Anahtardır Ses

42 22 6
                                    

Öğle arasına yeni çıkmıştık , Ayşe ve bir kaç arkadaşımızla beraber sene sonu için çıkacak hikaye kitabına hikaye yazıyorduk . Bu kitap okulumuza ait olacaktı fakat mânen bizi de temsil edecekti . Ben eskiden şiir yazmayı çok severdim okul dergilerinde şiirlerim yer alırdı en sevdiğim şiirim " Şehrin Işıkları " idi . Okulumuzun yukarısında Anıt park vardı, bu parkta Mustafa Kemal Atatürk'ün kurtuluş savaşı sıralarında Afyon Yunan askeri ile sarıldığı zamanlarda bir düşman askerini ayakları altına aldığı bir heykel vardı . Öğle arası bu parka gider , çay bahçesinde hem çayımı yudumlardım hem de şehrin gürültüsü içinde sessiz köşeme çekilip zihnime dökülenleri yazardım . Bugün kafam gayet dinçti , güzel şeyler yazmayı umuyordum çünkü ben mezun olduktan sonra okuluma gelen öğrencilerin ilgisini çekecek ve onları yazmaya iteleyecek bir şeyler çıkarmalıydım .
Her zaman olduğu gibi yazmaya başlamadan önce hayal dünyamın kapılarını aralardım ve yavaş yavaş bu kapıları aralamaya başladım . Yayınlanacak olan hikaye kitabı için ilk hikayemi yazmaya hazırdım , dilerim her şey güzel olur ...

***


Gökyüzü mavi mi olmalıydı bu resimde ? Yok yok siyah olmalı tıpkı umutların kararması ve kaybolması gibi simsiyah olmalı . Evet , resmimizi kelimelerle çizmeye başlayabiliriz ya da vazgeçtim boş verelim resim çizmeyi kelimelerimizden çıkan her sesin birleşmesiyle oluşan müziği dinleyelim pekâlâ, o hâlde başlıyoruz .

Minik bir göçmen kuşunun çığlığında yoğrulan öğle vakitlerini yaşıyordu İstanbul sahili . Hafif bir rüzgâr esiyordu , saçlarım dalgalanıyor ve bir şeyler fısıldıyordu eşsiz doğaya . Sokakta bağıran , elleri çalışmaktan nasır tutmuş simitçinin sesi , parkta annesini kaybeden esmer bir oğlan çocuğunun çığlıklarına karışıyor ve kırmızı ışıkta birbirlerine ikazda bulunan Mercedes Benz CLA tipli iki Alman markası arabanın korna sesleriyle birleşip denizin hışırtısıyla ritim tutuyordu . Hepsinden ziyade kuşların sesi kırmızı çatılı , beyaz renkli apartmanların arasından geliyor ve henüz yeni okunmakta olan ezan sesiyle hilale doğru yükselerek içime huzur veriyordu . Eskimiş ve yeşil renkli bir tahta bankın yanındaki çekirdek çöplerini , elindeki uzun süpürgesiyle toplayan ve insanların alaycı bakışlarına aldırmayan siyah elbiseli çöpçünün şen şakrak ıslığı kulaklarımın pasını siliyordu . Kim bilir o elbisenin içinde ne kadar da terliyordur bu temmuz sıcağında . Eve ekmek götürmek için türlü türlü , farklı tonda insan sesini duymaya maruz kalıyordur . Bulunduğum yerin sağ alt tarafında yaşlı bir kadın oturuyordu . Narin fakat buruşmuş parmaklarının arasında yanan kahverengi purosu mu yoksa tahriş olmuş pembe ojeleri mi dikkatimi çekmişti hâlâ anlamış değilim , henüz kendi içimde yaşadığım bir kararsızlıkla ona bakmaya devam ediyordum . Gözleri müzenin yanındaki mavi denize dalmış uzun uzun bakıyordu . Kim bilir purosunu her çektiğinde , yaşlanmış ciğerleriyle geçmişten bir anısını da yakıyordu karamsar zihninde. Her nefeste biraz daha kısıyordu gözlerini , biraz daha uzaklaşıyordu oturduğu semtten ve çevreden . Kendi benliğine hapsoluyor , kaybolup gidiyordu adeta . Belki de o kadın için yıllardır duyduğu tek ses , kahverengi purosunu her içine çektiğinde dudaklarından çıkan duman ile karışan köz halindeki sigara küllerinin hışırtılı sesiydi , çok yazık ... Sanırım onun için yanıp tutuşan , onunla dertleşen , ona kol kanat geren yalnızca sigarası vardı , kısacası ayrılmaz diğer yarısı gibi duruyordu uzaktan . Merdivenlerden yukarıya çıkan topuk sesleri ... Bir kız olmalı ya da olgun bir kadın ...
Sol tarafa doğru döndüm ; sarı saçlı , uzun boylu , güzel bir genç kız ... Su gibi mübarek , kız ilk adımıyla gözlerime takılıyor bir saniye bu böyle olmalılıydı , gözlerime ilişiyor demeliydim evet evet , yok bu ilişmek de değil sanırım aşırı güzelliği beni benden almıştı . Tüm dikkatimi oraya vermiştim . Giydiği elbisenin üzerinde bahar çiçeklerini anımsatan motifler vardı , beline o kadar güzel oturmuştu ki ... Attığı her adımda daha da dikkatli bakmama neden oluyordu ki , aniden denizden gelen uzun gagalı bir martı simidimi kaptı gitti . Üzüldüm mü ? Hayır , zaten susamı çok fazlaydı simidin .Kahretsin ! Kızı kaybettim ! Ne kadar da şaşkınım , gerçi ben hep şaşkındım annem bana her zaman "şaşkın" diye seslenirdi . Arkamdan bir çığlık sesi yükseliyordu kadının biri : "Seni pislik hayvan , kahrolası mahvettin !" diyen o cırtlak sesiyle ortalığı inletiyordu , bu kadını tanıyorum bu oydu ya da o kız demeliyim evet , güzelim elbisesine güvercin pislemişti . Kız o kadar bağırmıştı ki yaşlı teyze bile kendi benliğinden sıyrılmış , gözlerini daldığı denizden ayırmış pür dikkat kıza bakıyordu . İnanır mısınız purosunu bile yarıda söndürdü . Neyse aman canııım bu kadar da dikkat kesilmemek lazım bu kıza ... İlerideki görkemli çınar ağacının hemen altındaki bankta oturan 80 yaşlarında bir adam vardı . Üzerinde 1960 modası kadife ceket ve içinde kot gömlek vardı . Unisex giyim tarzı öncüsü İngiliz "Beatles" grubundakileri andırıyordu . Yirmi birinci yüzyılda bu tarzda bir insan oldukça esrarengiz görünüyordu doğrusu . Sanki bir zaman makinesiyle günümüz dünyasına gelmiş gibiydi . Gözlerinde kedi gözlerine benzeyen siyah , kalın ve geniş çerçeveli güneş gözlükleriyle elinde oldukça eski olduğu her hâlinden anlaşılan gazeteyi okuyordu . Üzerinden bu tarafa doğru buram buram aydın kokusu geliyordu sanki . Elindeki gazetenin her sayfasında çıkardığı ses kulaklarıma bir şeyler anlatıyordu . Yüksek ihtimalle politik haberler okuyordu çünkü her kelimede yüzü biraz daha ekşiyordu . Kulaklarım uğuldamaya , zonklamaya başlıyor aman Allah'ım ne oluyor , neler oluyor orada ? Bu sesten daha hunhar , daha acı , daha hoyrat bir ses var mıydı ki ? Her tizinde tırnakların ete batırılıp kanayıncaya kadar çizilmesi gibi kulaklarımı mahvediyordu bu ses. Bakamayacağı bir çocuğu yapma cesaretinde bulunup yerde sürükleyen cahil bir çingene ... Ne kadar da kaygısız ve içler acısı ! Gözleri öfkeden çakmak çakmak olmuş , ne etrafın homurtularına ne de kulaklarımı acıtan o yavrunun feryatlarına aldırmaksızın yoluna devam ediyordu . Kim bilir neye sinirlendi bu kadar bir dakika parmakları yok , eyvahlar olsun yavrucağızın parmakları yok ! Aklıma 1971 yapımı Tunç Başaran yönetmenliğinde çekilen "On Küçük Şeytan " filmi geliyor . Çocukların dilendiklerinde daha çok para getirmeleri için kollarının ve parmaklarının kesilmesi , ne kadar acı bir tablo ... Filmin aklıma gelmesiyle , aklımdan geçen her kelimeye birbirinden farklı düşünceler yön vermeye ve hücum etmeye başlıyor . Aman Allah'ım ! Yoksa bu çocuğa da bu illeti , onu dilendirmek için annesi mi yapmıştı ? Ne olacak , cahilliğin en azılısından başka bir şey olamaz bu rezillik ! Hain ve görgüsüz çingenenin çocuğuna savurduğu yersiz küfürler kulağımı kahrediyordu . Dayanamayıp oturduğum banktan doğruldum , şimdi aklımda ne o 1960 yıllarından kalma giysi tarzıyla politik haberler okuyan adamcağız , ne purosunu yakmış uzaklara dalan teyze , ne de o güzel kız vardı . Yalnızca acı bir çığlık ... Hızlıca yürümeye başladım , o kadar hızlı yürüyordum ki bir ara sendeledim düşmeme ramak kala kurtuldum , sarı lalelerin arasından ne ara geçip , karşı tarafta insanları izler oldum bilmiyorum ama aniden bir korna sesiyle irkildim durdum ve dondu , DONDU! Yolda yürüyen pembe şortlu çocuk , külahtaki çikolatalı dondurmasını yalayan kızıl saçlı kız , el kol hareketleriyle bana doğru kızgın kızgın gelen şoför , metal küpeli dövmeli bir İspanyol turist , önünden geçtiğim mağazada çalmakta olan Camila Cabello 'ya ait "never be the same" adlı şarkı , üzerindeki paltoyu yere sermiş kavurucu güneşin sıcağı altında uyumaya çalışan mülteci , yere açtığı mendilin yanındaki bozuk paraları dört bir yana saçılmış klarnet çalan bir sokak sanatçısı , yavrularını arayan kedi , gökyüzünde uçuşan hür martılar , hepsi , her şey , tüm evren DONDU ! Hareket eden tek şey kol saatimin yelkovanı ve duyduğum tek ses saatten gelen "tik tak " sesiydi . İşte tam bu sıralar Ahmet Hamdi 'nin dizeleri beynimde şimşek gibi çakıyor ; " Ne içindeyim zamanın , ne de büsbütün dışında ." Bu dizeler tüm hücrelerimde yankılanıyor ve bana evrenin fısıltılarının çıkardığı hırıltılı sesi duyuruyordu fakat duyulması gereken asıl ses zamanın küstahça illüzyonları arasında harmanlanan bizlerin çığlığından ve evrenin fısıltılarından daha öte bir sesti işte o ses ; kendi sesimiz , kendi benliğimiz ve iş dünyamızın haşin gizleri ...

Şimdi bir "U" dönüşü yapalım , farzedin ki ben size hiçbir şey anlatmadım belki de tüm bu anlattıklarım benim duymak istediklerim ve benim hep duymayı arzuladığım seslerdi ... Hiç düşündünüz mü ? Belki de ses denilen kelime sadece insanın duymak istediklerinden ibaretti. İşte bütün bu sesler soyut olanın aldatıcılığı ve yaratıcılığından oluşan karamsar bir dünyanın kapısını açacak bir anahtardı .
- - - Anahtardır Ses - - -

Saklı  Hatıralar Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin