Aldığım mesaj sonrası geçirdiğim korku seansı ardından uyumuş, ertesi güne uyanmamayı dilerken sanki uyuyalı üç sâniye geçmiş gibi uyanmıştım. Odanın camından içeriye giren ışık ve kuş cıvıltıları biricik dostum Junmyeon'un evini ateşe verme isteğimi artırıyordu.
Kim olduğunu bilmediğim numaradan aldığım mesaj ölümüm olacaktı ve salak kuşlar sanki ölümüme sevinirmiş gibi cikleyip dururken güneş bugün cenâzeme siyahlarını çekip değil de, çırılçıplak gelecekti anlaşılan.
Sıkıntıyla ofladım, Park Chanyeol olma olasılığı bacaklarımın titremesine sebep oluyordu. Yatağın hemen yanında duran masaya bıraktığım telefonumu aldım; saat on iki idi. Telefonu bırakıp yüksek sesle esnedikten sonra ellerimle yüzümü kapattım. İşsiz hayâtımdan emekliye ayrılmak istiyordum.
Kalkıp tekrar ve tekrar esnedim, fazla okumaktan başımda pis bir ağrı kalmıştı. Bu hâlde; cebimde kalan on dolarım ile bir kafeye gidip Chanyeol'un "Verdiğin para eksik çıktı," veyâ "Yüz doları sahteymiş!" gibi kıçından uydurduğu bahaneleri duymak istemiyordum. Ama yapmak zorundaydım, yoksa benim yerime o hem benim, hem de Junmyeon'un evini ateşe verecekti.
Kendi suçumdu gerçi. Evrenin en sütten süt çocuğuydum. Niye Jongdae'nin pis işlerini yapmıştım ki meselâ, çok afedersiniz ama bok mu vardı da gidip âlemin en pis işine, uyuşturucuya bulaşmıştım?
Bok varmış demek.
Çatık kaşlarım, dudağımın sol tarafındaki salya izim ve dağınık saçlarım ile ayağa kalktım ve banyoya ilerledim. Hızla bir duş alacak, Junmyeon'a ölürsem kardeşlerime bakmasını söyleyecek, bal kabağımın dün getirdiği börekleri yiyecek ve sonrasında da muhtemel ölümüme gidecektim.
Yürüyerek.
Otobüse param yoktu.
Yarım saate duşumu almıştım. Junmyeon'un benim için ayırdığı toz pembe bornozu giyip iple sıkı sıkı kapattıktan sonra tavşanımı uyandırmaya gittim. Kapısını sessizce açıp odasına girdiğimde yatağa oturmuş uyanmayı deniyordu Junmyeon. Beni görünce kaşlarını çatmış, hemen sonra da kahve tonlarındaki dolabını işâret etmişti. "Oradan al kendine bir şeyler."
Suratımda gülümseme, yatağa doğru yöneldim. "Sana da günaydın minik kayısım." Yatağa çıkıp yanına uzandığımda mızırdanmaya başlamış, vücudu ile beni iteklemeyi deniyordu. "İğrenç, git yanımdan ya."
Omuz silkip kollarımı bebek sarısı pijamasının sarmaladığı bedenine doladım. "Ben birazdan bir şeyler atıştırıp çıkacağım. Kardeşlerime iyi bak."
Junmyeon neler olduğunu bir saat daha çözemeyecekti, uykusunun açılması zaman alıyordu. Yataktan kalkıp kıyâfet dolabından Junmyeon'un en sevdiği kahve rengi (niye her şeyimiz kahve sâhiden bilmiyorum) boğazlı kazağını ve vaktinde burada bıraktığım kazaktan bir iki ton koyu pantolonumu aldıktan sonra odadan çıkıp uyuduğum odaya girdim. Aldığım minyon baskılı baksırın bana uğur getirmesini dilerken gözüm telefonun ekranına takılı kalmıştı. Belki ben hazırlanana kadar "A, pardon, çokafedersiniz. O mesajı başkasına yollayacaktım!" ya da "Kim olduğumu söylemeyi unutmuşum, ben kardeşin!!" gibisinden bir mesaj gelirdi ve ben de Junmyeon'un dizine uzanır, o ıslak saçlarımı kurutana kadar pijamasını ıslattığım için küfür yerdim.
Bunların hiç biri olmamıştı.
Hazırdım.
Şimdi evden çıkmış, kendi ölümüme gecikeceğim diye hızlı adımlarla yürümeye başlamıştım. Mesaj yoktu; aramaya veya mesaj yazmaya da cesâretim. Bu yüzden dudaklarım arasında dönüp duran bir ıslık, atmayı bırakan kalbimi görmezden gelerek telefonumun sesli GPS'i ile denilen konuma gidiyordum.