Eski püskü kıyafetlerinden yeni sıyrılmış on sekiz yaşlarında bir kadın vardı; parlak siyah saçları kar yağarken başörtüsünün altından çıkmış, yüzü gün kadar solgun, elinde henüz doğmuş bir bebeğin puseti, gözlerinde karar...
Karın saflığıyla kubbesi boyanmış bir camiinin avlusuna doğru yavaşça ilerliyordu; omuzlarında, ince elbisesinin üşütmesini engellemek için parmak uçlarına kadar uzanan bir kahverengi sako...
Sabahın sessizliği içerisinde kat ettiği yolda,
sonunda zor bela sendeleyerek gelmişti avluya. Kimsecikler yoktu bu yoğun karın İstanbul sokaklarını kapattığı seher vaktinde. Pusetinde az buçuk debelenen bebeği, ellerinin arasından kar sularının olağanca birikmediği yere koydu. Soğuktan morarmış eli cebine gitti, Osmanlıca lisanında zikredilmiş cümlelerin yazılı olduğu sarı bir kağıdı evirip çevirdi önce. Ardından da, bebeğin yüzüne kadar çekilmiş pusetin kenarına sıkıştırıverdi."Bela olacaktın, babanın kim olduğunu ben dahi bilmezken, sana yalnızca eziyet ederlerdi yavrum. Yaşama diye uğraştım lâkin Allah'ın takdiri." eteklerini parmak uçlarıyla çekerken ufaktan ağlayan henüz minicik ademe yüzünde bir şefkat kırıntısı olmadan bakıyordu. Çok uzun takılmadı gözleri. Arkasına bir daha bakmamak üzere eteğini çeken bu 'anne.' başörtüsünü tertiplerken, etrafını kolaçan ederek uzaklaşıyordu camiiden.
O sırada Tahsin Bey; camiiden sabah namazının ardından ayrılmak için avludan geçmekte bulunuyordu. İşitti yavrucağın ağlama seslerini. Birkaç kez aldanıyor muyum diye etrafına bakınsa da, yavrucağın sesinden ve varlığından başka, ip gibi yağan kar vardı yalnızca.
Tahsin Bey, hâli vakti yerinde; eşiyle İstanbul'un tehlikede olduğu şu yıllarda mülkiye müfettişi olarak çalışan bir adamdı. Ne orta yaşlı denilecek kadar genç, ne de ihtiyar denecek kadar yaşlıydı. Siyah paltosu ile gezinirdi. İyi yürekli, pek laf etmeyen bir beydi. Gözlüğü olmadan dışarı adımını pek atamazdı. Yavrucağın sesini duyunca da hâliyle bakmadan edememiş, sükuneti bölen sesi takip etmişti. Henüz göz açan bebeğin pusetini fark edince, hafiften eğilip şöyle bir kavradı onu. Kavrar kavramaz, kar sularını çekmiş pusetin soğuğu eline işledi, kim bilir bu günâhsız nasıl bir vicdansızlıkla terk edilmişti buraya. Az ırgalayınca, bir not düşüverdi kar sularına. Bu oğlan çocuğuna ait olduğu aşikârdı. Çocuğu bırakmadan, eline aldı ve okudu dikkatlice.
"Adı Jungkook. Hem öksüz hem yetimdir. Bir müslüman yuvasında yerini bekliyor."
.
Tahsin Bey, şüphesiz o çocuğu ölüme terk etmeyecek kadar iyi yürekli bir adamdı. Evine aldı, karısı Hâlide Hanım hiçbir zaman bu evladı kabullenemese de, kocasına ses çıkaramadığından kendi deyimiyle bu 'veled-i zina'yı besleyip büyütmüştü.Jungkook dördünde Tahsin Bey'in evlatlık oğlu olarak değil, Hâlide Hanım'ın herkesin diline doladığı 'veled-i zina' olarak çağırılmaya başlamıştı bile. Bu zayıf, çelimsiz ve yüzünde bir alamet olan kadına kocası ne kadar tembih etse de, her vakit Jungkook'a onların oğlu olmadığını hatırlatıyordu. Jungkook on beşine girdiğinde medresenin en âlâ öğrencilerdendi.
Öğrenimini tamamladığında hekim olmak için ve Osmanlı'nın en karışık, en hasta olduğu dönemde kendi başına ayakta kalabilmek için öğrenim görmeye başlamıştı. Genç, zarif ve nâzik bir oğlandı. Genç kızlar hep onun lakırdısını ederlerdi lâkin Hâlide Hanım hiçbir vakit yine yakasından düşmezdi.
Hekimlik için dersler aldığı sıhhatiyeden sonra yirmisine bastığı eylül ayının ikinci çeyreğinde, Tahsin Bey amansız bir hastalığa yakalanmıştı. Hayli ihtiyarlamış olan buruşuk adam, son ana kadar ona değer veren tek beşer olarak hayata gözlerini yummuştu. Jungkook onu kurtarmayı, sıhhatini sağlamayı pek çok kez denese de, nihâyete ulaşamamıştı. Genç bir adam olarak bu ufak köşkte, Hâlide Hanım'la yaşamak mecburiyetinde kalmış, Tahsin Bey'in ardından çok gözyaşı dökmüştü. Göçen ihtiyar, onun babası olmuş, arkasını kollamıştı bunca zaman.
Gece kadar siyah saçları ve gözleri, yakışıklı bir suratı olan genç çocuk, bir de bunların üstüne Hâlide Hanım 'hânesinden olmayan bir erkekle yalnız yaşamasının uygun olmadığı' bahanesi ile onu bu ufak köşkten bir güz gecesi yaka paça kovmuştu.
Evi bırak, yiyeceğin sıkıntıda olduğu şu dönemde İstanbul'da varlıklılar dışında hiçkimse başını hiçbir yere sokamıyor, salgın hastalıklar kol geziyordu.
Jungkook, bu rüzgarlı güz akşamında, cepkeni ile tamamlanmış kıyafeti ile sıhhathanenin yolunu tutmuştu. Aklına getirebildiği en mantıklı şey bu idi.
Sıhhathanenin yolunu bulup da içeri girdiğinde, başhekim ile görüşmek üzere yola çıkmış, vardığında gözyaşları henüz suratında kurumuştu, ikinci kez terk ediliyordu, öksüz ve yetim kalıyordu. Neyse ki başhekim ile görüşme fırsatı bulup, tüm nöbetleri üstüne almak şartı ile burada ikâmet edip edemeyeceğini sual etti. Aldığı yanıt kendine olan güvenden dolayı elbette olumsuz karşılanmamıştı.
Jungkook o günden sonra sıhhathanedeki muayenehanesini, kendine ev bildi. Arada kestirmeye vakti oluyordu. Salgın hastalıklar çoğaldığından bazen çok yorulsa da, ekmek parası kazanmak şu sıralar cidden kolay iş değildi lâkin Jungkook, hayatına az çok düzen getirmişti bu vasıta ile.
Hekim Jungkook'un mâzisi işte böyle idi. Camii avlusunda bulunan bir bebek olarak değil, Tahsin Bey'in gözbebeği, oğlu olarak tanıyordu kendini. Bunun bir yalan olması ise canını yaksa da kabullenmeyeceği bir şeydi.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
INDEPENDENCE
FanfictionMilli Mücâdele döneminde geçen bu ufak romanda, Hoseok Kuvayi Milliye birliklerinden birine alaybaşılık yapmaktadır. Aslen varlıklı bir İstanbullu olan Hoseok, varlığını bağımsızlık için fedâ edip ailesinden habersiz askerliğe başlar ve başarılı bir...