kapısını kapatmamıstı.
Jan Valjan kulak kabarttı. Cıt cıkmıyordu. Kapıyı itti. Nihayet bir kedinin sessizliğiyle, iceri
yavasca suzuldu. Kapı gıcırdamıstı, birden bu ses, gunahkar adama kıyamet gununun
borazanı gibi geldi.
Urpererek bekledi, yine kulak kesilerek, etrafını dinledi. Hele sukur, kimsecikler
uyanmamıstı. Adam sakaklarının attığını, kanının basına cıktığını hissetti. Bu gurultuden,
yaslı kadınların uyanacağını, ihtiyar rahibin yatağından kalkarak, kendisini sucustu yakalayıp,
kapı dısarı edeceğine inanmıstı. Birkac dakika sonra, kendisini jandarmaya teslim
edeceklerdi.
Yine mahvolmustu. Olduğu yerde, tas kesilmis gibi durdu. Gıcırdayan kapı, evde kimseyi
uyandırmamıstı. Bu tehlike gecmisti yine de Jan Valjan gerilemedi, onun icin en onemlisi isini
cabucak bitirmekti. Oda, buyuk bir sessizlik icindeydi. Birkac adım atan adam, birden durdu,
yarı karanlıkta yatağın bas ucuna gelmisti. Yarım saatten beri bulutlarla kaplı gokyuzunden,
bulutlardan en kocamanı sıyrılmıs ve solgun bir ay ısını yatakta uyuyan ihtiyarın yuzune
vurmustu. Jan Valjan, melekler gibi uyuyan ihtiyarı seyretti.
Piskopos soğuk gecede usumemek icin, boğazına kadar duğmeli kahverengi yunden bir ceket
giymis, basını yastığa devirmisti. Rahip yuzuğuyle suslu eli sarkıyordu. Yuzunde tatlı ve nurlu
bir ifade vardı. Sanki butun ruhuyla kimsenin gormediği guzel goruntulere gulumsuyordu. Đyi
insanların ruhları uykularında, mistik gokleri gorur. Bu goklerin yansıması sanki Piskoposun
alnına dusmustu. Aslında,bu mistik cennet, onun ruhu idi. Bu mısıl mısıl saf bir cocuk gibi
uyuyan adamda, ustun bir nitelik seziliyordu. Nurlara boğulmus, bu ihtiyarın karsısında,
karamsarlığa dustu Jan Valjan. Sapkası elinde bir sure kıpırdamadan durdu, o simdiye dek
boylesine guzel bir sey gormemisti. Din adamının guveni, onu etkilemisti. Gunahkar birisinin,
gunah isleyeceği sırada, saf ve temiz birisini uyurken seyretmesi gercekten ibret verici bir
olaydır. Jan Valjan'ın, ruhunda neler donduğunu anlamak kolay değildi. Aslında duygularını
kendisi de bilemezdi. Yalnız bir robot gibi, kasketini cıkartıp, uyuyan ihtiyarı selamladı ve sağ
elindeki demiri sallayarak, sacları basında diken diken olmus, karsısına gormeyen gozlerle
baktı.
Piskopos bu korkunc adamın onunde sakin uyumasına devam ediyordu. Birden Jan Valjan,
kararını vermis gibi, kasketini basına gecirdi, sert adımlarla dolaba yurudu, kilidi kırmak
istercesine demir eğeyi soktu, fakat bunun gereği yoktu, cunku anahtar kilitte idi. Cekmeceyi
actı ilk gorduğu gumuslerin sepeti oldu, onu kaptı bu kez gurultu etmemeye bos vererek
kosar adımlarla pencereye yoneldi. Bir sıcrayısta bahceye atladı. Gumus takımları heybesine
bosalttıktan sonra, sepeti bahceye, ciceklerin arasına fırlattı, bir kaplan gibi sıcrayarak
oradan uzaklastı.
Ertesi sabah gunes doğduktan birkac dakika sonra, Monsenyor Bienvenu bahcesinde
dolasırken Madam Magluvar nefes nefese ona doğru kostu:
— Efendim, diye haykırdı kadın, gumus sepetinin nerede olduğunu biliyor musunuz?
— Evet, cevabını verdi Piskopos.
— Tanrıya sukurler olsun, oysa ben kayboldu sanmıstım.
Piskopos calıların arasında sepeti bulmustu, onu kadına uzattı:
— Đste!..
— Fakat ici bos, peki ya gumus takımlara ne oldu?
— Siz gumusler icin mi tasalandınız? Ben de nerede olduğunu bilmiyorum.
— Eyvah demek calındı, ah dun geceki, o uğursuz adam caldı, desenize?
Madam Magluvar, acı bir cığlıkla, adamın gece yattığı odaya kostu ve birkac dakika sonra,
telasla piskoposun yanına dondu.
— Monsenyor, yabancı adam kacmıs, gumuslerimizi calarak kacmıs.
Piskopos, bir saniye konusmadan durdu ve sonra Madam Magluvar'a tatlı bir sesle, su soruyu
sordu:
— Bu gumus takımlar bize ait miydi?
Madam Magluvar, bir saniye sasırmıs gorundu, cevap veremedi. Rahip daha tatlı bir sesle
ekledi:
— Aslında ben gereksiz yere, bu kadar kıymetli bir esyayı evimde alıkoyuyordum. Bu
gumus takımlar, yoksullar icindi. Bu yabancı kimdi? Yoksul bir zavallı.
Madam Magluvar, ağlamaklı bir sesle:
— Fakat Monsenyor, dedi. Bana vız gelir, ama siz bundan boyle, hangi takımla yemeğinizi
yiyeceksiniz?
— Cinko takımlar, yok mu?
— Cinko kotu kokar.
— Peki ya demir, sofra takımlarına, ne dersiniz?
— Demir ağızda acı lezzet bırakır.
— Pekala, dedi rahip, o zaman ben de tahta catal kasık kullanırım, buna da itirazınız olmaz
herhalde.
Birkac dakika sonra, gece Jan Valjan'ın oturmus olduğu masada, sabah kahvaltısını ediyordu.
Matmazel Baptistin hic konusmadan ağabeysinin anlattıklarını dinliyordu ki birden kapılan
vuruldu.
Piskopos:
— Buyurun, diye bağırdı.
Kapı acıldı, acayip bir kalabalık belirdi. Uc adam bir dorduncusunu yakasından
yakalamıslardı. Adamların ucu jandarma idiler, dorduncusu Jan Valjan'dı. Jandarma cavusu
olan birisi iceri girdi ve Rahibi saygıyla selamladıktan sonra:
— Monsenyor, diye soze basladı:
Bu lakabı duyan Jan Valjan, birden canlandı, yeis icindeki yuzunu kaldırarak saskın saskın
kekeledi:
— Monsenyor, ha, oysa ben onun kilisenin papazı sanmıstım.
— Sus, diye uyardı, jandarmalardan biri. Kendisi Monsenyor Piskopostur.
Bu arada ihtiyar din adamı, hemen yerinden fırlamıs, yeni gelenleri karsılamak istercesine
onlara yaklasmıstı. Gozlerini Jan Valjan'ın yuzune dikerek:
— Siz misiniz dostum, dedi. Geri doneceğinizi biliyordum, size su gumus samdanları da
vermistim, onları goturmeyi unutmussunuz. Bunlardan iki yuz frank kazanabilirdiniz.
Gelmisken bunları da alın bari, neden sanki goturmediniz?
Jan Valjan gozlerini hayretle acarak, saskın saskın ona baktı, yuzunde hic bir dilin ifade
edemeyeceği bir anlam belirmisti.
Jandarma cavusu:
— Monsenyor, demek adamın soyledikleri yalan değildi, dedi. Az once kendisine
rastladığımızda, kacan birisi gibi kosuyordu. Biz bakmak icin onu durdurduk. Uzerinde bu
gumusleri bulduk...
Piskopos gulumseyerek:
— O da size bunları kendisine benim verdiğimi soyledi değil mi? Siz de ona inanmadan,
buraya getirdiniz. Bir yanlıslık olmus.
Cavus sordu:
— Onu, serbest bırakalım mı?
— Elbette.
Jandarmalar, Jan Valjan'ın yakasını bıraktılar.
Adam, sanki uykusunda konusur gibi, boğuk bir sesle soylendi:
— Beni serbest mi bırakıyorsunuz? Rahip gulumseyerek:
— Dostum, dedi. Gitmeden once su gumus samdanlarınızı da alın, onlar da sizin.
Somineye yaklastı, orada duran ağır, nefis samdanları kaparak, Jan Valjan'a uzattı.
Jandarmalar kıpırdamadan, bu sahneyi izliyorlardı.
Jan Valjan bastan asağı titriyordu, robot gibi samdanları aldı, yuzunde saskın bir ifade
belirmisti.
Rahip yumusak sesiyle:
— Haydi artık selametle gidebilirsiniz, dedi. Hem de dostum, bir daha geldiğinizde bahceden
gecmenizin gereği yok, sokağa acılan kapıdan girebilirsiniz. Kapım gece gunduz acıktır.
Daha sonra jandarmalara, donerek:
— Beyler, dedi. Gidebilirsiniz. Jandarmalar onu selamlayarak, uzaklastılar. Jan Valjan,
bayılmak uzereydi. Piskopos ona yaklastı ve kısık bir sesle:
— Unutmayın, dedi. Siz bu parayı namuslu bir adam olmaya kullanacağınıza bana soz
vermistiniz.
Jan Valjan boyle bir soz verdiğini hatırlamıyordu. Saskın saskın durdu. Rahip kelimelerin
uzerine basa basa konusmustu, daha sonra vakur bir sesle su sozleri ekledi:
— Jan Valjan kardesim, artık siz kotuluğun değil, iyiliğin malı oldunuz. Sizin ruhunuzu satın
alıyorum bu gumuslerle. Sizi karanlıklardan, gunahlardan arındırdım ve Tanrıya verdim.
Jan Valjan pesinde kovalayanlar varmıs gibi, kentten kosarak cıktı. Tarlalardan hızlı hızlı
yurudu, patikalara sapıyor, bazı yine aynı yere donduğunun farkına bile varmıyordu.
Sabahleyin oğlene kadar boyle nereye bastığını bilmeden, cılgınlar gibi dolastı durdu.
Yepyeni duyguların esiri olmustu. Farkına varmadan bir ofkeye kapılmıstı. Kime kızdığını
bilemiyordu. Arada bir, boğazına bir duğum takılıyor, ağlamamak icin kendisini zor
tutuyordu. Anlayamayacağı dusunceler beyninin icinde dans ediyordu.
Aksam oluyordu, gunes ufuklarda alcalmıstı ki, Jan Valjan ıssız bir ovada bir ağac kutuğune
yaslanarak oturdu.
Birden bir gurultu duyarak, basını cevirdi. Sağ yonundeki patikadan bir cocuk kosarak
iniyordu. Bu turku soyleyen, gulec yuzlu Savuyalı bir cocuktu. Yamalı pantolonuna rağmen
nese icindeydi. Boynuna sazını asmıs, elinde ucu cıngıraklı sopası vardı.
Cocuk bir yandan sarkısını okuyor, bir yandan cebindeki metelikleri sıkırdatıyordu. Bu paralar
arasında, kırk metelik gumus bir para da bulunuyordu.
Kucuk oğlan Jan Valjan'ı gormeden, onun bulunduğu calının ardından gecerken, sıkırdattığı
paraları elinde oynatmaya basladı. Ne yazık ki kırk metelik (iki frank)hk gumus parası Jan
Valjan'ın ayağının dibine yuvarlandı.
Jan Valjan, ayağını paranın uzerine bastı. Fakat cocuk bunu gormustu. Hic sasmadan, ona
doğru yurudu. Oldukları ova tamamıyla ıssız bir yerdi. Yukseklerden ucun kusların kanat
cırpmalarından baska, ses duyulmuyordu.
Cocukluğa ozgu guvenle kucuk oğlan, tatlı bir gulusle:
— Mosyo, dedi. Paramı verir misiniz? Jan Valjan sordu:
— Adın ne senin?
— Kucuk Jerve efendim.
— Git buradan, dedi Jan Valjan.
— Mosyo, diye direndi cocuk, bana kırk meteliğimi geri verin.
Jan Valjan basını eğdi, ona cevap bile vermedi.
— Param, beyim.
Jan Valjan, gozlerini yere dikmisti. Cocuk ağlamaklı olmustu, haykırdı:
— Paramı isterim, gumus iki frangımı isterim. Sanki Jan Valjan, onu duymuyordu.
Cocuk onun yakasına yapıstı, onu sarstı, bu arada parasını zapteden civili kundurayı itmek
icin, onu tekmeliyordu.
— Paramı isterim, paramı verin.
Cocuk ağlıyordu. Jan Valjan basını kaldırdı. Hala oturuyordu. Gozleri cılgın gibiydi. Bir sure
hayretle cocuğa baktı, daha sonra elini sopasına uzatarak, korkunc bir sesle haykırdı:
— Kim o? Cocuk cevap verdi:
— Benim Mosyo, ben kucuk Jerve, su paramı bana versenize. Haydi beyim, ne olur, cekin
ayağınızı.
Kucuk olmasına rağmen, tehdit edici, bir goruntu almıstı:
— Ey yetti artık, cekin ayağınızı bakayım.
Jan Valjan birden, sanki derin bir uykudan uyanmıs gibi, yerinden doğruldu, ayağa kalkarak:
— Hala sen misin, ne diye vızıldıyorsun, dedi. Defol bakalım.
Urken cocuk ona hayretle baktı, sonra tepeden tırnağa titreyerek kacmaya basladı. Oylesine
dehsete dusmustu ki ne basını cevirdi, ne de sesini cıkardı.
Birkac saniye sonra, cocuk gozden kayboldu. Gunes batmıstı.
Jan Valjan'ın etrafını golgeler sarıyordu. Butun gun, ağzına bir lokma koymamıstı, belki de
atesi vardı.
Ancak cocuk kactıktan sonra, ayağa kalkmıstı. Hırıltılı, hırıltılı nefes alıyordu, birden urperdi,
gecenin ayazı ta iliklerine kadar islemisti.
Kasketini alnına yerlestirdi, pırtık ceketini iliklemeye uğrastı, one doğru, bir adım attı ve yere
dusurduğu sopasını almak icin eğildi.
Tam o anda, cocuğun dusurduğu, iki franklık madeni parayı gordu.
Birden sanki elektrik carpmıs gibi titremeye basladı. Dislerinin arasından mırıldandı:
— Bu da ne ki?
Karanlıklarda ısıldayan bu madeni yuvarlak, sanki onu gozetleyen bir goz idi.
Birkac dakika sonra yerdeki parayı kaptı ve uzaklara, ovaya doğru gozlerini dikti. Sanki
golgeleri delmek istiyordu. Hicbir sey goremedi. Gece oluyordu ova ıssız ve soğuktu, gun
batımında mor golgeler dusuyordu.
Ya! diye haykırarak, kosmaya basladı, cocuğun kacmıs olduğu yone saldırdı, yuz adım sonra
durdu, kimseyi gorememisti.
O zaman olanca, gucuyle:
— Kucuk Jerve... Kucuk Jerve, diye haykırmaya basladı. Sustu ve bekledi, ama bir cevap
alamadı.
Kırlar bombostu. Ucsuz bucaksız bir duzluk kaplıyordu cevresini. Gozleri bir karaltı ve bu
sonsuzlukta kulakları bos yere bir yankı aradı.
Ayaz cıkmıstı, insanı donduran buz gibi bir ruzgar esiyordu Alp dağlarından. Yapraklan
dokulmus cılız ağaclar sıska dalgalarını yalvarırcasına kararan goklere uzatmıslardı. Sanki
onlar da bir seyler istiyor, birisini kovalıyorlardı.
Jan Valjan, yeniden kosmaya basladı arada bir duruyor, ıssız yollarda yeis dolu bir sesle,
cağrısını tekrarlıyordu:
— Kucuk Jerve, Kucuk Jerve!..
Aslında cocuk duysa bile, onun bu sesine cevap vermezdi. Fakat cocuk herhalde, cok
uzaklasmıs olmalıydı.
Bir ara at uzerinde bir rahibe rastladı, adama sordu:
— Papaz efendi, bir cocuğa rastladınız mı?
— Hayır.
— Emin misiniz?
— Kimseyi gormedim.
Jan Valjan cebinden beser franklık iki madeni para cıkartarak, adama uzattı.
— Buyurun papaz efendi bunu yoksullarınıza verin, bakın on yaslarında kadar kucuk bir
oğlan cocuğu idi, boynunda sazı asılı, elinde ucu cıngıraklı bir değneği vardı, turku
soyleyerek gidiyordu, Savuyalı calgıcı cocuklardan biri.
— Gormedim boyle birisini...
— Kucuk Jerve, buralara yakın hicbir koy yok mu?
— Dediğiniz, yabancı bir cocuk olma! Coğu zaman, buradan gecerler belki de dağlardaki
koyune donuyordu.
Jan Valjan beser franklık iki eku daha alarak, adamın eline tutusturdu:
— Bunu da fakirlere dağıtın. Daha sonra cılgın gibi soylendi:
— Beni de jandarmaya teslim edin papaz efendi, ben bir hırsızım.
Rahip bayağı urkmustu, atını kamcılayarak oradan suratle uzaklastı.
Jan Valjan, ilk saptığı patikadan kosmaya devam etti. Uzun bir sure haykırarak kostu, kostu,
fakat kimseler rastlamadı.
Birkac kez, ovada gorduğu bir karaltıyı comelmis bir cocuğa benzeterek o yone kostu. Bunlar
calılar ve kayalardı. Nihayet uc patikanın birlestiği bir kavsakta durdu. Ay gokyuzunde
parlıyordu, uzaklara bakarak son bir kez seslendi:
— Kucuk Jerve, Kucuk Jerve.
Haykırısı sisler icinde kayboldu, bir yankı bile uyandırmamıstı, bir kez daha, "Kucuk Jerve"
diye mırıldandı. Bu, onun son gayreti oldu, birden dizleri bukuldu, sanki vicdan azabı onu
yere sermisti, bitkin bir halde, kocaman bir tasın uzerine yığıldı, yuzunu elleri arasına alarak:
— Ben bir canavarım, diye mırıldandı.
Birden sanki kalbi parcalanmıstı, ağlamaya basladı. Hıckıra hıckıra ağlıyordu, on dokuz yıldan
beri, ilk kez ağlıyordu.
Jan Valjan, Piskoposun evinden cıktığında, neye uğradığını sasırmıstı. Karsılastığı o melek
yuzlu adamın iyiliği, onun ruhunda korkunc bir kasırga yaratacaktı. Yıllar yılı, cektikleri
kalbini katılastırmıstı, bu goz yaslarıyla sanki tum gunahlarından arınmıs gibi buldu kendisini.
Birden kendi hayatını dusundu, ruhunun ta derinliklerinde sanki bir alev yanmıstı, bir
mesaleyi andıran bir nura boğulmustu. Birden bu mesalenin kendisine yardım eden piskopos
olduğunu anladı. Piskopos ile kendisini kıyaslayacak oldu. Dusundukce piskopos gozunde,
buyuyor ve kendisi Jan Valjan daha da kuculuyor daha kararıyordu. Birden bir golge oldu,
daha sonra o da silindi, su anda karsısında yalnızca Piskopos kalmıstı. Din adamı, bu mutsuzun
ruhunu goz kamastırıcı bir nurla doldurmustu. Jan Valjan ağladı, uzun uzun ağladı.
Kanlı goz yasları doktu hıckırıklarla ağladı, bir kadın gibi ağladı, korkan bir cocuk gibi ağladı.
Ağladıkca, sanki fikirleri acılıyordu.
Gecmis yasamını, daha da karanlık goruyor cezaevinde gecirdiği o korkunc yılların acısı
ruhunun karanlıklara gomulmesini kalbini buruyen intikam ve kin duygularının
korkuncluğunu simdi daha iyi anlıyordu. Monsenyor Bienvenu'nun iyiliklerine karsılık, onun
gumuslerini calmasını, hele saf cocukcağızın iki frangını zorla almasını bir turlu
affedemiyordu. Kendisinden korktu ve utandı. Hayatına baktı ve dehsete dustu. Ruhuna
baktı, onu da karanlık buldu. Oysa hayatının ve ruhunun uzerine yepyeni bir gunes
doğuyordu, umut gunesi, Cennet aydınlığında seytan gorur gibi oldu.
Kac saatini boyle ağlayarak gecirdi, ağladıktan sonra, neler yaptı, nereye gitti bunu hic
kimse bilmiyor. Ancak soyle bir soylentiye gore o aynı gunun gecesinde, sabahın ucunde
Grenobl'dan donen bir posta arabasının arabacısı Piskoposun evinin onunden gecerken,
kaldırımda dua eder gibi diz cokmus bir adam gorduğunu anlatacaktı. Bu adam, Monsenyor
Bienvenu'nin kapısında, ellerini kavusturmus hareketsiz duruyormus.
FANTĐN- I
1817 yılı Fransa tarihinde buyuk değisimlerin yasandığı bir yıl olmustu. Aynı yıl Parisli dort
genc, sevdikleri hanımlara guzel bir saka yapmaya karar vermislerdi. Aslında hicbiri Parisli
sayılmazdı, hepsi de tasradan gelmis cocuklardı, ancak universitede okuduklarından Parisli
diyoruz. Bunlardan en yaslısı Tuluz'dan gelen Fliks Tomolyes, ikincisi Kahor'lu Listolye,
ucuncusu Limofdan Famoy ve nihayet Montoban'da doğmus Blasovel'di. Normal genclerdi,
diğer oğrencilerden asırı bir ustunlukleri yoktu, ne var ki gencliğin verdiği nese ve yakısıklıkla
goze hos gorunuyorlar, sozlerini dinleyenler onları esprili buluyorlardı. Bunların her birinin
metresi vardı. Blasovel, Favorita adındaki guzel kıza tutulmustu. Listolye Dalya'yi severdi.
Famoy, Zefin'e tapıyordu. Tomolyes'e gelince o da kendisine Fantin'yi secmisti.
Kızların dordu de, sık zarif guzel kokulara burunen, kızlardı. Dordu de aynı moda evinde
calıstıklarından atolyede tanısmıslardı. Aralarında en yaslısı Favorita en genci de henuz on
sekizinde bulunan Fantin'di. O henuz ilk askını yasıyordu. Yirmi uc yasını suren Favorita ile
oteki kızların daha tecrubeli olduklarını soylemek zorunda kalacağız. Yine de dordu de
namuslu hanım hanımcık kızlardı.
Delikanlılar yakın arkadas oldukları gibi kızlar da birbirleriyle iyi anlasan dostlardı.
Arkadaslıkla astarlanmıs bu gibi asklar, daha uzun surer.
Fantin, Montroy-sur-mer'de dunyaya gelmisti. Kimse tanımazdı ailesini. Anasız babasız
buyumustu, hatta vaftiz bile olmamıstı, cunku o devrede kiliseler kapanmıstı. Yalın ayak
sokaklarda kosan kucuk kıza, birisi "Fantin" adını takmıstı. Hakkında kimsenin daha fazla
bilgisi yoktu. On yaslarına geldiğinde kucuk Fantin, dolaylardaki ciftliklerden birine girmis, on
besini doldurduğunda sansını denemek icin Paris'e gecmisti. Unlu bir terzinin yanında
calısıyordu.
Fantin guzel olduğu kadar da aklı basında namuslu kızdı. Aslında universiteli Tomolyes onun
ilk sevgilisi olmustu. Guzel disleri olan nefis bir sarısındı. Serveti altın ve incilerdi. Bunları
uzerinde tasırdı. Altınlarını basında, incilerini de ağzının icinde saklardı. Yasamak icin calıstı,
sonra yine de yasamak icin sevdi.
Evet Tomolyes'yi sevdi, genc adam icin gecici bir sevda olan bu macera Fantin'in butun
hayatını etkileyecekti.
Dort delikanlıyla, dort guzel kız beraber gezer, beraber eğlenirlerdi. Ekip bası cok esprili ve
neseli olan Tomolyes'di.
Đclerinde en yaslısı Tomolyes'di, otuzuna merdiven dayamıstı, fakat cok zengin bir aile
cocuğu idi. Yaslandığı icin sacları dokulmeye baslamıs, disleri curumustu, fakat dıs
gorunusunun bozulmasına karsılık nesesi daha da artıyordu. Bir tiyatro eseri yazmıs, kabul
edilmemisti arada bir mısralar karalar herkesten her seyden kuskulanır, kimseye aldırmaz
gorunurdu. Cahil gencler bundan boyle, onu kendilerine reis secmislerdi. Gunun birinde
Tomolyes, arkadaslarını etrafına toplayarak, onlarla soyle konustu:
— Cocuklar asağı yukarı bir yıldan beri metreslerimiz bizden bir surpriz beklemekteler. Biz de
onların cok hosuna gidecek bir saka hazırlayacağımıza soz vermistik. Artık bunun vakti geldi
derim, haydi bunu kararlastıralım.
Tomolyes sesini alcaltarak arkadaslarına uzun uzun bir seyler anlattı. Cocuklar
heyecanlanmıslardı. Blasovel, bir kahkaha atarak:
— Oldu, dedi yaman adamsın Tomolyes, inan olsun.
Bu konusmanın neticesi ertesi pazar, dort delikanlının dort guzel kızı davet ettikleri bir kır
eğlencesi oldu. Oğrenciler ve dikisci kızların sık sık katıldıkları bir kır yemeğiyle sona erecekti
bu acık hava eğlencesi. Kızların dordu de, birbirinden guzeldi. Favorita sacları sırtında,
dalgalanarak genc bir tanrıca gibi hendeklerden atlayarak, en onden kosuyordu. Dalia ve
Zefin daha nazlı, daha disi guzellerdi, onlar birbirlerinin bellerine sarılmıs, guzelliklerini sanki
birlestirerek pekistirmek istercesine sevimli baslarını yaklastırmıs kol kola ilerliyorlardı.
Fantin, en arkadan geliyordu. O sanki bahar perisi kadar guzeldi. Altın ısınlar sacan sacları
beline kadar iniyor, pembe dudakları hayata, aska guluyordu.
Uzun kirpiklerin golgelediği kadife teninin beyazlığını meydana cıkaran eflatun bir keten roba
giymisti, hasır sapkasını elinde tutuyordu. Bileklerinde kurdelelerle tutusturulmus, Romalı
hanımların giydikleri sandallar gecirmisti minik ayaklarına. Fantin guzelliğinin farkında
olmayan saf bir kızdı. Neseliydi fakat aynı zamanda cekingen ve utangactı. Ask, belki bir
hata olabilir fakat Fantin'in saflığı, bu hayatı bile bir nitelik haline getirmisti.
Gun neseli geciyordu, tarlalarda cicek koparan kızların, sevgilileri ıslık calarak onları
eğlendiriyorlardı, kelebekleri kovalayan, korularda kosusan bu orman perileri aksamleyin
sevgililerinin kendilerine hazırladıkları surprizi heyecanla bekliyorlardı. Nihayet aksam
yaklasmıs, genc sevgililer sarapla suladıkları yemeklerini yemislerdi. Daha henuz masadan
kalkmamıslardı ki, birden Tomolyes ciddi bir tondan:
— Cocuklar, dedi. Aylardan beri size verdiğimiz sakalı surprizi oğrenmenizin artık vakti geldi,
bizi bir saniye bekler misiniz?
Blasovel:
— Sakamız bir buseyle baslar, dedi. Tomolyes:
— Evet alnınızdan operek, surprizimize baslıyoruz, diye ekledi.
Genclerin her biri, ciddi ciddi sevgililerini alınlarından optuler, daha sonra gozlerinde muzip
ısınlar, parmaklarını dudaklarına goturerek, kapıya doğru yoneldiler. Favorita onları el
cırparak uğurladı. Fantin, seslendi:
— Cok gecikmeyin, sizi beklediğimizi unutmayın.
Yalnız kalan guzel kızlar, merakla birbirlerine bakıstılar. Zefin sordu:
— Bize ne getirecekler dersiniz?
Dalia:
— Herhalde, guzel bir armağan olmalı, dedi.
Favorita:
— Ben altın olmayan mucevherleri sevmem, diye haykırdı. Daha sonra oturdukları salonun
onundeki ırmağa bakarak bir sure oyalandılar. Bu arada bulunduktan hanın obur kapısı yol
uzerinde olduğundan posta arabalarının gurultuleri de geliyordu. O devirde Guney ve Batıya
giden posta arabalarının hemen hemen hepsi, bulundukları yol uzerinden gecerdi. Arada bir
san ya da siyah boyalı, sandık ve bavullarla yuklu tepeleme dolu bir yolcu arabasının,
surucusu kamcısını saklatarak hayvanlarını dort nala kosturduğunda genc kızlar sen
kahkahalar atarak el cırparlardı.
Favorita:
— Amma da samata yapıyorlar, dedi. Sanki zincirler ucuyor.
Bir seferinde ağacların ardından gorunen arabalardan biri, kısa bir sure icin durmus ve sonra
yine suratle uzaklasmıstı. Fantin, buna sasmıs gorundu ve:
— Allah Allah, dedi. Ben posta arabalarının burada mola verdiklerini bilmiyordum.
Favorita omuz silkti:
— Cok tuhafsın Fantin, neden durmasın? En basit seylere sasarsın, belki de araba buradan
bir yolcu almıstır.
Bir zaman gecti, Favorita derin bir uykudan uyanır gibi, urperdi:
— Hey, dedi. Nerede kaldılar su bizimkiler. Hani surprizimiz.
Fantin:
— Geciktiler, diye mırıldandı.
Henuz icini cekerek susmustu ki, kendilerine servis yapan garson gorundu adamın elinde
pusulaya benzer bir kağıt vardı.
— Beyler bir saat once, bunu sizin icin bırakmıslardı, dedi. Favorita adamın elindeki zarfı
kaptı hemen okumaya basladı:
"Ey guzel sevgililerimiz:
Đste beklediğiniz surpriz. Bizim de ana baba evladı olduklarımızı unutmayın, coktan beri bu
zavallılar bizleri ozlediklerini yazarak yanlarına cağırdılar. Nihayet onları sevindirmeye karar
verdik. Su satırları okuduğunuzda bizler, uzaklarda olacağız. Vatana ve ailelerimize faydalı
olmak yolunu tutuyoruz. Meslek edineceğiniz ve evlenip cocuk yetistirmek isteriz. Bize acıyın
ve saygı duyun. Aslında bizler vatana kendilerini feda eden, bicare kurbanlarız.
Arkamızdan ağlayın, fakat uzun sure yas tutmayın, guzel gozlerinize yazık olur. Yeni
sevgililer edinerek, onlara bizden soz edin. Bir yıldan fazla bir zamandan beri sizleri mutlu
kıldık bize kin beslemeyin.
Not: Yemek ucreti odenmistir. Blasovel Famoy Listolye Feliks Tomolyes"
Kızların dordu de hayretle bakıstılar. Sessizliği once Favorita bozdu:
— Tamam, dedi iyi oyun ettiler, hos bir saka.
— Cok guldurucu, diye ekledi Zefin. Favorita:
— Bana kalırsa bu Blasovel'in bulusu, dedi. Đnan olsun ona olan askım daha da arttı.
Dalia itiraz etti:
— Yoo hayır bence bu Tomolyes'in bulusu. Favorita:
— Oyle ise yasasın Tomolyes, diye haykırdı. Dalia ve Zefin kahkahadan, diye tekrarladılar.
Fantin de arkadaslarının nesesine katıldı. Fakat bir saat sonra odasına donduğunde
ağlıyordu. Zavallı kızın hayatında ilk erkekti Tomolyes. Onu koca bilmisti ve ondan bir de
cocuğu vardı.
Paris dolaylarındaki Montferney kasabasında, on dokuzuncu yuz yılın baslangıcında, bir han
bulunurdu. Burasını Tenardiye adını tasıyan garip bir cift isletirdi. Kapının uzerine asılı bir
levhada, sırmalı apoletleri bulunan yaralı bir generali sırtında tasıyan bir asker resmi
bulunuyordu.
Tablodan ancak bu kadarı secilirdi, geri kalan kısım, toz dumana karısmıs bir savas
sahnesiydi. Altında su kelimeler: "Vaterlo'nun kahraman cavusu" han kapısının esiğine
oturmus kaba saba bir kadın bir ipi cekerek, kırık bir arabanın arasına yaptığı besiği
sallıyordu. Bu besikte birbirinden guzel iki yavru guluyordu. Gul yanaklı bebeklerden biri uc,
otekisi bir bucuk yaslarında vardı, temiz pak giydirilmis cocuklardan biri kumral, diğeri parlak
siyah saclıydı. Birkac adım ilerde kapının esiğine oturmus anneleri, hic de sevimli
gorunmuyordu, fakat su anda, evlatlarına oyle tatlı gozlerle bakıyordu ki, ana sevgisi onun
kemikli suratına bile bir cesit nur sacmıstı. Kadın bir yandan besiğin ipini cekiyor, bir yandan
son gunlerin modası olan bir romanın ilk mısrasını mırıldanıyordu.
Sevgilim savasa gitti
Oysa ben burada kaldım yalnız ve uzgun...
Sarkısına ve evlatlarına seyre oylesine dalmıstı ki, cevresindekilerin farkında bile değildi,
birden kulağının dibinde bir ses duydu:
— Ne guzel cocuklarınız var, madam?
Kadın basını cevirdi karsısında yabancı bir kadın gordu bu kadının da kucağında bir yavru
vardı.
Sol eliyle tasıdığı heybe, bir hayli ağır gorunuyordu. Kadının cocuğu bir melek yavrusundan
farksızdı. Asağı yukarı iki yaslarında bir kucuk kızdı.
Besikteki bebekler kadar temiz giyinmis, hatta belki onlardan daha sıktı. Baslığı dantellerle
suslu, onluğu renkli kurdelelerle donatılmıstı. Đpekli fistanının altından, tombul beyaz
bacakları gorunuyordu. Pembe beyaz bir bebekti. Onu goren yanaklarını elma sanarak
ısırabilirdi. Su sırada uyuduğundan gozlerinin rengini gormek mumkun değildi, fakat
kirpiklerinin uzunluğu dikkati cekiyordu.
Anneye gelince, o yoksul ve mutsuz gorunuyordu daha iyi gunler gormus bir isci kadın
kılığına girmisti. Gencti. Guzel miydi? Giysileri onun guzelliğini ortuyordu. Basına sekilsiz bir
yun baslık giymisti, gerci alnının uzerine sarı bir bukle dusuyordu, ama cenesinin altından
bağladığı bu ortuyle, guzel saclarını tamamıyla gizlemisti. Gulunce kadınlar guzel dislerini
gosterirler, fakat Fantin artık hemen hemen hic gulmuyordu ki. Gozleri de uzun zamandan
beri yaslı idi. Solgun, yorgun ve hasta gorunuyordu. Kollarında uyuyan cocuğuna derin bir
sefkatle bakıyordu. Elleri kızarmıs ve sismis cillerle dolmustu sağ elinin isaret parmağı
iğneden delinmis ve nasırlasmıstı.
Bir yıl once sevgilisi Tomolyes'in kolunda ormanda gezintiye cıkan o periler kadar zarif ve
guzel kıza ne olmustu? Fantin tanınmayacak bir hale gelmisti; yine de ona dikkatle bakan bir
goz, onda guzellik kalıntılarını gorebilirdi. Dudağını sağa ceken kederli bir ifade, yuzune
mahzun bir hava veriyordu.
Eski muslin ve ipekli giysilerinin hepsini bozmus, kızını suslemisti.
O korkunc sakadan bu yana, iki yıl gecmisti.
Cocuğunun babası gittikten sonra Fantin, tek basına kalmıstı. Artık calısmasını da
unutmustu. Sevgilisinin kactığı gunden beri, isini terkeden Fantin, bir daha calısmaya hevesi
kalmadığından parasını da tuketmisti. Once Tomolyes'e bir mektup yollamıs cevap alamamıs,
bir daha, bir daha, bir daha yazmıstı. Hicbirine cevap gelmeyince capkın dostunun, kızına da
onem vermediğini anlamıstı. Evet, belki Fantin bir hata islemisti fakat kalbi temiz ve namuslu
kızdı. Paris gibi bir kentte daha fazla kalırsa, duseceğini hissederek doğum yeri olan
kasabaya donmeye karar verdi. Kim bilir, belki orada birisi kendisini hatırlar ve ona is
verirdi. Bu arada sucunu gizlemesi gerekiyordu, bu kez cocuğundan ayrılmasının zorunlu
olduğunu dusunerek, buyuk bir yeise dustu once yine de kararını verdi. Fantin aslında yurekli
kızdı.
Esyasını ve dantellerini sattı, eline gecen iki yuz frankla kucuk borclarım odedikten sonra
geriye seksen frankı kalmıstı. Fantin yirmi yasını doldurduğu gun guzel bir bahar sabahı,
Paris'ten ayrıldı,
Yolun bir kısmını arabada, bir kısmını yaya yapan Fantin oğleyi az gece Montferney de
bulunuyordu. Tenardiye hanının onunden gecerken besiklerinde oynasan kucuk kızların
goruntusu dikkatini cekmisti. Bu mutluluk tablosu onunde azıcık durakladı. Bu sirin kucuk
kızlar, genc annenin kalbini celmislerdi. Heyecanla onlara baktı, baktı. Melekleri gormek,
Cenneti mujdeler. Birden bu rastlantıda kaderin isaretini gorur gibi oldu, kucuk kızlar
oylesine bakımlı, besili ve neseliydiler ki, bir ara kendisini tutamadan tekrarladı:
— Ne guzel kızlarınız var bayan.
En yabani yaratıklar bile evlatlarının ovulmesinin karsısında yumusarlar. Ana basını kaldırdı,
tesekkur etti ve yabancı kadını yanına oturttu.
Kadınlar cene calmaya basladılar.
Kucuk kızların anası:
— Adım Tenardiye, dedi. Su hanı isletiyoruz.
Madam Tenardiye, iri yarı, kemikli, kızıl saclı, cilli suratlı bir kadındı. Henuz genc sayılırdı
otuzunda vardı belki ne var ki bu cam yarması yapılı kadın oturuyordu ayakta durmus olan
Fantin onun heybetinden urker, ona laf atmaya bile cesaret edemezdi. Kader ne kucuk
ayrıntılara bağlı. Bir kadının ayakta duracağı yerde oturmus olması Fantin'in tum hayatını
değistirecekti.
Yolcu kadın, birkac kelimeyle acıklı hayatını anlattı. Paris'te bir dikis atolyesinde calısıyordu,
kocası olmus kızıyla yalnız kalmıstı. Orada is bulamadığından, vatanı olan Montrey
kasabasına donmeye karar vermisti. Aynı gunun sabahı Paris'ten ayrılmıs yolunun bir kısmını
arabada gitmis, yarım saatten beri de yuruyordu. Kızı da azıcık yurumustu. Fakat kucuk
olduğundan hemen yorulmus, annesinin kucağına cıkarak, derin bir uykuya dalmıstı.
Bu sozlerle, kızını sefkatle optu. Cocuk gozlerini actı. Anasının gozlerinin esi iri mavi gozler,
daha sonra cocuk gulmeye basladı ve anasının ısrarlarına rağmen yere atlayarak besikteki
kucuk kızlara doğru kostu.
Tenardiye ana da, kızlarını besikten indirdi ve:
— Haydi ucunuz birden oynayın azıcık, dedi.
Bu yasta arkadas olmak hicten değildir. Birkac dakika sonra kucuk kızlar yaslarının verdiği
saflıkla kaynasmıslardı bile.
Yeni gelen kız, cok neseliydi. Durmadan guluyordu. Ananın ahlakı cocuğun nesesinde belirir.
Đyi kalpli Fantin, evladını hic hırpalamadığından yavru ağlamak nedir bilmezdi.
Kadınlar konusmalarına devam ettiler:
— Kızınızın adı ne?
— Kozet.
— Kac yasında?
— Đkisini yeni bitirdi.
— Benim buyuk kızımdan birkac ay kucuk.
Madam Tenardiye su anda, el ele vermis kucuk kızlara bakarak:
— Sanki yıllardan beri tanısıyorlarmıs gibi nasıl da anlastılar, dedi. Uc kardes gibi...
Bu soz herhalde obur annenin beklediği isaretti. Birden otelci kadının elini yakaladı, ona
derin gozlerle baktı ve yalvarırcasına sordu:
— Kızımı size emanet edebilir miyim? Ona bakar mıydınız? Kadın birden sasırdı, fakat ne
hayır, ne de evet dedi. Kozet'in annesi, sozlerine devam etti:
— Baksanıza, kızı doğduğum kasabaya goturemiyorum. Oraya calısmaya gidiyorum cocuk
bana ayak bağı olur. Hem de bizim koyde cocuklu kadına kolay is vermezler. Acayip
dusunceleri vardır. Tanrı sizi karsıma cıkardı. Az once kapınızdan gecerken kızlarınızı gordum
ve kendi kendime iste sefkatli iyi kalpli bir ana dedim. Oldu, değil mi? Ucu de kardes gibi
yetisirler. Hem de belli olmaz ki belki islerimi yola koyar, daha cabuk donerim. Kızımı alır
mısınız?
— Bilmem ki, diye mırıldandı Madam Tenardiye.
— Ayda altı frank veririm. Birden handan bir ses yukseldi:
— Olmaz, yedi franktan da asağı kurtarmaz. Hem de altı aylık pesin alırım.
Madam Tenardiye:
— Altı kere yedi kırk iki eder, dedi. Zavallı anne:
— Veririm, diye atıldı. Erkeğin sesi ekledi:
— Đlk ayların asırı masrafları icin fazladan on bes frank. Madam Tenardiye:
— Toplam elli yedi frank eder.
— Veririm, diye haykırdı Fantin. Seksen frankım var yanımda. Bununla memlekete
gidebilirim. Yaya giderim. Orada para kazanırım, gerekeni biriktirince gelir, yavrumu alırım.
Erkek sesi sordu:
— Cocuğun elbiseleri var mı? Tenardiye:
— Bu bey benim kocam.
— Elbette var. Evet madam, kocanız olduğunu anladım. Hem de kızımın nefis bir ceyizi var
Mosyo. Duzinelerle gomlekler, elbiseler, hırkalar. Đpekli ve dantelle suslu camasırlar, zengin
kızı gibi. Đste su sırtımdaki heybede.
Adam soylendi:
— Onu da bırakacaksınız.
— Elbette bırakacağım, kızımı cıplak koyacak değilim ya... Birden han sahibi:
— Oldu, dedi.
Pazarlık sona ermisti. Ana geceyi handa gecirdi parasını verdi, kızını bıraktı. Heybesini
bosalttı, yuku bir hayli hafiflemisti. Ertesi sabah yakında doneceğini tekrarlayarak yola dustu.
Tenardiyelerin bir komsusu bu mutsuz anayı gormustu, hana girdiğinde onlara:
— Sokakta ağlayan bir kadın gordum, kalbim sızladı, dedi. Kozet'in anası gidince, adam
karısına:
— Yasa be karı, dedi. Su yuz on franklık bonomun muhleti yarın sona eriyordu hic değilse
bunu odeyebilirim, oh, oh sen kucuk kızlarla iyi bir tuzak kurdun.
— Bunu bilerek yapmadım, dedi kadın.
II
Tenardiye ailesi cok karısık bir yapıda idi. Hangi sınıfa ait oldukları tam kestirilemiyordu. Ne
isci sayılırlardı, ne de kent soylusu. Her iki sınıfın kusurlarına sahip, hicbir niteliği olmayan
yarı serseri yarı esnaf kisilerdi. Kadının hamurunda kabalık, hasinlik, erkeğin ruhunda
sahtekarlık vardı. Kotuluk yolunda onlardan ustası olmazdı. Erkeğin yuzune bir bakmak,
onun ne mal olduğunu anlamaya yeterdi. Gozlerinin karanlık bakısı sesindeki kusku, onun
hayatında buyuk sırlar olduğunun izlenimi verirdi.
Tenardiye 1845 yılında Vaterlo savasında dovusmustu, hatta galiba orada bir hayli
kahramanlıklar gostermisti. Daha sonraları onun bu savastaki kahramanlıklarını oğreneceğiz.
Meyhane kapısındaki tablo, onun kahramanlığın resmiydi. Her isten azıcık anlayan Tenardiye,
fırca oynatmasını da basardığından, bu resmi kendisi cizmisti. Esi madam Tenardiye'ye
gelince, en bayağı romanlarla ruhunu beslemis katı kalpli, miskin bir kadındı. Gencliğinde
durmadan okuduğu bu bayağı hikayelerden esinlenerek, kızlarına acayip adlar takmıstı.
Buyuk kızının adı "Eponine" di, kucuk kızma gelince bicare yavru Gulnar adı gibi gulunc bir
isme sahip olacaktı ki, tam o arada bir sans eseri, yeni bir roman okuyan anası, ona daha az
gulunc olan Azelma adını takmakla yetindi. Fakat su var ki, zengin olmak icin kotu ruhlu
olmak yetmezdi. Her nedense hanın isleri durmadan bozuluyordu. Yabancı kadının elli yedi
frangının sayesinde bir sure Tenardiye borclarını odeyebilmisti. Sonraki ay para sıkıntısı yine
bas gosterdiğinden bu kez Kozet'in ceyizine rehine koydular.
Buna karsılık aldıkları altmıs frangı da harcadıktan sonra, Tenardiye ailesi icin Kozet, evlerine
sığıntı olarak aldıkları, bir cocuk oldu. Bundan boyle ona karsı davranısları da değisti. Kucuk
kızın giysilerini sattıklarından onu Eponine ve Azelma'nın eskileriyle giydirdiler. Sofra
artıklarıyla besleniyordu. Kopekten daha iyi yiyor, kedi gibi icecek sut bulamıyordu. Aslında
Kozet'in tek arkadasları kedi ve kopekti, kızcağız masa altında onlarla birlikte yemek yerdi.
Bu sehirde yerlesen annesi, her ay yazıyor, daha doğrusu kendisi yazmasını bilmediğinden
yazdırıyordu. Tenardiye'ler kendisine hep aynı cevabı veriyorlardı: "Kozet cok iyi..."
Đlk altı ay sona erdiğinde, genc kadın yedinci ay icin yedi frank yolladı ve her ay duzenli
olarak parasını yollamakta devam etti. Henuz yıl sonu gelmemisti ki, Tenardiye karısına
cıkıstı:
— Sanki bu serseriyi neden basımıza bela gibi aldık. Annesinden on iki frank aylık
isteyeceğim.
Bu isteğini mektupla bildirdi, cocuğunun sağlıklı ve mutlu olduğunu sanan genc kadın, hic
dusunmeden on iki frank yollamaya basladı.
Bazı kimseler birini severlerse, mutlak bir baskasından nefret etmek ihtiyacını duyarlar.
Tenardiye Ana da, iste boyle bir huya sahipti. Kendi kızlarını cılgınlar gibi seven cadı karı,
yabancı cocuktan nefret ediyordu. Bir ananın sevgisinin boyle cirkin tepkilerinin olabileceğini
dusunmek ic paralayıcıydı, ama ne yazık ki bu bir gercekti. Kadın Kozet'in her seyini
kıskanıyordu. Bu kadının da diğer kadınlar gibi her gun dağıtacağı buseler ve tokatlar vardı.
Oksamaları opusleri kendi kızlarına, cimdikleri tokat ve tekmeleri zavallı oksuz kız icindi.
Kozet'i evine almamıs olsaydı, belki de sevgili kızlarını hırpalayacaktı. Bicare yavrucağın
nefes alması bile suc sayılırdı. Bir sevgi havası icinde yasayan kucuk kızların yanında daima
dayak yer horlanırdı.
Tenardiye, anne Kozet'e kotu davrandığından, kucuk kızlar da onu hırpalarlardı. Bu yasta
cocuklar, annelirin taklit ederler. Bir yıl gecmis ikinci yıl sona eriyordu. Koyde, Tenardiye'ler
icin su sozler yukseliyordu:
—Tenardiye'ler cok varlıklı kimseler olmadıkları halde, yetim bir kızı buyutuyorlar.
Herkes Kozet'in annesi tarafından terkedildiğini sanıyordu. Bu arada Tenardiye'ler, Kozet'in
babasının belli olmadığını oğrendiklerinden, Fantin'yi sıkıstırarak, ondan ayda on bes frank
koparmasını basarmıslardı. Kızın buyuduğunu ve cok yediğini yazmıslardı ona. Her yıl cocuk
buyuyor ve sefaleti de artıyordu. Kozet cocuk olduğu sure icinde, kızların hırpaladıkları,
daima ezilen bir oyun arkadası olmakla kalmıstı, fakat gelismeye baslayınca bu kez de evin
hizmetcisi oldu.
Daha bes yasına basmamıstı ki, hain Tenardiye Ana, ona durmadan is buyuruyordu. Kozet'i
alısverise yolluyorlar, salonu supurtuyorlardı. Avluyu yıkıyor, bulasıkları yıkıyor, hatta yuk
bile tasıyordu. Bu arada isleri iyi gitmeyen Fantin, birkac ay cocuğunun aylığını
gonderemeyince, onu daha ziyade hırpalamaya baslamıslardı.
Kızını bıraktıktan uc yıl sonra Fantin, Montferney'e donse, dunyada onu tanıyamazdı.
Tombul, pembe beyaz bir cocuk olarak hana gelen Kozet'in artık sıskalıktan kemikleri
sayılıyordu. Yuzu sapsarı, gozleri uzgundu. Haksızlık onu aksilestirmis, sefalet onu
cirkinlestirmisti. Evet uc yıl onceki melek yavru kadar guzel cocuk cirkin bir kız olmustu.
Yuzunde tek guzelliği, gozleriydi. Parlak mavi olan, bu gozlerde insanın icini burkan bir
uzuntu okunuyordu. Daha henuz altı yasına basmayan bu zavallı kızın kıs aylarının
soğuklarında pacavraların icinde, sis ve kızarmıs ellerinde bir supurge, avluyu supurduğunu
gormek insanın icini sızlatırdı. Koyde ona "tarla kusu" adını takmıslardı. Bir kus kadar zayıf
kızcağıza bu lakabı layık bulmuslardı. Fakat bu " tarla kusu" hic otmezdi.
Madlen Baba- I
Zavallı kadıncağızın basına neler gelmisti, nerdeydi ve ne yapıyordu, bunu kimse bilmiyordu.
Kucuk Kozet'i, Tenardiye'lerin yanına bıraktıktan sonra Fantin doğduğu kasabaya gitmisti.
Genc kadın yaklasık on yıldan beri koyunden ayrı kalmıstı. Kendisi sefaletten sefalete
suruklenirken, doğduğu kent kalkınmıs, refaha kavusmustu. Đki yıldan beri, buyuk bir sanayi
hamlesi sehri bastan basa değistirmisti.
Bastan beri Montrey sur Mer'in bir ozelliği vardı. Đngiliz siyah boncuklarını ve Alman siyah
camlarını taklit ederlerdi. Fakat hammaddelerin pahalılığı dolayısıyla, uzun yıllar bu sanayi
hic de gelismemisti. Oysa Fantin, sehrine donduğunde, olağanustu bir değisiklikle karsılastı.
O yıllarda Montrey sur Mer'e yerlesen bir yabancı, bu endustriyi kalkındırmıstı. Recinenin
yerine gomalak kullanılmasını akıl eden bu akıllı is adamının sayesinde, kentin endustrisinde
bir devrim yapmıstı. Bu kucuk değisim sayesinde, hammadde fiyatları yarı yarıya eksilmis
bunun sonucu el emeği olarak iscilere verilen ucretler artmıs, bu da memleket icin cok hayırlı
olmustu. Tuketici boncuklan kolaylıkla yaptırabiliyor ve ucuza satmasına rağmen uc kat kar
ediyordu.
Bu yontemin uc sonucu olmustu. Uc yıl kadar bir sure icinde bu metodu uygulayan adam
zengin olduğu gibi cevresindekileri de servete kavusturmustu. Onun kimliği hakkında
kimsenin asırı bilgisi yoktu. Kente yalnızca bir kac yuz franklık bir servetle geldiği soylenirdi.
Bu ufak sermayeye olağanustu bulusunu eklemis metotlu calısması sayesinde, kısa zamanda
kendisini ve bulunduğu kenti refaha kavusturmustu. Bu adamı ilk gorenler kılığından ve
konusmasından onun bir isci olduğunu sanmıslardı. Aralık ayının yağıslı bir aksamında, kente
giren yabancı, kasabada bir yangınla karsılasmıstı. Adam buyuk bir cesaretle alevlerin
arasına atılmıs ve iki cocuğun hayatını kurtarmıstı. Garip bir rastlantı olarak, bunlar
Jandarma Yuzbasısının cocuklarıydı. Adamdan pasaport bile istenmemisti. O gun, adını
oğrenmislerdi: "Madlen Baba"...
Elli yaslarında gorunen dalgın tavırlı, iyi yuzlu bir adamdı. Gelistirdiği bu endustri sayesinde
Montrey sur Mer buyuk bir sanayi kenti olmak yolundaydı. Siyah boncuklardan cok kullanan
Đspanya her yıl onemli siparisler veriyor ve kasaba bu ticaretinde Londra ve Berlin'le rekabet
ediyordu. Madlen Baba'nın karları oylesine yuksekti ki kente geldiğinin ikinci yılında bir
fabrika kurmustu. Bu fabrikanın iki atolyesi bulunuyordu, biri kadınları, diğeri erkekleri
calıstırıyordu. Calısmak isteyen Montrey sur Mer'de ac kalmazdı, her isteyene bol is, bol para
vardı. Madlen Baba'nın iscilerinden istediği iyi niyet ve durustluk idi. Kadınları ozellikle ayrı
atolyede calıstırmasının nedeni onların namuslu kalmalarını sağlamak icindi. Madlen Baba,
namusa cok onem verirdi.
Aslında bir kısla kenti olan Montrey sur Mer'de, kotu yola sapan kızlar coktu, "Madlen
Baba"nın kente gelisiyle, kadınların bu gevsekliğine de bir son verilmisti. Onun gelmesinden
once kasabanın gevsek bir yasamı vardı, oysa artık tum kentliler, arı gibi calısıyordu, sefalet
ve issizlik ortadan kalkmıstı. Her cebe para, her eve mutluluk girmisti. Bu calısmanın
ortasında Madlen Baba, gercek servetini kurmustu fakat, onda bir ticaret kafası yoktu, o
kendisinden fazla baskalarını dusunurdu. 1820 yılında, Lafit Bankasında altı yuz otuz bin
frangı bulunduğu soyleniyordu, oysa rahatca milyoner olabilirdi. Kendisine bu serveti
ayırmadan once kasaba icin milyonlar harcamıstı.
Hastaneyi yetersiz bulmus, on yatak daha ekletmisti. Montrey sur Mer yukarı kent ve asağı
kent olarak ikiye ayrılır. Madlen Baba'nın oturduğu asağı kentte tek bir okul vardı. Fabrikator
iki okul daha yaptırtmıstı. Birinde kızlar diğerinde erkek cocuklar okuyordu. Kendi cebinden
okul oğretmenlerinin maaslarını iki katına cıkarmıstı. Buna sasan birisine, su cevabı vermisti:
— Bence, devletin en onemli iki memurundan biri, sut nine, diğeri de oğretmendir.
Calısamayacak kadar ihtiyarlar icin bir bakım evi kurduğu gibi iscilerin haklarını korumak icin
bir de yardım sandığını akıl etmisti. Fabrikasının bulunduğu mahalleye bedava bir eczane
actırmıstı.
Đse ilk basladığından dedikodu etmisler ve onun icin:
- Zengin olmak isteyen bir maceracı, demislerdi.
Kendi servetini kurmadan ulkeyi zenginlestirdiğini gorenler onun icin:
- Kendini beğenmis, ihtiraslı bir ukala, diye eklemislerdi.
Madlen Baba dinine bağlı bir adamdı, duzenli bir sekilde kiliseye giderdi, bu da o gunlerde
hosa giden bir tutumdu.
1819 yılında kentte soyle bir soylenti yayılıyordu:
- Kralın emri uzerine M. Madlen, belediye reisi olarak secilecekti. Yeni gelenin hırslı olduğunu
soyleyenler bu fırsattan yararlandılar. Gercekten ertesi gunu butun gazetelerde bu
atanmadan soz ediliyordu. Daha sonraları sasırtıcı bir soylenti yayıldı. Madlen Baba, belediye
baskanlığını red etmisti.
Eninde sonunda bu adam bir esrar kupuydu. Kentsoylular omuzlarını silkerek onun icin, bir
maceracı, bir serseri demekle yetindiler. Yine aynı yıl endustri sergisinde malları
gosterildiğinden Madlen Baba'ya altın bir nisan yollandı, adam bunu da geri cevirdi. Ulkede
herkes ona borclu idi. Oylesine faydalı bir adamdı ki, kendisini zorla saydırmasını basarmıstı.
Cok yumusakbaslı olduğundan, onu sevmeye de baslamıslardı. Ozellikle emrinde calısan
isciler adeta kendisine taparlardı.
Adam bu sevgiyi alcakgonullulukle karsılıyordu. Zengin olduğu iyice bilinince ona, Madlen
Baba demekten vaz gectiler, "Mosyo Madlen" diye cağırdılar. Kent soyluları kendisini,
selamlamaya basladılar, ancak isciler ve kasabanın cocukları onu Madlen Baba diye
cağırmakta devam ediyorlardı. Aslında adamın istediği bu idi. Đsleri iyi gittikce, halkın
gozunde buyuyordu. Sosyete uyeleri onunla gorusmek icin can atıyorlardı. Once kendisine
acılmayan kapıların hepsi ardına kadar acılmıstı. Kentin salonlarından davetler yağıyordu,
Madlen Baba gitmiyordu.
Bu kez yine dedikodu yapmaktan geri kalınmadı onun icin:
— Bilgisiz ve kaba adam dediler, onun nereden cıktığını bilen yok, herhalde salonlarda nasıl
davranılacağından habersiz olduğundan, soylu kisilerin arasına karısmaktan cekiniyor. Kim
bilir, belki de okuması bile yoktur?
Para kazandığını gorenler, onun icin tuccar demislerdi, parasını yoksullara dağıttığını
gorenler, ona muhteris dediler, san ve serefi red ettiğini gorenler onu maceracı olmakla
suclamıslardı. Kendisine yapılan cağrıları red etmesinin karsısında, onu kaba olmakla
tanımladılar.
1820 yılında kente gelisinden tam bes yıl sonra, kasabaya yaptığı hizmetler yuzunden Kral
bir kez daha kendisini Belediye Baskanı atadı, bu kez Madlen Baba yine kabul etmek
istemedi. Fakat kentin kaymakamı ona karsı cıktı kentin butun ileri gelenleri kendisine ricaya
geldiler, halk sokaklarda yolunu kesti, bu ısrar karsısında Madlen Baba kabul etmek zorunda
kalmıstı.
Soyle anlatıyorlardı, yine reddedeceği sırada, yoksul bir ihtiyar kadının su sozleri karsısında
boyun eğmisti:
— Đyi bir belediye reisi, hepimize faydalı olur, hey Madlen Baba, yoksa bize yardım etmek
istemez misin?
Bu onun ucuncu yukselisi sayılırdı, yabancı yolcu Madlen Baba olmus daha sonra kendisini
Mosyo Madlen diye cağırmıslardı, artık bundan boyle ona Sayın Baskan diyeceklerdi.
Aslında o ilk gunku kadar sade, kendi halinde kalmasını basarmıstı. Sacları gri, bakısları
ciddi, yuzu yanık ve dusunceliydi. Basında genis kenarlı sapkası, cenesine kadar iliklediği
kalın kumastan koyu renkli ceketiyle dolasırdı. Belediye Baskanlığı gorevini tam manasıyla
yerine getiriyordu, yapılacak isleri bitirdikten sonra, tek basına yasamasına devam ediyordu.
Cok az gorustukleri vardı. Kendisine yapılan cağrılardan kacar acele bir selamla yetinir
konusmamak icin gulumser, gulumsememek icin selam verirdi, kadınlar onun icin "Tam bir
dağ ayısı, fakat iyi kalpli bir ayı," derlerdi. En buyuk zevki kırlarda dolasmaktı.
Yemeklerini yalnız yer, sofrada kitabını okurdu. Đyi duzenlenmis bir kitaplığı vardı. Kitapları
severdi, kitap emin ve sadık bir arkadastır. Serveti artıkca, zihnini gelistirmeye vakti de
oluyordu. Kasabaya yerlesmesinden az sonra, konusmasında bir duzelme farkedildi
gezintilerinde yanına daima bir tufek alır, fakat onu hemen hemen hic kullanmazdı,
kullandığında hedefi hic kacırmazdı. Zararsız bir hayvanı kucuk bir kusu oldurmemisti.
Genc olmamasına rağmen, onun ustun bir guce sahip olduğu soylenirdi. Yardıma muhtac
olanlara el uzatmaktan geri kalmaz, dusen bir atı kaldırır camura saplanan bir tekerleği
kurtarır, bosanan bir boğayı boynuzlarından yakalayarak durdururdu. Evinden cepleri dolu
cıkar, bos donerdi. Koyden her gectiğinde, cocuklar onun etrafını sararlardı.
Vaktiyle koylu olduğu sanılırdı. Cunku tarım islerinden cok anlardı hatta bu yolda koylulere
cok yararlı oğutlerde bulunuyordu.
Kilise kapısında, bir yas ortusu gorduğunde hemen girerdi. Herkesin vaftiz ve duğunlere
gittiği gibi o da cenazeleri kacırmazdı. Dullara ve yetimlere acırdı. Olunun ailesine katılır,
uzgun bir yuzle duaları dinlerdi.
Baskalarının yaptıkları kotulukleri gizlendiği gibi, o da hayrını gizli gizli yapardı. Aksam
karanlığında aralık kapılardan evlere suzulur para ve armağan bıraktıktan sonra, sessizce
cekilirdi. Harap kulubesine aksamleyin donen yoksul bir isci kapısının acıldığını hatta
zorlandığını gorerek: "Eyvah evime hırsız girmis" diyerek korku ile girdiğinde, yatağının
uzerinde birkac altın bulurdu. Guler yuzlu olmasına rağmen, daima gizli bir kederi varmıs gibi
uzgun dururdu. Halk onun icin soyle derdi:
— Hic de kibirli olmayan bir zengin adam, hic de neseli olmayan, mutlu bir adam.
Bircokları, onun bir sihirbaz olduğunu soylemeye bile yeltenmislerdi. Odasında olu kafaları ve
buhurdanlıklar olduğunu yaymıslardı. Bunu duyan Montroy'un sık ve soylu hanımlarından biri,
bir gun gulerek ona sormustu:
— Sayın baskan, sizin bir mağarada yattığınızı soylerler, doğru mu?
M. Madlen gulumseyerek, bu meraklı hanıma odasına gostermisti. Bu kadar zengin bir
adamın, duvarları birkac kurusluk bir kağıtla kaplı, yan bos bir odada yatmasını kentin
soyluları pek anlayamamıslardı. Valinin odasında tek değerli esya, somine uzerinde ısıl ısıl
duran bir cift ağır gumus samdanlıktı.
Onun Banker Latfit'e milyonlarını emanet ettiği de soylenirdi. Oysa aslında bu milyonlar, az
once soylediğimiz gibi, altı yuz otuz bin franktan ibaretti.
1821 yılının ilk gunlerinde gazetelerde bir haber yayınlandı. Seksen iki yasındaki Diny
piskoposu "Monsenyor Bienvnu Myriel" nihayet olmustu.
Bu haberi sabah gazetesinde okuyan Madlen, ertesi gun siyah elbiseler giymis, sapkasına
yas alameti olarak siyah bir kurdele takmıstı. Onun piskoposun yasını tutması kentte cesitli
dedikodulara yol acmıstı, hatta bircokları onu piskoposun akrabası sanarak, ona daha saygılı
davranmaya baslamıslardı. Yine birgun, kasabanın en eski ailelerinden yaslı bir hanım,
kendisine sordu:
— Herhalde Monsenyor Bienvenu yakın akrabanızdı, acaba teyze oğlunuz muydu?
— Hayır Madam!
— Fakat onun icin uzuluyorsunuz...
— Gencliğimde onların konağında hizmetkarlık yapmıstım. Bunu da onun bir sakası sanarak
uzun uzun gulmuslerdi.
Yeni baskanın acayip bir huyu daha vardı, kasabadan ne zaman bir ocak temizleyici,
Savuya'lı bir cocuk, ya da bir delikanlı gecse, onu cağırtır adını sorar ve ona para verirdi.
Bunu duyan kucuk ocak temizleyicileri bu iyi kalpli beyden yararlanmak icin, yollara dussun
dusmesin Montrey sur Mer kasabasına uğramayı adet edinmislerdi.
Zamanla baskan Madlen butun kasaba halkını kendisine bağlamıstı. Butun kent halkı, onu
saymasını ve sevmesini oğrenmisti. Onun mubarek bir adam olduğunda herkes birlesirdi,
cevredeki kasabalardan ona danısmaya gelenler bile olurdu. M. Madlen kavgaları yatıstırır,
dusmanlıklara son verirdi. Dargınları barıstırır, davalara engel olur, dusmanların dost olmalarını
bile sağlardı. Herkes onun sağ duyusuna inanmıstı. Onu sevmek onu saymak adeta
kasabada bir gelenek olmustu. Butun kentte bu sevgiye katılmayan tek birisi vardı. M.
Madlen ne yaparsa yapsın, bu adam onu bir turlu sevemiyordu. Coğu zaman M. Madlen, bir
kalabalık arasından gecerken uzun boylu koyu renk palto giymis, gozlerini orten sapkalı bir
adam uzun zaman onu gozleriyle izlerdi. Daha sonra bu adam dudaklarını kısarak kendi
kendisine soyle soylenirdi:
— Tanrım ben bu yuzu gordum. Su adamı bir yerden tanıyorum, yuzu bana hic de yabancı
gelmiyor.
Bu kuskulu adam Javer adında bir polis memuru idi. O Montrey sur Mer'e geleli henuz cok
olmamıstı. Mr. Madlen'in zamanından cok sonra atanmıstı kasabaya. Hatta Javer, Montrey
kasabasına geldiğinde Madlen Baba, kentin belediye baskam olmustu bile. Javer bir kurttan
doğan bir kopeğe benzerdi. Kendisi zindanda doğmustu. Anası bir kumarbaz, babası bir
kurek mahkumu idi. Cocuk buyudukce kendisini sosyete dısı buluyor ve kendisini dunyaya
getiren ailesine karsı kini de buyuyordu. O, durust, namuslu ve iyi olmasını isterdi.
Serserilere, cingenelere dusmandı. Buyuyunce polis okuluna girdi. Yeni mesleğinde basarılı
oldu. Kırk yasına bastığında mufettis oldu.
Mufettis Javer'in dort kose bir yuzu, basık bir burnu vardı. Yanaklarını kara favoriler
susluyordu, burun delikleri kocamandı. Onun ilk goren soyle bir irkilirdi. Javer gulduğunde,
gerci kırk yılda bir gulerdi, ince dudakları ayrılır ve yalnızca disleri değil, dis etleri de
gorulurdu burnunun etrafında, vahsi bir hayvanın yuzu gibi, bir kınsma belirirdi. Javer ciddi
durduğunda bir bekci kopeğini andırır, gulduğunde bir kaplan olurdu. Alnı dar, fırca gibi
sacları gozlerinin uzerine dokulurdu, yuzunde vahsi bir otoritenin izleri okunurdu. Bu adam
iki duygu canlandırırdı. Biri devlete karsı olan saygısız otoriteye hayranlığı, diğeri de
asayissizliğe beslediği nefret. Javer icin iki cesit insan vardı, hicbir zaman aldanmayan, hata
islemeyen devlet memuru, ya da kanun adamı, bir de insanlıkla iliskisini kesmis butun
kotulukleri yapabilecek serseri sınıfı. Ona gore suc isleyen bir daha adam olmazdı. Bir hırsız
ya da bir caninin, yeniden doğru yola donmesini imkansız gorurdu. Butun hayatını su iki
kelimeye ozetlemisti: "Gozetmek ve beklemek."
Babasını yakalasa olume yollar, anasını suclardı. Butun bunlara ek bir evliya yasamı surerdi.
Kendisinden her seyi esirger, az yer, icer, hicbir zevk ve eğlenceye yer ayırmazdı. Cok
durust ve namuslu idi. Kimse onun bir kadına baktığını bile gormemisti.
Bos kaldığı zamanlarda okuyarak avunurdu. Javer koyu cahil değildi. Onun hicbir kusuru
olmadığını soyledik, cok keyiflendiğinde, azıcık enfiye koklardı. Ancak bu tek tutkusuyla,
insan olduğunu belirtirdi. Đste Javer boyle bir adamdı. Javer'in gozu hicbir zaman M.
Madlen'in uzerinden ayrılmazdı. Bir ara o bunu farketmis, fakat buna pek aldırmamıstı
doğrusu. O yine Javer'e her zamanki gibi davranır, daimi bir gozetim altında olduğunu
farketmemis gorunurdu.
Javer, Madlen'in gecmisi hakkında bir arastırma yapmıs, fakat istediği bilgiyi bir turlu elde
edememisti. Bir keresinde kendi kendisine konusan polis soyle mırıldanmıstı:
- Herhalde onu enseledim.
Sonra uc gun derin derin dusunmus tek bir kelime soylememisti. Đpin ucunu kacırmıs
olacaktı. Gunun birinde Javer'in kendisiyle uğrasması M. Madlen'i de cok etkileyecekti.
II
Gunun birinde Madlen Baba kentin bozuk bir yolundan gecerken, bir kalabalığın toplandığını
gorerek, oraya doğru kostu. Foslovan adındaki bir ihtiyar arabasının altına dusmustu.
Foslovan, Madlen Baba'yı hic sevmezdi. Nedeni cok sacma sayılırdı. Bir rastlantı sonucu,
Madlen'in kasabaya geldiğinde, Foslovan'ın isleri bozulmaya baslamıstı. Yabancı endustriyi
gelistire dursun, ihtiyar koylunun, isleri daha da kotulesmisti, bundan boyle kendisi sefalete
suruklenirken, durmadan kazanan bu yabancıya derin bir kin beslemeye koyulmustu. Daha
sonra, tamamıyla iflas eden Foslovan elinde avucundakiyle bir eski araba ve ihtiyar bir at
satın almıs ve ekmek parası icin arabacılığa baslamıstı.
Atın kalcası kırılmıstı, yerinden kıpırdayamıyordu. Đhtiyar adam tekerleklerin arasına
sıkısmıstı. Oylesine berbat bir dusus yapmıstı ki araba tum yukuyle onun goğsunu eziyordu.
Araba cok yukluydu. Zavallı Foslovan Baba, yurekler paralayıcı cığlıklarla halktan imdat
istiyordu.
Yanlıs bir hareket, beceriksiz bir jest, arabayı daha da sıkıstırarak onun olumune sebep
olurdu. Ancak araba kaldırılarak onu kurtarmak mumkundu.
Kaza esnasında oraya gelen Javer, acele bir kriko getirtmek icin adamlarını yollamıstı.
Mosyo Madlen geldiğinde, kalabalık saygıyla yarıldı, ihtiyar Foslovan haykırıyordu:
— Đmdat! Đhtiyarı kurtaracak kimse kalmadı mı? M. Madlen seyircilere dondu:
— Bir kriko yok mu? Koylulerden biri cevap verdi:
— Getirmeye gittiler.
— Ne zaman gelir?
— Vallahi bilinmez. Nalbanta gidildi, en azından yine bir on bes dakika ceker.
Madlen Baba, haykırdı:
— Bir ceyrek mi?
Bir gun once yağmur yağmıstı, yerler camurlu idi. Araba ıslak toprağa saplandıkca ihtiyarın
goğsune batıyordu, bes dakikaya kalmaz kaburgaları kırılacaktı. M. Madlen kendisine bakan
koylulere:
— Bakın, dedi bir ceyrek bekleyemeyiz, adam oluyor. Arabanın altında bir kisilik yer var,
birisi arabanın altına girsin ve sırtı ile kaldırsın, bizler de zavallı adamı ceker, cıkarırız.
Burada sırtının kuvvetine guvenen biri yok mu? Onu kurtarana, bes altın var.
Kimse kıpırdamadı. Madlen Baba, haykırdı:
— On altın...
Oradakiler gozlerini yere indiriyorlardı, iclerinden biri mırıldandı.
— Bunun icin cok guclu olmak gerekir, bir de ustelik ezilmek var hesapta.
Madlen Baba usteledi:
— Haydi gayret yirmi altın.
Yine sessizlik.
Birden bir ses, duyuldu:
— Onlarda eksik olan cesaret değil, dedi.
Madlen basını cevirdi Javer'i gordu, polis sozlerine devam etti:
— Bunun icin ustun bir guce sahip olmak gerekir. Boyle bir yuku sırtıyla kaldırmak her
yiğidin harcı değil.
Daha sonra gozlerini M. Madlen'in gozlerine dikerek, kelimelerin uzerine basa basa devam
etti:
— Mosyo Madlen, sizin istediğinizi yapacak tek bir adam tanıdım ben...
Madlen urperdi.
Javer ilgisiz bir sesle, fakat gozlerini Madlen'in yuzunden ayırmadan devam etti.
— Bu bir kurek mahkumu idi.
— Ya oyle mi? diye sordu Madlen Baba.
— Evet, Tulon cezaevinde tutuklu idi. Madlen olu gibi sarardı.
Bu arada arabanın tekerlekleri daha da batıyordu camura. Foslovan Baba hırlıyordu:
— Boğuluyorum, nefes alamıyorum, kaburgalarım eziliyor bir kriko, bir sey yapın.
Madlen etrafına bakındı:
— Yirmi altın kazanmak ve su zavallıyı kurtarmak isteyen kimse yok mu?
Kimse ses vermedi. Javer:
— Bunu ancak bir tek kisi yapabilirdi, o bir krikonun yerini tutardı, o kurek mahkumu...
Đhtiyar haykırdı:
— Oluyorum.
Madlen basını kaldırdı, Javer'in uzerine diktiği gozlerini gordu hareketsiz bekleyen koylulere
baktı ve acı acı gulumsedi, sonra tek bir soz soylemeden yere diz coktu, kalabalığın
haykırmasına, itiraz etmesine aldırmadan, arabanın altına girmisti.
Korkunc bir bekleme anı basladı.
Bu oldurucu yukun altında surunen Madlen'in bos yere iki kez dirseklerini sıkarak dirseklerini
dizlerine birlestirmek istediğini gorduler ona haykırdılar:
— Cekilin oradan Madlen Baba, ezileceksiniz. Hatta Foslovan'ın kendisi bile haykırdı:
— Yapmayın Mosyo Madlen, benim gibi bir ihtiyar icin hayatınızı tehlikeye atmayın, ne yapalım kaderde olmek de varmıs.
Madlen cevap vermedi.
Seyirciler nefes bile almıyorlardı, tekerlekler daha da camura saplanmıstı. Madlen'in oradan
sağ cıkması imkansız gorunuyordu.
Birden kocaman kitlenin kıpırdandığını gorduler, araba ağır ağır kalkıyordu, boğuk bir ses
duyuldu:
— Haydi cabuk olun, gayret!
Bu, artık son cabasını yapan M. Madlen'in haykırısı idi.
Hep birden kosustular. Bir kisinin fedakarlığını hepsini guclendirmisti. Yirmi kol birden
uzandı, araba havaya kaldırıldı, ihtiyar Foslovan kurtulmustu.
Madlen yerinden kalktı. Yuzunde bir damla kan kalmamıstı, alnından terler suzuluyordu.
Giysileri yırtılmıs ustu bası camurlara bulanmıstı. Hepsi ağlıyorlardı, ihtiyar adam,
kurtarıcının dizlerini opuyor, ona "Tanrım" diye sesleniyordu. Madlen'in yuzunde tanrısal bir
ıstırap ifadesi mutlu bir anlam belirmisti. Kendisini dikkatle izleyen Javer'e, sakin bakıslarını
dikti.
Bu dususte dizi cıkan Foslovan'ın iyice tedavi edilmesi gerekiyordu. Madlen Baba, onu
hastaneye kaldırdı. Ertesi sabah, ihtiyar adam yastığın altında bir pusula ve bin frank
buluyordu. Madlen Baba, ona kendi eliyle su kelimeleri yazmıstı: "Atınızı ve arabanızı satın
alıyorum."
Araba paramparca olmus, at da olmustu. Foslovan iyilesti, fakat dizi hicbir zaman tamamıyla
iyilesmeyecekti. Baskanın, tavsiyesi uzerine onu Paris'te Sent-Antuvan rahibe manastırına
bahcıvan olarak aldılar.
Bu olaydan az sonra Madlen Baba, kente Vali olarak atanıyordu. Javer onu once otoritesinin
simgesi olan mavi beyaz kırmızı atkıyla gorunce birden urperdi. Kılık değistirmis bir kopek
gibi homurdandı.
O gunden sonra yeni validen hep uzak durdu.
Montrey sur Mer'in kalkınması, halkı da az cok refaha kavusturmustu. Đs cok olunca, halk
vergilerini de sızlanmadan veriyordu.
Fantin geri donduğunde, ulkenin durumu bu haldeydi. Kimse artık onu hatırlamıyordu. Ne
var ki M. Madlen'in fabrikasının kapısı genc kadına bir dost gibi acılmıstı. Derhal muracaat
etti ve kadınlar atolyesine alındı.
Meslek genc kadın icin yeni bir isti, bunun acemisi idi calısma gununden fazla bir kar
edemiyordu, fakat hic değilse bu ona yetiyordu.
Sorun halledilmisti, hayatını kazanıyordu.
Fantin ekmek parasını cıkarabildiğini gorunce birden kendisini buyuk bir sevince kaptırdı. El
emeğiyle durust bir sekilde yasayabilmek, ne nimetti...
Calısma hevesine tutuldu. Kendisine bir ayna satın aldı, gencliğini, guzelliğini altın saclarını,
beyaz dislerini seyretmekten zevk duydu.
Bircok kederlerini unutmustu, bundan boyle tek gayesi, Kozet'yi yanına alabilmekti.
Hemen, hemen mutlu idi. Kucuk bir oda kiraladı ve ilerideki kazanclarına guvenerek, borc
parayla esya satın aldı. Đste bunda yanılmıstı.
Evli olduğunu soyleyemezdi, bundan boyle kızından da kimseye bahsetmedi.
Đlk aylarda Tenardiye'lere duzenli para yolluyordu. Đmzadan baska yazı bilmediğinden,
mektuplarını bir genel yazıcıya yazdırıyordu.
Durmadan mektup yazması cevresindekilerin merakını uyandırmıstı. Atolyede kadınlar
Fantin'in mektuplar yazmasından kendisini beğenmesinden kuskulanmalardı.
Bazı kimseler, sırf kotuluk etmek icin baskalarına zarar vermekten zevk alırlar. Fantin'yi goz
hapsine almıslardı. Aslında onun gencliğini guzelliğini, gur saclarını, inci dislerini
kıskanıyorlardı.
Atolyede calısırken, arada bir yanaklarına suzulen bir yası silmesi dikkati cekti. O anlar,
zavallı ananın evladını ozlediği anlardı.
Kim bilir belki de arada bir, sevmis olduğu erkeği arıyordu. Gecmisin tum bağlarını koparmak
pek kolay olmaz. Ayda iki kez, hep aynı adrese yazdığını biliyorlardı. Adresi elde ettiler:
Mosyo Tenardiye, Montferney'de Hancı."
Meyhanede genel yazıcıya icki icirerek ağzını aradılar. Nihayet Fantin'in bir cocuğu, bir kucuk
kızı olduğunu oğrendiler. Bu meraklılar icinde bir kadın ta Montferney'ya kadar giderek,
Tenardiye'leri konusturmustu. Kadın, kasabaya donduğunde:
— Oh helal olsun, dedi. Vallahi otuz bes frankıma acımıyorum, hic değilse cocuğu gordum.
Aslında bu mahalle karısı, Madam Vikturniyen adında kotu kalpli bir cadalozdu. Gencliğinde
bu cadı, manastırdan kurtulmus bir rahip kacağı ile nikahlanmıstı. Madam Vikturniyen sıska,
kemikli, eksi suratlı bir yaratıktı.
Kendisini dul bırakan kocasını andıkca, ondan yemis olduğu dayaklan da hatırlardı.
Restorasyon devrinde isi sofuluğa dokmustu. Oyle ki rahipler onun bir zamanlar, bir manastır
kackını papaz ile evlenmis olmasını bile bağıslamıslardı.
Butun bunlar olalı, hayli zaman gecmisti. Fantin bir yıldan beri fabrikada calısmaktaydı. Bir
sabah atolye sefi kadın, onu yanına cağırtmıs ve kendisine bir elli frank uzatarak, bundan
boyle M. Madlen'in onu isten kovduğunu da bildirmisti. Hatta Vali bey, onu ulkeyi
terketmesini rica ettiğini de eklemisti.
Tam o ay Tenardiye'ler on iki franklık aylığı on bes franka cıkartmıslardı.
Fantin beyninden vurulmusa dondu, ne yapabilirdi? Kirasını ve esyalarının bedelini tamamen
odememisti. Elli frank bu borcları temizlemesine yetmezdi.
Yalvardı, yakardı bos yere. Aslında Fantin cok becerikli bir isci olmadığından, mudure hanım,
ona derhal atolyeden cıkmasını emretti. Zor duruma dusen genc kadın bası onunde odasına
dondu. Demek hatasını artık herkes oğrenmisti.
Bundan boyle, tek kelime soyleyecek gucu kalmamıstı. Kendisine Vali beyi gormesini tavsiye
ettiler, fakat Fantin buna cesaret edemedi. M. Madlen, iyi kalpli olduğundan kendisine elli
frank veriyor, fakat doğru adam olduğundan isinden atıyordu. Genc kadın, bu yargıya boyun
eğdi.
Kacak rahibin karısı yapacağını yapmıstı.
Aslında M. Madlen'in butun bunlardan haberi bile yoktu. Vali'nin atolyelerine girmek adeti
değildi. Kadınlar atolyesine bas olarak ihtiyar bir kızı memur etmisti. Papazın onerdiği bu
yaslı hanım, aslında fena kadın değildi, ne var ki bağıslamasını bilmeyen bir yaradılısta
olduğu gibi, kendi islemediği hataları anlayamazdı. M. Madlen ona tam yetki vermis, onun
islerine asla karısmazdı. Bu yetkiye guvenen gozlemci kendiliğinden Fantin'e elli frank vermis
ve onu isinden atmıstı. Hatta o, bu parayı M. Madlen'in yoksullara ayırdığı paradan vermisti.
Fantin hizmetcilik etmek icin kapı kapı dolastı, Kimse onu evine istemedi. Borclan yuzunden
kasabadan uzaklasamıyordu. Esyalarını aldığı dukkancı kendisine:
— Kenti bırakırsan seni hırsız gibi yakalatırım, demisti. Ev sahibi kendisine:
— Genc ve guzelsin, odeyebilirsin, dedi.
Kadıncağız elli frangını ev sahibi ile dosemeci arasında paylastı. Esyalarının bir kısmını
adama geri verdi ve yalnızca yatağını alıkoydu. Bu arada bes parasız ve issiz kalması da
caba, bir de ustelik yuz frank borcu vardı.
Kısladaki askerler icin kaba saba gomlekler dikme isini aldı. Bunun icin kendisine gunde on
iki metelik verirlerdi, oysa Kozet icin her gun on metelik ayırması gerekirdi, iste o gunlerde
Tenardiye'lere de aylıklarını aksatmaya basladı.
Aksamları odasına girerken, kendisine mum tutan ihtiyar bir komsu kadını ona sefaletle
gecinmenin hunerini oğretti. Azla yetinmek hicle yasamaya bitisiktir. Birisi los oda, otekisi
karanlık odadır.
Fantin kısın ates yakmadan yasamasını iki gunde bir meteliklik yem yiyen kusundan
vazgecmesini, etekliğinden yorgan, yorganından eteklik yapmasını, aksam karanlığında
komsunun ısığından faydalanarak ekmek yemesini oğrendi.
Namuslu kalmıs ve yoksulluk cekmis bir kimsenin tek bir metelikle neler alabileceğini cok iyi
oğrenmisti. Bu da bir sanattır. Fantin de bu huneri oğrenince azıcık yureklendi.
Komsusuna soyle diyordu:
— Geceleri bes saat uyur, gunun geri kalan kısmında dikislerimi dikerek ekmeğimi nasıl olsa
cıkartırım. Hem de uzgunken, insanın istahı da olmaz.
Bir yandan acılarım, uzuntum, bir yandan birkac lokma ekmek beni bol bol besler. Corbanın
gereği yok.
Bu karanlık gunlerinde kızının yanında olması kendisine guc verirdi. Bir ara kızını yanına
getirmeyi dusundu, daha sonra onu da sefalete suruklemekten vazgecti. Hem de
Tenardiye'lere borclanmıstı, hem de parasız o kadar uzaklara nasıl giderdi?
Kendisine tutumlu olmanın yollarını gosteren ihtiyar kadın, gercekten Tanrı'sını bilen iyi kalpli
bir kadındı. Đmzasını atmasından baska bilgisi olmayan bu komsunun adı Margerit idi. Merhametli
iyi yurekli bir kadındı.
Bu olumlu dunyada boylesine iyi kalpli ve merhametli kisilerden, bir hayli bulunur gunun
birinde onları Tanrı Cennetinde toplayacaktır. Cunku bu hayatın bir yarını olduğuna
inanıyoruz.
Once, Fantin fabrikadan kovulduğuna oylesine utanmıstı ki sokağa bile cıkmaya cesareti
yoktu. Yolda herkesin kendisine bakmasından korkuyordu.
Kucuk kentlerde daima bir zavallıyı alaya almak, ona eziyet etmek bir gelenek haline
gelmistir. Paris'te olsa, utancını ve hatasını kalabalıkta gizlerdi, kimse ona aldırmazdı.
Sefalete alıstığı gibi, hor gorulmeye de alısmasını oğrendi. Bir zaman sonra, kararını verdi iki
uc ay gectikten sonra, utancından sıyrıldı ve sanki bir seycikler olmamıs gibi bası dik
cıkmaya basladı. "Bana vız gelir," diyordu.
Yuzunde acı bir gulumseyisle gezip dolasmasına basladı.
Madam Vikturniyen penceresinden arada bir Fantin'in uzgun uzgun yuruduğunu gorur ve su
yaratığa iyi bir ders verdiğini dusunerek, icin icin sevinirdi. Hain kalplerin mutlulukları da
karanlık olur.
Asırı calısmalar ve gıdasızlık Fantin'i yormustu. Kuru oksuruğu daha da arttı. Arada bir
komsusu Madam Margerit'e:
— Ellerimi tutun, bakın ne kadar sıcak, derdi.
Ne var ki sabahları aynanın onunde guzel saclarını taradığında, gecici bir mutluluk
duyuyordu.
Kıs sonlarına isine nihayet verilmisti; yaz gecti, kıs yine geri geldi. Gunler kısalmıs isler
kıtlasmıstı. Kısın havalar soğur insan da daha fazla acıkır. Gunler hemen geceye bitisiktir.
Sabah aksama, hemencecik kavusur.
Sisli puslu los karanlık gunler, sabah oldu derken birden aksam oluverir.
Gokler kapalı, gunler zindanda gecer gibi sıkıntılıdır. Kıs goklerin suyunu dondurur, insanların
kalplerini tasa cevirir. Fantin'i alacaklıları rahatsız ediyordu.
Genc kadın, cok az kazanıyordu. Bu arada borcları da artmıstı. Parasını vaktinde alamayan
Tenardiye mektuplarıyla zavallı anayı tehdit ediyordu. Gunun birinde, ona kucuk Kozet'in
elbisesiz kaldığını usuduğunu yazdılar. Kıza, yunlu bir jupon gerekirdi, bunun icin anasından
on frank istediler. Kadıncağız butun gun mektubu ellerinde burusturdu durdu. Aksama
doğru, bir berbere girdi tarağını cekerek saclarını doktu. Dizlerine kadar iniyordu altın
sacları, berber haykırdı:
— Oh, ne guzel saclar.
— Kac para verirsin?
— On Frank.
— Haydi kes.
Yunden orme bir eteklik alarak Tenardiye'lere yolladı. Bu juponu goren karı koca, ifrit
kesildiler, onların derdi giysi değil para idi. Etekliği kendi kızları Eponine'ye giydirdiler. Zavallı
"tarla kusu" titredi durdu.Oysa Fantin mutlu idi, soyle dusunuyordu: Artık kızım usumuyor,
onu saclarımla giydirdim.Basına minik baslıklar giyiyor, bu da ona daha da yakısıyordu.
Fantin'in ruhunda acayip bir değisim baslamıstı. Sabahları ayna karsısında saclarını
tarayamayınca, birden cevresindekilerin hepsine bir nefret duydu. Uzun zaman, butun
kasabalılar gibi, Madlen Baba'yı sevmis ve saymıstı.
Fakat birden kafasında bir simsek caktı, kendisini fabrikasından kovduran, ekmeksiz bırakan,
bu tas yurekli adamdı. Bundan boyle fabrika onunden gecerken, arsız arsız gulmeye, sarkı
soylemeye basladı.Kızını cok ozlemisti, onu taparcasına seviyordu.
Fantin sefalete gomuldukce, ahlakca dustukce cevresindeki karanlıkları delen bir nur vardı,
bu da melek gibi yavrusu Kozet kendi kendisine hep soyle soyleniyordu: "Gunun birinde,
param olacak, kızımı yanıma alacağım."
Oksuruğu hic dinmiyordu, geceleri atesleniyor, buz gibi terler dokuyordu.
Gunun birinde Tenardiye ailesinden soyle bir mektup aldı: "Kozet ateslendi, bu kasabayı kırıp
geciren bir bulasıcı hastalık. Cok pahalı ilaclar gerekiyor, dolaylarda birkac olu oldu. Bir
haftaya kadar bize kırk frank yollamazsanız, kızınızın olum haberini alırsınız."
Fantin cılgına donmustu, kahkahalarla gulmeye basladı. Đhtiyar komsusuna dert yandı:
— Olur sey değil, bunlar galiba kacırmıs, kırk frank yani iki altın eder ben bu serveti nereden
bulurum.
Fakat merdiven basındaki pencere onune giderek, mektubu tekrar tekrar okudu.
Daha sonra merdivenlerden kosarak indi, durmadan guluyordu.
Hatta yolda rastladığı birisi, kendisine sordu:
— Neden boylesine neselisiniz? Sizi sevindiren, ne var ki? Fantin cevap verdi:
— Ne olacak koylulerin bana yazdıkları bir saka, benden kırk frank isterler budala koyluler.
Kasabanın meydanından gecerken bir suru halkın birikmis olduğunu gordu. Acayip sekilli bir
arabanın etrafını halk sarmıstı, arabanın icinde kırmızılar giyinmis bir adam vaaz verir gibi,
bağırarak konusuyordu. Bu turneye cıkmıs gezici bir disci olacaktı. Ahaliye takma disler, disi
beyazlatacak ilaclar teklif ediyordu.
Fantin kalabalığa karıstı ve diğerleri gibi adamın sacmalarını gulerek dinledi. Birden disci,
guzel kızı fark etti ve ona dikkatle bakarak:
— Hey surada gulen kız, dislerin pek guzel, diye haykırdı. Su ondeki iki disini sat bana, iki
altın alırsın.
Fantin:
— Olur sey değil, diye haykırdı.
Dissiz bir koca karı, bu konusmayı duymustu:
— Đki altın, tam kırk frank eder, dedi. Ne mutlu karılar var, su dar dunyada.
Fantin oradan sıvıstı, adamın arkasından seslenmesini duymamak icin elleriyle kulaklarını
tıkadı. Adam haykırıyordu:
— Đyi dusun guzel kız, iki altın az para değil. Gonlun olursa aksama bana gel. "Gumus
Saban" hanında kalıyorum.
Fantin hırsla odasına dondu, olayı komsusu iyi kalpli Madam Margerit'e anlattı:
— Dusunun sersemin biri, on dislerimi satın almaya kalktı. Olur sey değil, kim bilir ne kadar
cirkin olurum, sac haydi, yine neyse yeniden uzar fakat dislerimi hic verir miyim? Onları
cektirmektense kendimi besinci kattan kaldırıma atayım, daha iyi.
Margerit sordu:
— Sana kac para onermisti?
— Đki altın.
— Tam da kırk frank eder.
— Evet, diye tekrarladı Fantin, kırk frank eder. Dusunceli dusunceli dikisinin basına oturdu.
Bir ceyrek saat sonra basını kaldırarak yanında orgu oren komsusuna sordu:
— Bulasıcı hastalıktan insan olur mu dersin?
— Olabilir.
— Đlacın faydası olur mu?
— Elbette, baksana ilacların sayesinde artık hastalar eskisi gibi olmuyor.
Fantin, odasından cıktı, merdiven basında pencereye basını yaklastırarak cebinden cıkardığı
mektuba bos gozlerle baktı.
Aksamleyin basını orterek evinden cıktı. Onun hanların bulunduğu Paris Caddesine doğru
ilerlediğini gorduler.
Madam Margerit ve Fantin tek bir mum yakmak icin, daima beraber calısırlardı. Ertesi sabah,
gun doğmadan kızın odasına giren ihtiyar kadın Fantin'yi yatağının uzerine giyimli olarak
oturur buldu. Basından baslığı, yere dusmustu butun gece yanmıs mumu, tukenmisti.
Margerit odanın duzensizliğine sasarak, esikte durdu:
— Tanrı askına soyle, ne oldu? diye haykırdı. Mum sonuna kadar yanmıs daha sonra sacsız
basını kendisine ceviren Fantin'e baktı.
Fantin bir gecede sanki on yıl yaslanmıstı:
— Neyiniz var Fantin, ne oldunuz? Fantin cevap verdi:
— Bir seyim yok, tam tersine cok mutluyum cocuğum olmeyecek, onu ben kurtardım.
Bu sozlerle masanın uzerinde ısıldayan iki altını isaretledi. Margerit sasakalmıstı, haykırdı:
— Ulu Tanrım fakat bu bir servet bunu nereden buldunuz?
— Buldum, cevabını verdi Fantin.
Aynı zamanda gulumsedi. Đhtiyar kadın elindeki mum ısığı Fantin'in yuzunu aydınlattı. Bu
kanlı bir gulumseyisti, dudaklarından kanla karısık bir tukuruk akıyordu, ağzı karanlık bir
delik olmustu.
On dislerini cektirmisti.Kırk frankı Montferney'ye yolladı.Aslında Tenardiye'lerin para
koparmak icin bir hilesiydi bu, Kozet hasta falan değildi.Fantin aynasını pencereden attı.
Birkac zaman sonra, ikinci kattaki genis odanın aylığını odeyemediğinden catı kadında
tavana acılan tek pencereli bir odacığa tasınmıstı. Bu tavan arasında basını eğerek yuruyor
kendisini kollamasa kafasını kirislere carpıyordu. Zavallıcık kaderine bas eğdiği gibi odasında
da surunerek yuruyebildi. Karyolası da yoktu, paramparca bir siltede yatıyor uzerine delik
desik bir ortu ortuyordu. Kırık bir saksıda buyuyen bir gul fidanı susuzluktan kurumustu,
baska bir kosede kırık bir ibrik bulunuyordu. Kısın bunun icindeki su da donardı. Fantin
utanmasını unuttuğu gibi, kendisine bakmaktan da vazgecmisti. Sefaletinin en son isareti
basına gecirdiği kirli baslıklarıydı. Oylesine, kendisini bırakmıstı ki artık sokuklerini bile
dikmiyordu. Corapları yırtıldıkca topuklarını yamalı ayakkabılarının icine cekiyordu. Borclu
olduğu esnaf yolunu kesiyor, durmadan kendisine hakaret ediyordu. Onlara sokakta rastlıyor
evinin merdivenlerine kadar pesinden geliyorlardı. Geceleri dusunuyor, dusunuyordu. Gozleri
ısıl ısıl, sırtında bıcak gibi bir sancı vardı. Cok oksuruyordu. Butun kalbiyle Madlen Baba'dan
nefret ediyor ve halinden asla sızlanmıyordu. Gunde tam on yedi saat, iki buklum dikis dikerdi.
Fakat cezaevinde tutuklu kadınları calısma yontemi uygulanınca gundelikleri de dokuz
meteliğe inmisti, gunde on yedi saat calısmaya karsı ancak dokuz metelik. Acıma bilmeyen
alacaklılar pesini bırakmıyorlardı. Hemen hemen butun esyalarını geri alan dosemeci ona
durmadan:
— Ne zaman paramı vereceksin kahpe? diye yolunu kesiyordu.
Fantin artık tuzağa dusurulmus bir yabani hayvana benzetiyordu kendisini. Aslında o gune
dek bilmediği vahsi duyguların gelistiğini dehsetle goruyordu. Tam o sıralarda
Tenardiye'lerden yeni bir mektup aldı, borclarının biriktiğini tam yuz frank istediklerini
bildirdiler aksi halde Kozet'i sokağa atacaklardı. Fantin dehsete dustu:
— Yuz frank aman yarabbim, bunu nasıl bulurum.
Gunde bu kadar para getirecek bir meslek var mı?
Birden kafasında bir simsek caktı. Esasen o kadar cok seyini yitirmisti ki daha fazla neden
cekinecekti... Sokak kadını olmaya karar verdi. Evet vucudunu satacaktı.
III
Fantin'in bu acıklı hikayesi kendisine esir satın alan Sosyetenin sonu gelmeyen oykusudur.
Kimden kurtarılıyordu bu esir? Aclıktan, sefaletten mi? Belki, bir lokma ekmeğe sayılan bir
ruh.
Bu kadar dert goren Fantin, eski kisiliğinden cok sey yitirmisti. Camura bulandıktan sonra
mermer kesildi. Ona dokunan usurdu. O her seye boyun eğmis, tum acıları cekmis her
seyinden vazgecmisti. Cok ağlamıstı, artık goz yaslan da kurumustu. Hicbir seyden
urkmuyordu, dunya uzerine yıkılsa kendisine vız gelirdi. Yitirecek neyi kalmıstı ki? Neden
korkacaktı? Istırap ucurumunun ta dibine kadar inmemis miydi? Yine de bicare kadın
cilesinin sona erdiğini sanmakla aklanıyordu, hayır henuz eziyet ve sıkıntıları bitmemisti.
Her kasabada her kentte yan gelip keyfine bakan ailesinin geliriyle yasayan mirasyediler
bulunur, Montroy sur Mer'de de, boyle zuppelere cok rastlanırdı.
Karlı bir gunde, yine boyle kendisini beğenmis bir kentsoylu, altın saplı bastonunu
sallayarak, kentin en son moda gazinosunun onunde duruyordu.
Bu arada, sırtında balo elbisesi, saclarında cicekler, kaldırımlarda bir asağı bir yukarı gezinen
bir zavallı kadın, her onunden gectiğinde adam ona cirkin cirkin takılıyordu. Kendini
beğenmis sisko mirasyedi, ona soz atmakla espri yaptığını sanıyordu. Kadına soyle
sesleniyordu:
— Hey! Ne kadar cirkinsin, disin tırnağın dokulmus, yıkıl karsımdan...
Bu cici beyimizin adı Mosyo Bamatabuva idi. Oysa bir hayalet gibi kederli ve suslu kadın da,
bizim Fantin'den bir baskası değildi. Bos gezenin bos kalfası, kadının bu ilgisizliğine
dayanamazdı, birden kaldırımdan bir avuc kar alarak, bunu kadının cıplak ensesinden asağı
soktu. Kaldırım gulu, acı bir feryat kopardı ve disi bir kaplan gibi, adamın uzerine atılarak,
onun yuzunu tırmaladı. Bu arada sık beyimizin sapkası yere dusmustu, kadın onu bir guzel
ciğnedi.
Dissiz ağzını acarak en kotu ve en kaba kufurleri de sıralamaktan geri kalmadı.
Bu gurultuyu duyan subaylar gazinodan cıktılar, kalabalık kadınla adamı cevirdi. Kimi
alkıslıyor, kimisi de guluyordu. Kadınla, adam birbirlerine girmis kedi kopek gibi
boğusuyorlardı. Kadın yumruk ve tekme atıyordu durmadan. Sacları kesik, dissiz kadın
ofkesinden daha da cirkin olmustu. Hatta korkunc denecek kadar iğrencti.
Birden kalabalıktan birisi, uzun boylu bir adam ayrıldı, kadının camurlu saten elbisesinin
yakasından yakaladı ve muthis bir sesle ona:
— Pesimden gel, dedi.
Kadın basını kaldırdı, birden ofkeli sesi boğazında duğumlendi. Gozleri bulanmıs, yuzu
sapsarı kesilmisti, dehsetten titriyordu. Javer'i tanımıstı.
Sık mirasyedimiz, bu fırsattan yararlanarak oradan uzaklastı. Javer, seyircileri eliyle
uzaklastırdı ve pesinden sefil kadını surukleyerek, kosar adımlarla, karakola doğru ilerledi.
Fantin bir robot gibi polis sefinin pesinden yuruyordu. Seyirciler bu goruntuden cok
keyiflenmis kotu sakalar yaparak onları uğurladılar.
Komiserlik, alcak tavanlı los bir odaydı. Javer, kadınla birlikte iceri girdi. Fantin girer girmez,
urkmus bir kopek gibi bir koseye sindi.
Nobetci cavus, bir mum getirdi, Javer masa basına gecti bir-seyler yazmaya koyuldu. Đsini
bitirdiğinde imzasını attı, kağıdı katladı ve cavusa uzattı:
— Haydi yanına uc adam al ve kızı cezaevine gotur. Daha sonra Fantin'e donerek:
— Altı ay yatacaksınız, dedi.
Mutsuz kadın urperdi, dehsete dusmus gibi haykırdı:
— Ne? Altı ay mı? Altı ay hapis mi yatacağım? Altı ay, gunde yedi metelikle ben ne yaparım?
Ya kızım, ne olacak? Kozet, zavallı Kozet'im. Fakat Tenardiye'lere daha yuz frank borcum
var, bunu biliyor muydunuz Mufettis Bey?
Adamın camurlu cizmeleriyle kirlenmis tasların uzerinde suruklenerek Javer'in dizlerine
sarıldı:
— Mosyo Javer, diye yalvardı, iyi kalpli Mosyo Javer, ne olur beni bağıslayın.
Size yemin ederim ki, pek de haksız sayılmam. Siz gorseniz bana acırdınız. Hicbir sey
yapmadığım halde, su kentsoylu gelip sırtıma bir avuc kar attı. Oysa ben onu hic tanımazdım
bile. Ona bir kotuluk yapmamıstım ki, neden boyle saldırdı? Birden kendimi kaybettim.
Aslında ben biraz hastayım beyim, hem de durmadan beni kızdırıyordu, bana disin yok,
cirkinsin diyordu.
Evet disim olmadığını ben de biliyordum, ona cevap bile vermiyordum, eğlenmek isteyen
zengin bir bey diyordum kendi kendime, tam o anda birden ta icimi urperten su karları
sırtıma attı. Mosyo Javer; iyi kalpli efendim, seyirciler arasında yalan soylemediğimi gorenler
oldu. Belki kızmakta, hata ettim. Belki beyin sapkasını ciğnemekle yanlıs yaptım o buz gibi
sey omuzlarımdan asağı inince, birden kendime hakim olamadım. Ne olur efendiciğim, o beyi
bulup kendisinden ozur dileyeceğim, belki o da beni bağıslar. Cezaevinde, gunde ancak yedi
metelik kazanıldığını bilir misiniz? Oysa benim yuz frank biriktirmem gerekiyor, aksi halde
yavrumu sokağa atacaklar. Oh ya Rabbim, cocuğum yollara dusecek, ben ne yaparım? Onu
alamam ki. Yaptığım is, oylesine kotu ki o Kozet'ciğim, o benim kucuk meleğim. Size
soyluyorum, onu barındıran anlayıssız koyluler, acıma nedir bilmezler. Yalnızca para isterler,
para, para. Beni tutuklamayın, cocuğum sokağa atılacak bize acıyın Mosyo Javer.
Aslında ben kotu kadın değilim ac gozluluk ve sehvet yuzunden dusmedim bu yola. Sefalet,
beni bu cukura surukledi. Đspirto iciyorsam, yine de sefaletten hic değilse, kısa bir sure icin
kendimi unutamıyorum. Daha mutlu olduğum gunlerde, dolaplarıma baksanız duzenli bir
kadın olduğumu gorurdunuz. Camasırlarım dizi dizi idi, bana acıyın Mosyo Javer.
Đki buklum olmus hıckırıklarla ağlıyor, bir yandan da yalvarıyordu. Cıplak ellerini burkuyor,
kesik kesik ici paralanır gibi oksuruyordu. Buyuk acılar, en sefilleri bile değistiren ilahi bir
nura benzer. O anda Fantin, guzel bile olmustu. Arada bir duruyor ve polisin ceketinin
eteklerini opuyordu. Tastan bir kalbi yumusatabilirdi fakat Javer yumusamadı.
Bu kaldırım kızı, bir kentsoyluya hakaret etmisti, bu onun icin bağıslanmayacak bir suctu.
— Haydi haydi, dedi, sonunda seni cok dinledik. Her seyi soyledin mi? Haydi yuru artık, Ulu
Tanrı bile, seni kurtaramaz.
Đste o zaman Fantin yargının kesin olduğunu anladı, yere yığılarak:
— Bağıslayın diye inledi. Javer sırtını dondu.
Jandarma erleri kadını kollarından yakaladılar.
Birkac dakikadan beri iceri birisi girmisti. Adam kapıya dayanmıs ve bicare Fantin'in acı dolu
sızlanmalarının hepsini dinlemisti.
Kalkmak istemeyen sefil kadını, erler suruklerken, bir adım atarak golgelerden cıkan adam:
— Bir dakika lutfen, dedi.
Javer, basını kaldırdı. M. Madlen'i tanımıstı. Sapkasını cıkartarak onu saygı ile selamladı:
— Affedersiniz Vali bey...
Vali bey sozu Fantin'in uzerinde acayip bir tepki yarattı. Birden hayalet gormus birisi gibi,
kollarını uzattı, kendisini tutan askerleri itti ve olağanustu bir gucle yerinden fırlayarak, yeni
gelene yaklastı:
— Demek Vali sensin ha.
Daha sonra bir kahkaha atarak, onun yuzune tukurdu. M. Madlen yuzunu silerek:
— Mosyo Javer, bu kadını serbest bırakın, dedi.
Javer, cıldıracağını sandı. Bu anda tum hayatında duymadığın en siddetli duyguların
etkisindeydi. Bir sokak kadını bir genelev kızı valinin suratına tukuruyordu, bu oylesine
korkunc bir seydi ki yuz yıl yasasa boyle birsey goremezdi. Bu arada beyninde bir
yakınlasma yaparak bu kadının kim olduğunu ve Vali'nin kim olabileceğini dusununce bu
saldırıyı normal gorur gibi oldu. Fakat Vali'nin yuzunu silerek: "Bu kadını serbest bırakın,"
demesi onu busbutun sasırttı. Artık sasacak sey kalmamıstı. Bir an dilsiz gibi durdu.
Bu sozler Fantin'yi de cok sasırtmıstı, birden cıplak kolunu kaldırarak dusmemek icin sobanın
anahtarına tutundu. Cevresine bakınarak, kendi kendine konustu:
— Serbestim ha? Demek beni bıraktınız? Bunu kim soyledi? Hayır, o soyleyemez yanlıs
duymus olacağım. Bu canavar Vali demedi, değil mi? Evet siz soylediniz. Beni serbest
bıraktıran sizsiniz, Mosyo Javer, iyi efendim benim. Evet sizin bana acıyacağını biliyordum.
Her seyi soyleyeceğim ve benim gitmeme ses etmeyeceksiniz, değil mi? Bu canavar Vali, bu
kart hergele, beni isimden attırdı. Evet, her seye o sebep oldu. Evet Mosyo Javer, ben
fabrikada calısıyor pekala hayatımı kazanıyordum, gunun birinde bu tas kalpli herif beni isten
kovdurdu. Olur sey mi namuslu namuslu ekmeğini kazanan bir kadını isinden cıkarmak?
Ondan sonra, is bulamadım, para tukendi ve felaketler birbirini kovaladı. Aslında siz polis
beyler, su cezaevi muteahhitlerinin zavallı dikiscilere zarar vermesini onlemelisiniz.
Gundeliklerimiz on iki metelikten dokuz meteliğe Đndi.
Bakın size bunu anlatayım: Gomlek dikerek gunde on iki metelik kazanırken, iyi kotu
yasabiliyordum. Fakat gundelik dokuz meteliğe inince, ne yapabilirdim. Kozet icin para
gondermek gerekiyordu. Saclarımı sattım, dislerimi sattım, bundan boyle tek satacak
vucudum kalmıstı.
Đste bu yuzden kaldırımlara dustum, kucuk Kozet'imi beslemek icin... Đste anladınız mı,
butun felaketime su hain valinin sebep olduğunu. Evet belki o beyin sapkasını ciğneyerek
ezdim, fakat o da karla ıslatarak elbisemi mahvetmisti. Biz zavallı kadınlar geceleri icin bir
tek ipekli elbisemiz var. Bakın Mosyo Javer, ben kimseye bir kotuluk yapmadım, benden cok
daha hain kadınlar, cok daha mutlu. Oh Mosyo Javer beni serbest bıraktığınızı siz soylediniz
değil mi? Hakkımda bir arastırma yapın ev sahibim kiramı duzenli odediğimi size soyleyecek.
Of Tanrım, ozur dilerim istemeyerek sobanın anahtarını oynattım oda dumana boğuldu.
M. Madlen, onu dikkatle dinliyordu. O konusurken yeleğinin cebinden kesesini cıkartmıs ve
acmıstı, Fantin'e sordu:
— Borcunuz ne kadardı?
Javer'den baskasına bakmayan Fantin, ona dondu.
— Sana ne, dedi. Ben seninle konusmuyorum.
Daha sonra askerlere dondu:
— Siz de gordunuz ya aslanlarım, nasıl tukurduğumu o pisin suratına. Ha ihtiyar vali, buraya
beni korkutmaya geldin ama hic tasalanma seni kim takar? Ben sadece Mosyo Javer'den
korkarım. Đyi kalpli Mosyo Javer'den korkuyorum.
Boyle konusarak yeniden polis memuruna dondu:
— Aslında siz haklıydınız Mosyo Javer. Ben kabahatliyim sırtıma azıcık kar attıysa kıyamet
kopmazdı ya! O bey bunu gulmek icin yapmıstı. Subayları guldurmek istemisti. Bizim
isimizde bu değil mi, erkekleri eğlendirmek? Elbette siz gorevinizi yaptınız, suclu olduğum
icin beni tutukladınız. Fakat iyi kalpli olduğunuzdan, size anlattıklarımdan sonra bana acıdınız
ve beni bağıslamaya karar verdiniz. Bir daha yapmam efendim, fakat bu kar sırtımı dondurmustu,
hastayım geceleri cok oksuruyorum midemde beni yakan bir atesten top var
sanki. Doktor bana, kendine iyi bak demisti. Bakın ellerim nasıl ates gibi.
Artık ağlamıyordu, oksayıcı cilveli bir sesle konusuyordu. Beyaz billur gibi gerdanına Javer'in
kıllı elini dayadı.
Birden silkinerek, eliyle eteklerini duzeltti ve kapıdaki askerleri basıyla selamlayarak:
— Haydi civanlarım, dedi. Mufettis bey, beni serbest bıraktı. Elini tokmağa koydu, bir
dakika sonra, sokağa cıkıyordu.
O ana kadar tas kesilmis gibi olduğu yerde kalan Javer, bir canlandı.
— Cavus, diye haykırdı. Ne yapıyorsunuz? Uykuda mısınız, baksanıza kahpe gidiyor. Onu
kim serbest bıraktı?
— Ben, dedi Madlen.
Javer'in haykırısında titreyerek olduğu yerde kalan Fantin, birden gozlerini Valiye dikti. Tek
kelime soylemeden tek bir jest yapmadan, bakıslarını Javer'den Valiye, Validen Javer'e
gezdirdi.
Javer, kısık bir sesle:
— Fakat bu imkansız Vali Bey, dedi.
— Neden?
— Cunku bu sefil kadın, bir kentsoyluya hakaret etti. Vali M. Madlen, sakin bir sesle:
— Mosyo Javer, dedi. Sizin gorevine sadık, durust bir memur olduğunuzu bilirim. Bakın size
isin aslını anlatayım.
Siz kadınla buraya gelirken ben de meydandan geciyordum, kalabalıktan olayi sorup
oğrendim. Aslında suclu olan bu zavallı değil, tutuklamak isterseniz, o kentsoyluyu yakalatın.
Javer atıldı:
— Fakat bu kahpe az once size hakaret etti.
— Bu bana ait bir sorun. Hakaret beni ilgilendirir.
— Hayır Vali bey, bu hakaret sizin sahsınızda Hukumet otoritesini ilgilendirir.
M. Madlen:
— Bana bakın Javer, dedi. Đlk adalet vicdandır. Kadının anlattıklarını duydum. Ben ne
yaptığımı biliyorum.
— Gorevim bana bu kadının altı ay yatmasını emreder. M. Madlen, tatlı bir sesle:
— Beni dinleyin dostum, dedi. Kadın bir gun bile yatmayacak. Size kanunen seksen birinci
maddesini hatırlatırım. 1799 yılının 13 Aralık ayında cıkartılan bu kanunda...
— Vali bey izin verin.
— Tek soz yok.
— Oysa.
— Cıkın dısarı.
Javer, kursun yemis bir asker gibi dimdik bu darbeyi karsıladı. Valiyi yere kadar eğilerek
selamladı ve kapıdan cıktı.
Fantin, kapıya yaslanmıs, dehset dolu gozlerle bu sahneyi izlemisti.
Genc kadının ruhunda korkunc bir kasırga kopuyordu. Đki zıt kudretin kendisi icin
carpısmasına sahit olmustu. Adamların ikisinin de ellerinde hayatı, ruhu ve cocuğu vardı.
Bunlardan biri, onun karanlıklardan kurtarmak istiyor, diğeri ucurumlara fırlatıyordu.
Heyecanı arasında, genc kadına bu adamlar dev gibi gorunmustu. Bunlardan birisi ifrit, diğeri
koruyucu meleği gibi konusuyordu. Oysa kendisine el uzatan kurtarıcı, kendisini hayata aydınlığa
cıkartmak isteyen adam, o gune dek, nefret ettiği ve az once suratına tukurduğu Vali
idi. Hakaret goren adam onu kurtarıyordu. Yoksa Fantin, aldanmıs mıydı? Yoksa butun
inanclarını değistirmesi mi, gerekiyordu. Artık hicbir sey bilemiyordu.
Tir tir titriyordu. Saskın saskın dinledi. M. Madlen'in sozlerini kalbini saran kin cemberinin
eridiğini hissetti. Birden kalbine bir aydınlık doldu. Sevinc, guven ve sevgiyi yeniden
tadacağına inandı.
Javer dısarı cıkınca, M. Madlen ona dondu ve goz yaslarını tutmak isteyen birisinin
ciddiyetiyle, onunla soyle konustu:
— Soylediklerinizi duydum, anlattıklarınız hususunda hicbir sey bilmiyordum. Hata benim
atolyemde calıstığınızı ve isinize son verildiğini bile duymamıstım. Neden sanki, bana
basvurmadınız? Fakat artık uzulmeyin, bundan boyle kendinizi bana bırakın. Borclarınızı
oderim, cocuğunuzu buraya getirtirim ya da isterseniz siz onun yanına gidersiniz. Đster
Paris'te yasarsınız ister burada. Bundan boyle sizin ve cocuğunuzun bakımı bana ait. Size
gereken, butun parayı veririm. Mutlu olunca yine namuslu olursunuz. Hem de bakın, daha
simdiden size soylerim ki, esasen sozlerinizden hic suphe etmemistim, siz belki dustunuz.
Fakat hicbir zaman gunah islemediniz. Vah, zavallı kadın.
Artık bu kadarı zavallı Fantin'in bile dayanacağından fazlaydı... Kozet'e kavusabilmek, bu
korkunc hayattan kurtulmak paralı mutlu yasamak ve kızıyla birlikte yasamak... Sefaletin
icinde cennetin gerceklerini gorebilmek. Birden sersem sersem kendisine bunları soyleyen
adama baktı, yalnızca; "oh, oh," diye bir iki kez hıckırdı.
Daha sonra, bacakları bukuldu ve M. Madlen'in onunde dize geldi. Adamın kendisine engel
olmak istediğini anladı, bu arada onun elini yakalayarak dudaklarını yapıstırdı.
Daha sonra bayıldı.
Javer
M. Madlen, Fantin'i evindeki revire tasıttı. Onu rahibelere teslim ederek, temiz bir yatağa
yatırttı. Kadın siddetli bir usutme sonucu ateslenmisti, butun geceyi sayıklayarak gecirdi.
Nihayet sabaha karsı uyuyakaldı.
Fantin ertesi gunu oğleye doğru uyandı. Yanında birinin nefes aldığını duyunca yatağının
perdesini itti, bas ucunda M. Madlen'i gordu. Adam uzgun gozlerle yatağın bas tarafındaki
asılı bir puta bakıyordu.
Artık Fantin, M. Madlen'i bambaska gozlerle goruyordu. O, sanki nura boyanmıstı. Adam, bir
duaya dalmıstı. Genc kadın bir sure onu rahatsız etmemek icin nefes almaktan bile cekindi,
daha sonra sordu:
— Orada ne yapıyorsunuz?
M. Madlen, bir saatten beri onun uyanmasını bekliyordu, nihayet Fantin'in nabzını yokladı,
dinledikten sonra ona sordu:
— Bugun nasılsınız? Genc kadın:
— Galiba iyiyim, dedi. Uyudum herhalde iyilesirim.
M. Madlen butun gun ve geceyi Fantin hakkında bir arastırma yapmakla gecirmisti. Artık
onun hakkında her seyi biliyordu ve soyle konustu:
— Zavallı ana! Cok acı cektiniz, yok hayır sızlanmayın, Tanrı sevdiklerini sınavdan gecirir.
Boylelikle insanlar meleklerin katına ulasır. Bak yavrum, senin cıktığın bu cehennem,
cennetin esiğidir, buradan gecmen gerekliydi.
Adam derin derin icini cekti, oysa Fantin, ona gulumsuyordu. Dissiz ağzıyla acıklı bir gulustu
bu.
O aksam, Javer yazmıs olduğu bir mektubu Paris'e postala-mıstı. Mektup su adresi
tasıyordu:
"Polis Muduru Mosyo Sabuye."
O aksamki olay bir hayli gurultu yapmıstı, postanede calısan kadın ve birkac kisi adresi
gorunce, Javer'in yazısını tanıdılar. Onuri istifa etrmek istediğini sandılar.
M. Madlen, derhal Tenardiye'lere bir mektup yolladı. Fantin'in onlara yuz yirmi frank borcu
birikmisti, Vali onlara uc yuz frank gondererek, cocuğu derhal Montrey sur Mer kasabasına
getirmelerini tembih etti. Hasta anası kızını istiyordu.
Bu havadan gelen para Tenardiye'nin gozunu kamastırmıstı. Bu iste buyuk kar olacağını
sezmisti. Karısına:
— Bana bak kasık dusmanı, dedi. Kızı yollamayacağım, dur bakalım su sıska serce, altın
yumurtlayan bir tavuk olmak uzere. Bana kalırsa budalanın biri, anasına abayı yakmıs
olacak.
Derhal bir mektup yazarak bes yuz franklık bir hesap pusulasını da ekledi.
Bu pusulada uc yuz franklık ilac, iki yuz franklık da hekim masrafları yazılmıstı. Aslında,
bunlar kendi kızlarının hastalığında ettikleri masraflardı, cunku Kozet hasta olmamıstı. Buna
hile denmezdi, yalnızca bir ad değisimi. Tenardiye bu pusulanın altına yalnızca uc yuz frankı
odendi diye karaladı.
M. Madlern derhal uc yuz frank daha gonderdi ve hemen Kozet'in yollanmasını istediğini de
bildirdi.
Oysa Tenardiye bir turlu cocuğu yollamak niyetinde değildi.
Rahibeler, once Valinin getirdiği bu kaldırım kadınını, hor gormusler sırf sevap islemek icin
ona bakmıslardı. Fakat kısa bir zaman sonra, Fantin onları yumusatmıstı. Oylesine yumusak
ve tatlı konusuyordu ki hele kızından soz ederken en tas yureklileri bile merhamete getirirdi.
Bir gun yine rahibeler onun soyle sayıkladığını duydular:
— Evet ben gunah isledim kotu kadın oldum, lakin cocuğuma kavustuğumda Tanrı'nın beni
bağısladığına inanacağım. Kotuluk ettiğim gunlerde, Kozet'imi yanıma alamazdım. Onun
hayret dolu ve uzgun bakıslarını nasıl karsılardım. Oysa onu beslemek icin dusmustum,
bundan boyle Tanrı beni bağısladı ya... Kozet geldiğinde kendimi Cennette sanacağım. Onu
gormek bile bana iyi gelir. O hicbir sey bilmiyor. O bir melek, kardeslerim.
Bu yasta henuz meleklerimizin kanatları dusmemistir.
M. Madlen, onu gunde iki kez yoklar ve her seferinde Fantin sorardı:
— Kozet'imi ne zaman goreceğim?
— Cok yakında, belki yarın ya da obur gun gelir. Ben de bekliyorum.
Ananın solgun yuzu aydınlanırdı:
— Oh, ne kadar mutlu olacağım.
Oysa zavallı Fantin iyiye doğru gitmiyordu. Tam tersine omuzlarının arasına atılan kar kadını
usutmus ve yıllardan beri kuluckalanan hastalığını birden azdırıvermisti. Yine bir sabah
Fantin'in goğsunu dinleyen doktor, uzgun uzgun basını salladı. M. Madlen, hekime sordu:
— Nesi var?
— Duyduğuma gore, onun gormek istediği bir cocuğu varmıs.
— Evet.
— Oyleyse cocuğu acele getirtin. Kadının omru kısa. M. Madlen birden urperdi.
Fantin ona soruyordu:
— Doktor beni nasıl buldu? Ne dedi? Vali gulumsemeye calısarak:
— Kızınızı acele getirmemi soyledi, onun yanında daha cabuk iyileseceğinizi soyledi.
— Ya, oh ne kadar da haklı. Fakat neden sanki Tenardiye'ler kızımı yollamazlar. Oh o
gelecek, mutluluğa kavusacağım desenize...
Tenardiye'ye gelince, bir turlu kızı bırakmıyor ve bunun icin de bin bir dereden su
getiriyordu, yok yollar bozuktu, yok kız henuz tamamıyla iyilesmemisti. Aslında su Tenardiye
cok alcak ve namussuz bir adamdı. Bir zamanlar yıllar once Vaterlo savas alanında, bir
generalin hayatını kurtardığını anlatarak ovunur dururdu. Hatta bunun icin acemice yaptığı
resmi kapısına bile asmıstı. Oysa isin aslı baskaydı. Savas aksamı Fransızlar yenilgiye
uğradıktan sonra olulerin uzerlerini soyan cavus Tenardiye, yine bir cesetten altın kostek ve
saati cebine indirirken adamın kıpırdandığını gorerek, onu sırtına almıs ve birkac adım ileride
bir su kenarına goturerek, alnını ve yuzunu ıslatmıstı. Gozlerini acan yaralı, ona:
— Tanrı senden razı olsun hayatımı kurtardın demis, sonra sormustu.
— Savası kim kazandı?
— Đngilizler.
— Eyvah kaybettik. Senin adın ve rutben ne, aslanım?
— Cavus Tenardiye.
— Yasamamı sana borcluyum bunu asla unutmayacağım benim adım da Pontmercy, sen de
unutma. Adamın nefes gibi bir sesle mırıldandığı adı duymamıstı Tenardiye. Hırsız yalnızca
cıkarını dusunen bir soysuzdu.
Bu arada Fantin bir turlu iyilesmiyordu. Nihayet Madlen Baba, kararını verdi:
— Kozet'i gidip, ben getireceğim, dedi.
Fantin'in yazdırdığı su satırları, hasta kadına imzalattı: "Mosyo Tenardiye. Kozet'i bu pusulayı
getiren beye teslim edin. Borclarınız odenecektir, sizi saygıyla selamlarım.
Fantin."
Ne yazık ki tam bu arada bir aksilik cıkacaktı. Ne yaparsak yapalım kaderimizi asla
değistiremiyoruz, talihimizin kara damarı, yine bir yerden karsımıza cıkıyor.
M. Madlen bir sabah calısma odasındayken kendisine Javer'in geldiğini bildirdiler. Bu adı
duyan M. Madlen acayip bir hissin etkisine kapıldı. Olay gecesinden bu yana ikisi de
karsılasmamıslardı.
— Đceri alın, dedi.
M. Madlen, somine yanında masa basında oturuyordu, elinde kalemi, onundeki dosyayı
inceliyordu. Javer icin, yerinden kıpırdamadı.
Javer odanın ortasına kadar ilerledi. Javer ruhi bir sarsıntı gecirdiği yuzunden okunuyordu.
Alında durust, vicdanlı ve vazifesine bağlı bu adamın buyuk bir heyecana kapıldığını anlamak
isten bile değildi. Đceri girince Vali Madlen'in onunde, derin bir saygı ile eğildi. Su anda
disiplinli bir askerin sabırlı tutumuyla bekliyordu. Uzgun yuzunden, hicbir ifade okunamazdı.
Nihayet Vali kalemini hokkaya koyarak sordu:
— Hos geldiniz Javer, ne var?
Javer bir sure dusunur gibi bekledi, sonra kederli sesini yukseltti:
— Onarımı imkansız bir hata yapıldı, Vali Bey.
— Nasıl bir hata?
— Otoritenin alcak kademesindeki bir memur, amirine karsı buyuk bir saygısızlıkta bulundu.
Gorevim olduğundan, bunu size bildirmeye geldim.
M. Madlen sordu?
— Kim bu adam?
— Ben.
— Siz mi?
— Evet ben.
— Sizden sikayet edebilecek, amir kim?
— Siz. Vali Bey.
Vali koltuğundan fırladı, Javer onune bakarak, aynı renksiz sesle:
— Vali bey beni bundan boyle isten atmanız icin sizden ricaya geldim.
Vali sasırmıstı, tam konusacağı anda, Javer ona fırsat vermedi:
— Evet belki istifamı verebilirdim, fakat bunu yeterli bulmuyorum. Đstifa etmek serefli bir
davranıs, oysa ben sucluyum cezalanmalıyım, beni koymalısınız.
Bir bekleyisten sonra, ekledi:
— Vali bey, gecen aksam haksız yere benimle sert konustunuz, oysa bugun bana hasin
davranmalısınız.
— Bu da nesi? diye haykırdı M. Madlen. Bu ne karısık is, bana karsı nasıl bir hakarette
bulunabilirsiniz? Butun bunlardan, bir sey anlamadım. Yerinize bir baskasının gecmesini mi
istersiniz?
— Hayır, kovulmak isterim.
— Kovulmak mı, fakat neden?
— Anlayacaksınız Vali Bey. Javer, derin derin icini cekti:
— Vali Bey, bundan birkac hafta once, su sokak kadını olayından sonra size cok kızmıstım,
sizi ihbar ettim.
— Đhbar mı ettiniz?
— Evet Paris Polis Mudurluğune...
Javer, gibi fazla gulmesini sevmeyen M. Madlen, birden guldu:
— Yani polisin gorevlerine el koyan Vali olarak mı benden sikayet ettiniz?
— Hayır eski bir kurek mahkumu olarak, sizi ele verdim. Vali, sapsarı kesilmisti.
Gozlerini onunden kaldırmayan Javer, anlatmasına devam etti:
— Bundan hemen hemen emindim, coktan beri supheleniyordum. Yuzunuzun benzeyisi
yuruyusunuz, hele su Foslovan kazasında gosterdiğiniz cesaret ve ustun gucunuz. Bir de
isabetli nisancılığınız ve yururken su sol bacağınızı biraz suruklemeniz vardı ki, bunu onda
gormustum. Her neyse, sizin Jan Valjan olduğunuzdan emindim.
— Ne dediniz? Nasıl bir ad soylediniz?
— Jan Valjan. Yirmi yıl once Tulon'da gardiyan muavini olduğumda tanımıstım onu.
Duyduğuma gore hapisten cıkınca su Jan Valjan bir piskoposun evini soymus, fakat din
adamı, bunu ortbas etmis. Daha sonra onun yol eskiyalığı yaptığını, bir ocak temizleyicisinin
iki frangını caldığını duydum. Sekiz yıldan beri, izini kaybetmistim, kim bilir, nerelerde
gizleniyordu. Oysa ben her neyse ofkeme hakim olamayarak sizi ihbar ettim.
Vali birkac dakikadan beri, onundeki dosyayla oynuyordu, sakin bir sesle sordu:
— Nasıl bir cevap aldınız?
— Bana deli olduğumu soylediler.
Ya?
— Evet haklıydılar.
— Bunu akıl etmenize sevindim.
— Elbette, cunku gercek Jan Valjan yakalandı.
M. Madlen'in elindeki kağıt yere dustu Javer'i derin bir bakısla suzdu sonra birden icini cekti:
— Ya! Javer anlattı:
— Bakın Vali Bey olay soyle oldu: "Kasabamıza yakın koylerin birinde cok sefil bir adam var,
ona Sampamatyo Baba derler. Kimsenin aldırmadığı zavallı bir sefil. Boylelerinin neyle
yasadıkları bile bilinmez. Birkac zaman once guz aylarında Sampamatyo Baba tutuklanmıstı,
galiba komsu ciftliklerin birine elma ya da sıra calmak icin girerken onu duvarda
yakalamıslar. Bunun icin de kodese tıkmıslar, bu kadan bir sey değil, birkac hafta ceza ile
kurtulabilirdi. Fakat Tanrı'nın isine bakın Vali Bey, cezaevinde onarım yaptırmak
gerektiğinden, uygun buldu. Oysa, orada bir eski pranga mahkumu varmıs. Herif uslu
durduğundan, onu gardiyanlık gorevine yukseltmisler. Sampamatyo'yu gorunce, Breve
haykırmaya baslamıs:
— Hey ben bu herifi tanıdım sen Jan Valjan değil misin? Oysa Sampamatyo bir sey anlamaz
pozunda:
— O da nesi? Ben Jan Valjan adında birini tanımam, diye direne dursun, durum aydınlanmıs.
Soyle bir otuz yıl kadar once, bu Sampamatyo'nun Faverol kazasında ciftcilik yaptığı
meydana cıkmıs, sonradan izini kaybetmisler."
Oysa Jan Valjan zindana girmeden once ne is yapardı? Toprakta calısan bir ciftci değil miydi?
Hem de Faverol koyundendi. Bir husus daha var: Onun adı Jan, anasının soyadı ise Matiyo
idi. Bu adam baska kasabaya gidince sive farkı olduğundan, Jan, Sam olur. Beni
anlayabildiniz mi Vali Bey?
Faverol'da yapılan arastırmadan Jan Valjan ailesinden kimseye rastlanmadı. Belki bilirsiniz,
bu sefil ailelerde, arada bir yok olma gorunur.
Aslında boyle adamlar camurdan tozdan farklı değillerdir ki, bugun var yarın yok. Hem de
hikaye asağı yukarı otuz yıllık. Faverol'da Jan Valjan'ı tanıyan kimse olmayanıca, Tulon'da
arastırma yapılır. Orada Jan Valjan'la birlikte yatmıs iki pranga mahkumu daha varmıs.
Kospay ve Senildiyo, onlar da buraya getirtildi. Hep birden herifin Jan Valjan'ın ta kendisi
olduğuna yemin ettiler. Esasen her sey uyuyor, aynı yas, elli dort yası, aynı boy, aynı adam.
Paris'e ihbarımı yolladıktan az sonra, bu haberi aldım. Bana delirdiğimi, Jan Valjan'ın Aras'da
cezaevinde yargılanmayı beklediğini soylediler. Daha var, kendim Aras'a gittim herifi gordum
ve tanıdım evet o Jan Valjan.
M. Madlen cok kısık bir sesle sordu:
— Bundan emin misiniz Javer? Polis sefi, acı bir gulusle cevap verdi:
— Elbette Vali Bey. Hatta gercek Jan Valjan'ı tanıdıktan sonra, sizi onunla karıstırmıs
olabileceğimi dusunerek, ben bile buna sasıyorum. Beni bağıslayın Vali Bey.
Birkac zaman once kendisini jandarma erlerinin onunde, kucuk dusuren bir adamdan af
dileyen Javer, su anda mahcup ve aynı zamanda nazik bir sesle konusmustu. Madlen, onun
bu ricasına, bir soru ile cevap verdi:
— Peki, adam ne diyor?
— Vali Bey, herifin isi tamam. Komsunun duvarını asıp elma calmaktan suclanmak baska
eski bir pranga mahkumu olan Jan Valjan olduğunu oğrenmek baska. Herif tilkinin biri, sanki
sasmıs rolu oynuyor boyle birisini tanımadığını, kendi adının asla Jan Valjan olmadığını,
neden kendisini bir baskasına benzettiklerini soyleyip duruyor. Ne var ki, hapı yuttu, Jan
Valjan olduğuna gore, yeniden prangaya mahkum edilecek demektir.
Herif cezaevinden cıktıktan bu yana, rahat durmamıs, bir piskoposun evini soyduğu gibi,
kucuk bir oğlan cocuğunu, bir Savuyalı ocak temizleyicisinin parasını almıs. Bu da eskiyalık
sucu olarak yargılanacak. Yarın Aras'da herif yargılanıyor, ben de bu aksamki posta
arabasıyla durusmada bulunmak icin gidiyorum. Jan Valjan'i tanıdığım icin benim de tanıklık
etmemi istediler.M. Madlen urpererek sordu:
— Bu is ne kadar surer?
— Bir gunu asmaz, herhalde yarın aksama doğru karar alınır. Ancak ben kararı bekleyecek
değilim, herife tanıklık eder etmez donerim.
— Oldu, dedi M. Madlen ve bir el isaretiyle Javer'e izin verdi. Fakat adam, yerinden
kıpırdamadı.
— Affedersiniz Vali Bey, size birsey hatırlatmak isterim. Beni isimden atacaktınız, unuttunuz
mu?
M. Madlen, yerinden ağır ağır kalktı:
— Hayır Javer, siz serefli bir erkeksiniz. Siz alcalmaya değil, yukselmeye layıksınız, gorevinizi
yapmak istediniz, yerinizde kalmanızda ozellikle ısrar edeceğim.
Javer soğuk, fakat durust gozlerini Vali'ye dikti, kısık bir sesle anlatmaya basladı:
— Hayır Vali Bey ben bunu kabul edemem. Gerci haksız yere sizden suphelendim, fakat bu
bir suc sayılmazdı. Nihayet insan aldanır, ama elimde hicbir delil olmadan, sırf ofkemi
yenemeyerek, sizi itham ettim, buna hic de hakkım yoktu. Sizin gibi saygı değer bir
memuru, devletin en yuksek kademeli memurlarından birini bir pranga mahkumu ile
karıstırdım.
Sizin kimliğinizde, otoriteye hakaret etmis oluyorum. Eğer benim emrimde calısanların biri,
boyle davransaydı, onu derhal isinden attırırdım. Bakın Vali Bey gorevim sırasında, coğu
zaman sert olduğum soylenir, fakat asla haksızlık etmedim bir baskasına uyguladığımı
kendime de uygulamazsam, doğruluğum nerede kalır? O zaman ben yalnızca baskalarını
cezalandırmıs, kendisini bağıslamıs bir sefil olurum. O zaman diğerleri benim icin sahtekar
Javer, diyebilirler ve buna hak da kazanırlar. Hayır Vali Bey, ben iyilik istemem, sizin asırı
iyiliğinizin zararlarını ben idrak ediyorum. Bir kentsoyluyu tahkir eden bir sokak kadınını
bağıslamak, sosyetenin yıkılması icin cıkartılan birinci tas sayılır. Đste boyle tutumlarla,
otoriteye karsı gelinir. Evet Vali Bey iyi olmak isten bile değil, mesele doğruyu secmekte. Ah
sunu da iyi bilin ki sizin gercekten o pranga mahkumu olduğunuzu bilsem, sizi asla
bağıslamazdım.
Baskalarına gosterdiğim sertliği, kendime gostermek zorundayım, beni anlayın. Kac kez,
canileri cezalandırırken, bir hata islediğimde kendime karsı yumusak davranmayacağımı da
tekrarladım. Đste fırsat geldi, ben de suclu sayılırım, kendimi cezalandıracağım, hepsi bu
kadar. Evet Vali Bey, otoritenin bozulmaması icin ben bir ornek olmalıyım, polis sefi Javer,
gorevinden alınacaktır.
Bu sozleri renksiz, ama aynı zamandı icten bir sesle soyledi. Đnanclarından sasmayan tutucu,
ancak cok durust bir adamdı su Javer.
M. Madlen:
— Bakalım? dedi.
Yerinden kalkarak Javer'e elini uzattı: Javer birkac adım geriledi ve titrek bir sesle:
— Olmaz Vali Bey, dedi. Bir Vali, bir polis bozuntusunun, bir gammazın elini tutamaz. Ben
adi bir casusum.
Sonra dislerinin arasından mırıldandı:
— Evet, gorevimin otoritesini kotuye kullandığıma gore bir ispiyoncudan baska bir sey
değilim.
Sonra amirini saygıyla selamladı ve kapıya ilerledi. Oraya vardığında basını cevirdi ve gozleri
yerde:
— Vali Bey, dedi. Yerime bir baskasını yollayacakları gune dek hizmette devam edeceğim.
Dısarı cıktı. M. Madlen bir sure dalgın dalgın durdu. Ayak sesleri koridorda uzaklastı, etrafı
derin bir sessizlik kaplamıstı.
Rahibe Semplisi- I
Javer'in ziyaretini izleyen gunun aksamı, M. Madlen her zamanki gibi Fantin'i gormeye gitti.
Hastanın yanına girmeden once Rahibe Semplisi'yi cağırttı.
Revirde gorevli hemsirelerin ikisi de, manastırda eğitim gormus rahibelerdi. Bunlardan biri
kaba saba bir koylu kadını olan Hemsire Perpetu diğeri ise sanki nurdan yoğrulmus bir
meleği andıran Rahibe Semplisi idi. Kimse onun yasını kestirmezdi, sanki hic genc olmamıs
ve hicbir zaman ihtiyarlamayacak tiplerdendi.
Sapına ağır gelen bir cicek kadar nazlı idi, insan onun kırılmasından korkardı, aslında tastan
bile dayanıklı idi. Mutsuzlara hastalara narin beyaz parmaklarıyla dokunduğunda onları ferahlatırdı. Sanki sozlerinde bir sessizlik sezilirdi, tam gerektiği kadar konusur, insanın
kulağının pasını acan tatlı sesiyle en teselli verici sozleri soylerdi. Hemsire Semplisi'nin bir
baska ozelliği korkunc denecek derecedeki durustluğu idi. O hayatında asla yalan soylememisti.
Bundan boyle, ruhunun nuru dıs gorunusune bulasmıstı. Gulumseyisi nurlu olduğu
gibi, gozleri de nurlu idi. Bu melek kadının vicdanında en ufak bir lekeye bile rastlanmazdı.
Kardan bile temizdi.
Manastıra girdiğinde Hemsire Semplisi'nin iki onemsiz kusuru vardı ki zamanla bunlardan da
sıyrılmıstı. Sekerli meyvelere olan asırı duskunluğu ve kendisine gelen mektupları tekrar
tekrar okumak. Oysa artık Latince bir dua kitabında baskasını okumazdı. Gerci Latince'yi
anlamıyordu fakat kitabı cok iyi anlardı.
Bu melek kadın, zavallı Fantin'i sevmesini oğrenmisti. Onun ruhunun temizliğini anlamıstı.
Bundan boyle, ona yalnızca Semplisi hemsire bakıyordu.
O aksam, M. Madlen Hemsire Semplisi'yi bir kenara cekerek ona Fantin'i emanet ettiğini
soylemisti. Hemsire, Vali Beyin cok ciddi olduğunu daha sonraları hatırlayacaktı.
M. Madlen, Fantin'in yatağına yaklastı.
Hasta kadın, Valinin ziyaretlerini gunesi bekleyenler gibi sabırsızlıkla beklerdi. Rahibelere
soyle derdi:
— Ben ancak Vali Beyin karsısında yasadığımı duyuyorum.
O gun yine zavallı Fantin'in, atesi yukselmisti, Valiyi gorur gormez sordu:
— Ya Kozet?
Adamcağız gulumseyerek cevap verdi:
— Gelmesi yakın.
M. Madlen, Fantin'le her zamanki gibi gorustu. Ancak genellikle yarım saat onun yanında
kalan adam bu kez tam bir saat kaldı. Fantin de buna cok sevinmisti doğrusu. Vali,
hastasının yanından ayrılırken onun hicbir seyinin ihmal edilmemesi icin tekrar tekrar
uyanlarda bulundu. Bir ara cok uzgun ve dusunceli durduğunu farketmislerdi, fakat doktorun
kendisine hastanın cok ağırlastığını soylemesine verdiler, bunu.
Daha sonra Vali, vilayete dondu. Odasını temizleyen hademe, onun uzun bir sure haritaları
incelediğini hayretle gordu. Bir kağıdın uzerine kursun kalemle birseyler de karalamıstı.
Daha sonra Vali Beyimiz, kentin uzak bir mahallesinde bulunan at ve araba kiraya veren bir
Felemenk tacirin evine uğradı.
Đki tekerlekli bir arabayla, bir at kiraladı ve bunların birkac saat sonra, yani ertesi sabahın
henuz dordunde kapısında bulunmasını soyledikten sonra dısarı cıktı ve birkac dakika gecmis
gecmemisti ki Felemenk ustanın kapısı yeniden calındı. M. Madlen, geri donmustu, kaygısız
bir sesle sordu:
— Mosyo Skofler, bana kiraladığınız at ve arabanın değeri sizce ne kadar eder?
— Yoksa Vali Bey arabayı benden satın almak mı isterler? Sisko Felemenk gulerek,
sormustu bu soruyu.
— Hayır fakat, ne olur ne olmaz, belli değil, size bir garanti vermek isterdim. Sizce iki
tekerlekli bir arabayla, onu cekecek atın fiyatı ne kadar eder?
— Asağı yukarı bes yuz Frank, Mosyo.
— Buyurun.
M. Madlen masa uzerine bir banknot bıraktıktan sonra, dısarı cıktı.
Felemenk buna sasırmıstı, karısını cağırıp, onunla buna bir yorum aradılar.
Kadın:
— Herhalde Valimiz Paris'e gidiyor, dedi.
— Sanmam, cevabını verdi Felemenk.
M. Madlen in somine uzerinde rakamlarla dolu bir kağıt unuttuğunu gorerek, bunu eline aldı,
inceledi:
— Bes, altı, sekiz, bunlar herhalde mola yerleri olmalı, diye mırıldandı.
Birden karısına dondu gozleri ısıldıyordu:
— Buldum Vali Bey Aras'a gidiyor, dedi.
Bu arada M. Madlen evine donmustu. Ne var ki, evine donmek icin kestirme yolu secmemis,
sanki ayakları kendisini zorla surukler gibi, kilisenin onunden gecmis uzun bir sure kapıda
kararsız durmustu. Nihayet girmemeye karar vererek, yattığı odanın bulunduğu binaya
varmıstı. Odasına cıkmıs, kapısını kilitlemisti. Bu da normal sayılırdı cunku kentte herkes Vali
Beyin cok erken yattığını bilirdi. Ancak fabrikanın kapıcısı ve aynı zamanda M. Madlen'in
hizmetcisi olan yaslı kadın, tam o sırada isinden donen kasadara soyle dedi:
— Yoksa Vali Bey, rahatsız mı? Onu pek endiseli gordum. Bu kasadar M. Madlen'in odasının
bir kat altındaki bir odada yatardı.
Gece yarısına doğru uyanan adam, uzerinde birisinin gezindiğini hayretle farketmisti. Sonra
bir dolap acıldı, bir esyanın yeri değistirildi ve tekduze ayak sesleri yeniden duyuldu. Kasadar
yerinden kalktı ve penceresinin onune giderek, karsı duvara yansıyan ısıkları gorunce, bu
gurultunun M. Madlen'in odasından geldiğini anladı. Bu ısık titrek bir ısıktı, galiba Vali Bey
lambasını değil, sominesini yakmıs olacaktı. Adam yeniden uyudu, sabaha karsı uyandığında
uzerindeki odada yeniden gezinildiğini duydu.
Okuyucu herhalde Madlen'in Jan Valjan'in ta kendisi olduğunu anlamakta gecikmemistir.
Bir garip huylu adamın ruhunda kopan fırtınaları biliyoruz bir kez daha onun uzerine
eğileceğiz. Su anda vicdanıyla nasıl mucadele ettiğine tarak olacağız.
Okuyucu Jan Valjan'in basını gelenleri oğrendi. Piskoposun istekleri yerine gelmis Jan Valjan
namuslu bir adam olmustu.
Bir sure ortadan yok olmus, daha sonra piskoposun verdiği gumusleri satarak, bunları
paraya cevirmisti. Mubarek adamdan hatıra olarak yalnızca gumus samdanları saklamıstı.
Kent kent dolastıktan sonra, bir yangın aksamı Montroy sur Mer'e gelmis, yangından
cocukları kurtarmıs ve daha onceden anlattığımız gibi kendi servetini kasabanın refahı icin
harcamıstı. Bundan boyle, sakin ve mutlu bir hayata baslamıstı. Artık onun tek amacı
namuslu ve iyi bir yasam surmek insanlardan kacarak, Tanrı'sına yaklasmaktı.
Piskoposun hatırasına oylesine bağlıydı ki, butun tedbirleri elden bırakarak, onun
samdanlarını muhafaza etmis, onun yasını tutmustu. Bu arada gecmisiyle tum iliskilerini
kesmediğinden, abla ve yeğenlerinden haber almak icin Faverol'da arastırma yaptırmıs ve bir
aksam bilmeden islediği hatayı onarmak icin, kasabadan gecen butun Savuyalı cocukları geri
cevirmesini adet edinmisti. Butun mubarek kisiler gibi, ilk gorevinin kendisini korumak olmadığını
biliyordu.
Ne var ki, talih kendisine guler yuz gostermis ve yıllar yılı kimsenin ondan kuskulanmak
aklına bile gelmemisti.
Piskoposun etkilediği bu mukemmel adamın, hic dusunmeden kendisini gidip teslim etmesi
beklenirdi. Fakat boyle olmayacaktı. Once Jan Valjan kendisini korumak isteğiyle yanıp
tutustu. Butun gununu sakin gecirmesine rağmen Javer'in anlattıkları ruhunda korkunc
fırtınaların kopmasına sebep olacaktı. Bir ara ne yapacağını dusunemedi bile, kafası iyice
karısmıstı.
Her zaman yaptığı gibi Fantin'i yoklamaya gitti, sırf kadıncağıza acıdığından ziyaretini uzattı,
birkac gunluk uzaklasacağını dusunerek onu hemsirelere emanet etti. Daha sonra herhalde
Aras'a gitmesinin gerekeceğini dusunerek bu yolculuk icin bir araba kiraladı. Ancak daha
henuz gitmeye kesin bir karar vermis değildi. Oldukca istahlı yemeğini yedi.
Odasına cekilince derin derin dusunmeye basladı.
Durumu inceledi ve cok acayip buldu.
Birden yerinden kalkarak odasını kilitledi, sanki dısarıdan gelecek bir tehlikeye karsı
koruyordu kendisini.
Az sonra mumunu ufledi, aydınlık kendisini rahatsız ediyordu, sanki birisi gozetliyordu onu.
Ne yazık ki, kovmak istediği kendi vicdanı idi. Vicdanı daha doğrusu Tanrı...
Once kendisini aldatmaya calıstı, basını elleri arasına alarak soyle dusundu:
— Neredeyim? Yoksa dus mu goruyorum? Bana ne dediler? Javer'i gorup onunla gorustuğum
gercek mi? Su Sampamatyo de kimin nesi? Demek bana bu kadar benziyor? Oysa daha dun
hicbir seyden habersiz ve cok rahattım. Bunun sonu neye varacak?
Đste boyle bir karmasaya saplanmıstı. Fikirlerini duzenleyemiyordu. Bası atesler icinde
yanıyordu. Pencere onun giderek camını actı, gokler yıldızsızdı, karanlık bir gece... Masasının
basına oturdu. Bir saatini boyle dusunerek gecirdi. Daha sonra ağır ağır dusuncelerini
duzenleyebildi, duruma hakim olduğunu hayretle gordu. Kaderi su anda kendi elindeydi.
Bundan boyle hayatına istediği yonu verebilmek onun elindeydi.
Bu arada yıllar boyunca kendisini aldatmaktan baska bir sey yapmamıs olduğunu dusundu.
Evet devekusu gibi basını kumlara sokmus kendi kendisinden kacmıstı. Uykusuz gecelerinde
en korktuğu kabus birden karsısında belirmisti. Eski adını duymak onun icin en korkunc bir
ihtimaldi. Bu ad altında yasamaya basladığında yeni edindiği ruhtan sıyrılacağını da biliyordu.
Bundan boyle dağ basında Kucuk Jarve'den iki frank calmakla yine zindanda kendisini
bekleyen bos yere doneceğini anlamıstı. Bir ucurum kenarındaydı. Yanlıs bir adım onu
ilelebet mahvedebilirdi. Fakat neydi bu yanlıs adım? Susup kimliğini saklamak ve herkesin
sevip saydığı M. Madlen olarak kalmak kendi yerine bir masumu cezaya yollamak olacaktı.
Birden mumu yaktı:
— Sanki neden korkacakmısım? diye mırıldandı. Đste tamamıyla kurtulmus sayılırım.
Aslında bu koylunun yerime tutuklanması benim icin buyuk sans. Gecmisin bu aralanmıs
kapısı da artık kapandıktan sonra kimin benden suphelenmek aklına gelir? Aylardan,
yıllardan beri beni goz hapsine tutan su yırtıcı Javer bile hatasını anladı. Onun da beni rahat
bırakacağından eminim. O gercek Jan Valjan'ı yakaladı ya... Kaderin bu cilvesine neden karısacağım?
Kim bilir belki de Tanrı bunu boyle olmasını istedi? Onun yaptıklarını bozmak ne
haddime? Buna hic karısmayacağım bana ne? Fakat neden sanki mutlu değilim. Benim bu
dar dunyada bir gorevim var. Đyilik etmek yoksullara el uzatmak bir fazilet ve iyilik orneği
olmak. Aslında bir kiliseye gidip papaza gunah cıkartıp ona danıssam cok iyi ederdim. O bana
doğru yolu gosterirdi. Neden sanki bunu yapmaya korkuyorum? Oysa rahibin bana bu islere
burnumu sokmamamı tavsiye edeceğinden eminim. Evet isleri oluruna bırakalım.
Birden yerinden kalktı, artık karar vermisti yine de bundan ferahlayamadı.
Tam tersine vicdanında bir mucadele baslamıstı. Vicdan azabı denilen korkunc duygunun
pencesine dusmustu. Sonra birden butun bunlarla bos yere kendisini aldatmak istediğini
anladı. Susturmak istediği sesi kalbinin sesini bir turlu bastıramıyordu.
Sekiz yıldan bu yana zavallı adam ilk olarak yeniden bir gunah islemek uzere bulunduğunu
anladı. Birden dehsete dustu. Kendi kendisine sorular sormakta devam etti. Evet hayatının
hedefine varmıstı? Fakat bu hedef yalnızca adını gizlemek miydi? Polisi mi aldatacaktı? Haydi
insanları aldatsa bile Tanrı'yı aldatabilir miydi? Oysa bedenini değil ruhunu kurtarması
gerekiyordu. Namuslu ve durust olmak. Doğru bir adam olmak Piskopos ondan bunu
istemisti ona soyle demisti:
— Gecmisine kapıyı kapat.
Ancak susmakla Jan Valjan bu kapıyı kapatmıyor, tam tersine ardına kadar acmıs oluyordu.
Bu kez hırsızlıktan buyuk bir suc isliyor, kendi yerine bir sucsuzu olume ya da olumden bile
beter olan prangaya yolluyordu. Bir adamın ruhunu olduruyor bu nedenle katil oluyordu.
Oysa eski adına donerek, Jan Valjan olarak bir masumu kurtarmak ve cıktığı cehennemlerin
kapısını ilelebet kapatmak olurdu.
Aslında cehenneme dusmekle iyice kurtulmus olacaktı. Evet bunu yapmalıydı. Bunu
yapmadığı takdirde hicbir sey kazanmamıs sayılırdı. Sekiz yıllık gayretlerinin hepsi bosa
giderdi. Su anda Jan Valjan karsısında piskoposu goruyordu sanki.
Olmus olan Monsenyor Bienvenu ona sitem dolu gozlerle bakıyor, pranga mahkumu Jan
Valjan'ın saygıya layık bir adam olacağını kendisine fısıldıyordu. Evet belki insanlar onun
maskesini goruyorlardı, ama Piskopos onun gercek yuzunu biliyordu. Evet Aras'a gidecek,
sahte Jan Valjan'ı kurtarmak icin kendisini ele verecekti. Bu simdiye kadar yapmıs olduğu
fedakarlıkların en buyuğu idi, fakat bunu yapması gerekiyordu. Bu asılacak son adımdı. Acı
kader, ancak insanların gozunden duserek Tanrının katında yukselebilecekti.
— Oldu, diye mırıldandı. "Vazifemizi yapalım, su zavallıyı kurtaralım."
Farkında olmadan yuksek sesle konusmustu: Hesaplarını duzene koydu, yoksul tuccarların
borclarının yazılı olduğu, bazı evrakları atese attı. Bir mektup yazdı uzerine su adresi
karaladı:
"Mosyo Dafitte Benker. Artuva caddesi — Paris —"
Onun bu isleri yaptığını gorenler, icinde kopan fırtınalardan suphe bile etmezlerdi.
Rahatlamıs gorundu, sonra kafasında bir simsek caktı. Birden Fantin'i hatırlamıstı.
Cevresindekilerin aniden değistiğini gordu "Fakat simdiye kadar yalnızca kendimi
dusunmustum" diye soylendi, gidip teslim olup olmamak, yalnızca benim sahsımı ilgilendiren
bir tutumdu, oysa su anda, bunun bir bencillik olduğunu anlıyorum. Biraz da baskalarını
dusunsem? Ben gidip, adımın Jan Valjan olduğunu soyledim. Ne olacak? O mahkum serbest
bırakılacak, yerine beni kodese tıkacaklar. Sonra? Burası bir endustri kenti oldu, burada
fabrikalar kurdum. Benim yasattığım yuzlerce, binlerce aile var. Her tuten ocakta, kendi
payım olduğunu dusunerek huzur duyuyordum. Ben buradan gidince kurmus olduğum bu
duzen bozulacak. Her sey yıkılacak. Hele su zavallı kadın, yıllardan bu yana, en buyuk acıları
cekmis olan su bicare ana, ne olur? Hani gidip kızını getirecektim? Yaptığım kotuluğe karsılık
bu kadına, birseyler vermeliyim? Benim gitmemle kadın olur, cocuk da mahvolur, evet adımı
bildirdiğimde bunların boyle olacağını gorur gibi oluyorum.
Bir an durdu, yine kararsızdı, sonra yeniden kendi vicdanıyla konusmasına devam etti:
— Birsey yapmadığım takdirde, su zavallı ihtiyar koylu prangaya mahkum edilecek fakat ne
yapalım, o da hırsızlık etmisti. Ben burada kalır isime devam ederim. On yıl sonra,
kazanacağım on milyonu, yoksullara dağıtarak ulkeyi daha da kalkındırmıs olacağım.
Yoksulluk ortadan kalkacak kasaba zengin olacak. Fantin namuslu bir hayata kavusarak,
kızını buyutecek. Sefaletle, sefahat, fuhus, hırsızlık, cinayetler, hepsi zamanla yok olacak.
Yok yok galiba ben az once cıldırmıstım. Bencillik edecek, kendi huzurum icin, yuzlerce
yuvanın yıkılmasına sebep olacaktım. Bir hırsızın ozgurluğu icin, butun bir kentin yıkılmasını,
bir zavallı ananın mutsuz olmesini, kucuk masum bir kızın sokaklara dusmesini goze
alamam. Olur sey değil, az kalsın buyuk bir hata isleyecek, bir ananın evladına kavusmasını,
bir yavrunun anasını tanımasına engel olacaktım. Oysa kim bilir, su serseri elma hırsızının
daha bunca ne gibi, sucları vardır?
Yerinden kalkarak odasında asağı yukarı yurumesine, devam etti. Bu kez rahatlamıs
gorunuyordu. Đnsanoğlu, en değerli elmasları toprağın, karanlıklarından soker alır. Birden o
da boyle bir elması bir gercek elmasını, elinde tuttuğuna inandı.
— Evet, diye dusundu. Oldu, haklıyım. Artık kararımdan vazgecmeyeceğim. Madlen oldum,
bu adı inkar etmeyeceğim. Jan Valjan diye yakalananın canı cehenneme. Ben o herifi
tanımam bile, ondan bana ne? Bu uğursuz ad kimin basına duserse onu yıkıyor.
Gozu somine uzerindeki aynaya ilisti:
— Oh, oh, diye mırıldandı. Đyi ki acele etmemistim, artık doğru yolu sectiğimden eminim.
Birkac adım daha attı, sonra birden durakladı.
— Haydi artık duraksama yok, kararım kesin. Fakat ne yazık ki, beni su lanetli Jan Valjan'a
bağlayan anılar var. Hatta bu odada bile beni suclayan anılar bulunmakta, butun bunları yok
etmeliyim.
Cebinden kesesini cıkarıp icinden kucuk bir anahtar aldı. Duvardaki bir dolabı actı, dolabın
icinde gizli bir cekmeceden bazı yırtık pırtık giysileri cıkardı, mavi bez bir pantolon, san bir
gomlek, budaklı bir sopa, eski bir heybe.
Gumus samdanları muhafaza ettiği gibi bunları da saklamıstı. Ne var ki piskoposun hediye
ettiği samdanlar, somine uzerinde bulunduğu halde, bu pacavraları iyi gizliyordu.
Kilitli olmasına rağmen, kapının acılmasından korkar gibi, yan yan baktı.
Sonra yıllardan bu yana, koruduğu bu giysilerini ani bir hareketle atese attı.
Birkac saniye icinde ocaktan yukselen alevler odayı aydınlattı. Her sey gurultuyle yanıyordu.
Soba yanarken, odanın ortasına kadar kıvılcımlar sactı.
Heybe yanarken, birden acılmıs ve kullerde bir yuvarlak madeni para ısıldamıstı. Bu herhalde
kucuk Jerve'den calmıs olduğu iki franklık gumus para olacaktı.
Oysa adam, atese bakmıyor, odada bir asağı bir yukarı gezinmesine devam ediyordu. Birden
bakısları alevlerde ısıldayan gumus samdanlara takıldı "Eyvah," diye haykırdı. "Jan Valjan
daha henuz burada, bunu da yok etmeli."
Gumus samdanları aldı.
Gumusleri eritecek, onlardan bir kulce yapacak kadar ates vardı ocaktı. Atesleri gumus
samdanlarla karıstırdı. Bir dakika sonra, onları da alevlerin icine atmıstı.
Birden "Bir ses duyar gibi oldu:
— Jan Valjan... Jan Valjan...
Sacları dimdik oldu, korkunc birsey duyan birisine benzedi, ses haykırmasına devam
ediyordu:
— Evet evet yaptıklarını tamamla, su samdanları da erit bu anıyı da yok et. Piskoposu unut,
her seyi unut, bırak su Sampamatyo senin yerine ceza giysin. Ne de olsa, herif ihtiyarın biri,
kendisinden ne istediklerini' bile anlamayacak kadar sersem. Lanetli adının, mahvettiği bir
masum daha, o senin yerine zindanlarda curusun. Sen namuslu adam rolune devam et. Vali
Bey olarak kal, saygıdeğer ve sevilen Vali. Kentini kalkındır, yoksulları doyur, yetimleri
yetistir, mutlu olarak yasamına devam et. Sen burada keyif catarken bir baskası senin yerine
kırmızı kazak sırtında kurek sallasın. Evet oldu bile, ah sefil...
Alnından terler akıyordu, samdanlara cılgın gozlerle baktı. Oysa ses devam ediyordu:
— Jan Valjan cevrende seni takdis eden pek cok sesler yukselecek. Ne var ki kimsenin asla
duyamayacağı bir ses, karanlıkta seni daima rahatsız edecek.
Ancak sunu da unutma ki, bu hayatın sonu geldiğinde, Tanrı'nın huzuruna cıktığında
beraberinde ancak seni lanetleyecek o sesi gotureceksin.
Birden bu son sozleri oylesine belirli olarak duydu ki, bir baskasının odada konustuğunu
sanarak, etrafına bakındı. Dehsetle sordu:
— Kim var burada?
Daha sonra bir budalanın kahkahasına benzeyen, bir gulusle:
— Ne kadar sersemim, dedi. Kim olacak benden baska... Oysa bir baskası daha vardı. Ancak
bu baskasını insanoğlunun gozleri goremezdi.
Samdanları sominenin uzerine koydu. Daha sonra altındaki odada uyuyan adamı uyandıran
yuruyusune basladı.
Bu yuruyus onu hem ferahlatıyor, hem de adeta sarhos ediyordu. Sanki hareket ederek, bir
karara varacağını sanıyordu, sanki kendi kendisinden kacmak istiyordu.
Birden almıs olduğu, her iki zıt karardan vazgecmis gorundu. Đkisi de kendisine korkunc
gorunuyordu. Hay Allah, tam nefes alacağı bir sırada, su Sampatyo'nun yakalanması, onun
Jan Valjan olarak tanınması, kaderin cok zalim bir oyunuydu.
Bir an geleceğini dusundu. Teslim olmak. Ulu Tanrı teslim olmak... Nelerden vazgecmek
zorunda kalacağını buyuk bir uzuntuyle dusundu. Bu iyi, bu temiz yasamına veda edecek,
saygıya, fazilete sırt cevirecekti.
Bir daha ozgur olamayacaktı, tarlalarda yuruyuse cıkamayacak, mayıs ayında kusların
otuslerini duymayacaktı, kucuk cocuklara sadaka veremeyecek, uzerine dikilen minnet dolu
bakısları goremeyecekti. Yaptırmıs olduğu bu evi, bu odayı bırakacaktı. Oysa su saatte, bu
kucuk odası gozune ne kadar guzel gorunmustu. Kitaplarını da bırakmak zorunda kalacaktı,
su masa uzerinde bir daha yazamayacaktı. Bunun yerine ayağı zincirli kamcı altında yakıcı
guneslerde, yuk tasıyacak, kazma kurek sallayacaktı. Ne yapmalıydı, ne yapmalıydı?
Sabahın ucu... Bitisik kilisenin saati de calmıstı. Tam bes saatten beri bir asağı, bir yukarı
yuruyordu ki, birden iskemlesinin uzerine yığıldı. Uyudu ve bir ruya gordu.
Herhalde gormus olduğu bu ruyanın kararında rolu olacaktı ki, uyandığında, her yanı buz
kesilmisti. Acık penceresinden giren sabah ayazı onun kolunu bacağını uyusturmustu. Ates
de sonmustu. Zavallı adam kalktı, gokyuzu henuz karanlıktı, goklerde yine yıldız
gorunuyordu. Mumu sonmek uzereydi.
Birden evinin avlusunda bir gurultu duydu, asağı bakınca karanlıkta ısıldayan iki fener etrafı
aydınlattı. Henuz ruyasının etkisinde olduğundan soyle dusundu:
— Allah Allah, demek yıldızlar da gokten yere indiler.
Birden uyku sersemliği dağıldı. Bir zincir sıkırtısı aklını basına getirmisti. Yıldız sandığı bu
ısıkların, bir arabanın fenerleri olduğunu anladı. Fenerlerin aydınlığında, bunun iki tekerlekli
hafif bir araba olduğunu secti. Kendi kendisine dusundu:
"Bu arabanın sabahın korunde, kapımda ne isi var?"
Tam o anda, kapısını tıkırdattılar.
Birden tepeden tırnağa urpererek, korkunc bir sesle sordu:
— Kim var orada? Birisi cevap verdi:
— Vali Bey sabahın besi oldu.
— Bundan bana ne?
— Vali Bey araba geldi.
— Ne arabası?
— Vali Bey araba ısmarladıklarını unuttular mı?
— Hayır, cevabını verdi.
— Arabacı sizi almaya geldiğini soyledi.
— Hangi arabacı?
— Atları kiralayan Mosyo Skofler'in yolladığı arabacı.
Birden zihninde bir simsek cakmıstı, yuzu karmakarısık oldu. Đhtiyar hizmetcisi o anda onu
gorse korkardı.
Uzun bir sessizlik oldu. Adam onune bakıyor, ihtiyar kadın kapının arkasında bekliyordu.
Nihayet kadın yeniden sordu:
— Vali Bey, arabacı cevap bekler?
— Geliyorum, beklesin hemen iniyorum.Devam edecek
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Sefiller
Teen FictionTüm zamanların en iyi klasik metinlerinden sayılan ve yazarını büyük bir üne kavuşturan, Victor Hugo'nun bu ölümsüz eseri, Paris'in ışıltılı cephesinin gerisindeki yoksul dünyanın içinden sesleniyor. Geçmişi silip umudu gelecekte aramak, yeni bir d...