Louis tüm bedenini esir alan Temmuz sıcağının etkisiyle, susuzluktan mahvoluyordu. Attığı her adımda kollarındaki kutu ona daha da ağır geliyor, zaten ısınan bedenine daha korkunç bir işkence veriyordu.
Bu işkenceden bir an önce kurtulabilmek için önündeki ufak dükkanın kırık dökük ahşap kapısını tekmeleyerek içeriye girdi. Kapı açılır açılmaz etkisiz bir çan sesi duyuldu ve yerleri silmekle meşgul olan yaşlı adam başını kaldırıp ona baktı.
"Merhaba evlat!" dedi titreyen sesiyle. Louis kutuyu yere bıraktı ve gülümsemeye çalıştı. "Merhaba Joe! Sonuncuyu da getirdim."
Adam elindeki süpürgeyi kenara attı. "Yorgunluktan ölmüş gibi görünüyorsun, otur da sana içecek bir şeyler getireyim."
Louis için bu oldukça hoş bir teklifti. Hiç itiraz etmedi, boyası dökülmüş olan ahşap sandalyelerden birine oturdu. O kadar yorgundu ki, sandalyeden gelen gıcırtı onu rahatsız etmedi bile.
"En çok seni özleyeceğim." dedi samimi bir şekilde. Joe elindeki cam sürahide bulunan ve ne olduğu belli olmayan kızıl sıvıyı desenleri silinmiş bir porselen bardağa doldururken gülümsedi. "Keşke gitmesen. Ben de seni özleyeceğim evlat."
Louis neredeyse 5 yıldır aynı mahallede oturuyordu. Babasının pankreas kanseri olduğunu öğrendiğinde tedavi için mecburen üniversiteyi bırakıp bu mahalleye, babasının yanına taşınmıştı.
Hayatını köşedeki markette kasiyerlik yapmakla kazanan bir adamdı. Küçük evi, Hint komşuları ve haftasonları babasıyla balığa çıkma alışkanlığıyla oldukça sade bir hayat sürüyordu.
Ama babası öldükten sonra tüm bunlar ona boğucu gelmeye başladı.
Sevdiği şeylerden birer birer nefret etti. Severek yaşadığı evi, ona tabut gibi gelmeye başladı.
Louis de ani bir şekilde taşınmaya karar verdi. Evi eşyalı haliyle sattı, özel eşyalarını toparlayarak bir bavul haline getirdi ve babasından kalan eşyaları da kimsesizlere dağıtılması için bu dükkana, yaşlı adam Joe'ya getirdi.
Yaşlı adam elindeki porselen bardağı ona uzatırken "Louis, seni çok severim bilirsin." dedi. "Lütfen bu dükkandan bir şeyler al. İstediğin ne olursa. Sana hediyem olsun, baktıkça beni hatırlatsın."
Louis kabul edemeyeceğini söylemedi çünkü böyle bir şey söylerse adamın üzüleceğini, alınganlık yapacağını biliyordu. Bardağındaki şekerli sıvıdan iki büyük yudum aldı, bardağı kenara bıraktı. "Peki o zaman, ben bir bakayım."
Altındaki ahşap sandalyeyi ittirerek ayağa kalktı. Sarı ışıkla aydınlatılmaya çalışılmış karanlık rafların arasında gezindi. Tepedeki ampulün cızırtısından ve Louis'nin adım seslerinden başka bir şey duyulmuyordu.
Eski püskü eşyalara göz ucuyla baktı. Hiçbiri ihtiyacı olan şeyler değildi. Evini süslemek gibi bir niyeti olmadığı için biblolara, şamdanlıklara yönelmedi bile. Alabileceği en faydalı şeyin o olduğunu düşünerek kitapların olduğu yere yürüdü.
Alttan 4. raftaki yırtık deri kapaklı kalın kitabı eline aldı. Ama onu kaldırır kaldırmaz dikkatini çeken ilk şey rafın daha da gerilerinde gizemli bir cazibeyle parlayan sarı şey oldu oldu. Kitabı başka bir yere bıraktı, elini ona uzattı. Kapaklı bir cep saatine benziyordu.
Uzun süredir orada olsa gerek, üzerindeki tozlar neredeyse çamurlaşmıştı. Altın sarısı gibiydi ama yer yer paslanmış, kendisiyle aynı renkte olan zinciri ise resmen kararmıştı. Zincirin ucunda eski tip küçücük bir anahtar vardı.
Kapağı kaldırdığında bunun bir cep saati değil, pusula olduğunu fark etti. Dışının aksine, içi tertemizdi. Sanki kimse açıp içine bakmamıştı, üretildiği gün daha dünmüş gibi güzelliğini koruyordu. Pusulanın camı parlıyordu. Kapağın iç kısmınaysa bir şeyler işlenmişti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
COMPASS
FanfictionSadece bir pusulası vardı, ve o pusulanın üzerinde de belli belirsiz bir koordinat. 200 yıl önce yazılan bu koordinatların aşka ait olabileceği gerçeği hiç aklına gelmemişti. Amor omnia vincit.