0110100101110100

171 22 13
                                    

Kelimelerin, kalbimin derinliklerinde bile bulunamayacak kadar küsmüş olduğu bir yerden; içimde biriken kusma isteğinden ve kusamamaktan yorgunken birkaç umutlu an, birkaç gönül rahatlatıcı şey düşünmeye çalışıyordum ancak olmuyordu. Bir hayatın bittiği yerde nasıl durulur bilmiyordum; o yokken yaşamın nasıl olacağını düşünüp korkarak mı, yeniden doğacağını düşünerek umutlu mu, üzüntümü saklayarak güçlü mü? Üstelik şimdi ne söylenmesi gerektiği hakkında da hiçbir fikrim yoktu. Bildiğim tek şey içimde Jirou'yu özleyen ve arkadaşımın bunu öğrendiğinde ne yapacağını kestiremeyen kısmın uzun bir süre boyunca kimseye sesini duyuramayacağıydı.

Tüm bu anlamsızlığın ortasında kafamı yukarı kaldırarak ayın ışığının gücünü azaltan bulutların kapladığı gri gökyüzüne baktım. Deniz de gökyüzüne benzer bir renk almış, ufuk çizgisini ayırt etmek zorlaşmıştı; sanki deniz ve bulutlu gökyüzü bir noktadan sonra kesişip birleşmiş gibiydi. Bu suç mahallinde, yıllar sonra unutulacak olan Jirou'nun umutlarını nasıl dile getirecektim?

Bir fikrim olduğunu söylememle Bakugou'nun sabırsız bakışlarını üzerimde hissetmeye başlamıştım, alnımdaki teri sildikten sonra avcumu enseme dayayıp konuştum. "Başımızı derde sokacak şey Jirou'nun burada bulunması, öyle, değil mi?  Onu başka bir yere, şehirde daha göz önünde bulunan bir yere götürebiliriz ve böylece birileri onu orada bulur, değil mi? Konunun da bizimle hiçbir ilgisi kalmaz."

Ağzımdan çıkanlara inanmakta zorlanıyordum, bunu teklif etmek her şeyin normal olduğunu düşünüyormuşum gibi hissettirmişti ve nedense söylemeden önce aşırı mantıklı geldiği hâlde kulaklarıma ulaştığında hiçbir anlamı olmadığını yargısına varmıştım ancak Bakugou'nun yanağını kaşıyışına bakılırsa bu fikri cidden aklında tarttığı belliydi. Midemin bulantısını daha net duyumsadığımda söylediklerimi geri almak istedim.

"Bu fazla riskli, bunu görünmeden yapmamız çok zor ve biri bizi görürse ve yakalanırsak söyleyeceğimiz hiçbir şey içinde bulunduğumuz durumu açıklayamaz, doğrudan suçlu bulunuruz. Gizlice halletmeyi başarsak bile polisler aptal değil, anlarlar, yerinin değiştirildiğini hemen fark ederler."

Onu başımla onayladım, güneş gökyüzünde belirmese de etrafın aydınlanmaya başlamasından saatin dört buçuk beş civarı olduğunu anlayabiliyordum. Her şeye rağmen Jirou'nun cesedine ilk baktığımda aklıma gelen ondan nasıl kurtulacağımız değil bunu o hâle getirenin kim olduğuydu, Bakugou katili bulacağımızı söylemişti ancak her şey söylemekle olmuyordu ne yazık ki, "Ya bulamazsak? Bulduk diyelim, her şeyi nasıl itiraf ettireceğiz?" dedim. Bakugou bu gece ilk defa tam gözlerimin içine bakarak yanıtladı, "Denemeden bilemeyiz. Üstelik her şeyden önce Jirou'ya bu gerçeği borçlu değil miyiz?" İlk defa kendine ve bana karşı bu kadar dürüst oluşu kalbimi inançla doldurmuştu ancak yine de gerçekçi yanım olan mantığımı durduramıyordum, yavaşça başımı iki yana sallayarak iç çektim. Söylediği şeylerin karşı konulmaz bir yanı olsa da hiçbiri mantıklı değildi, büyük gerçeği ortaya çıkarma yolunda küçük gerçekleri büyük yalanlarla gizlemek, pek doğru gelmemişti.

Umutsuzca karşımızda yatan ve gerçekliğini her geçen saniye daha da fazla hissettiren cesedin kaderine teslim olmuştuk ikimiz de, bu sessiz toprak parçaları ve yıldızlar dışında her şey nasıl böylesine anlaması zor ve altüst olabilmişti? Kyouka Jirou'nun cesedi burada, bizim sorumluluğumuz altında bulunmamalıydı; her şeyi yoluna koymakla yükümlü olan kişiler biz olmamalıydık, korkmuş iki insan gibi nefes nefese kaçıp bir yerlere saklanabilmeli ve polise bir cinayet ihbarı yapabilmeliydik, suçluyu bulma görevi bize kalmamalıydı ancak her nasılsa öyle olmuştu ve şu an başka seçeneğimiz olmadığından o gece defalarca karşımdaki cesedin Kyouka Jirou değil de onun ruhunun hayatta kaldığı tüm bu zamanlar boyunca giydiği eskimiş bir kıyafet olduğunu tekrarladım.

French Exit // KiribakuHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin