Öğle vaktiydi. Sınavların üst üste gelmesi yetmezmiş gibi bir de senaryoları ezberlemekle geçiyordu günlerim. Bir kahveyi keyifle ve rahatla içebilmek için nelerimi vermezdim? Ayrıca bu senaryo da neyin nesiydi? Hiç yağmur yağınca ruhunu çoktan teslim etmiş bir kadının uyanışı kime, neyi açıklamaya çalışabilirdi? Ama elde değildi. Bu bir roldü ve oynamak kaçınılmazdı. Aslında tiyatro bana beni hatırlatan ve kendim olduğumu hissettiren tek şeydi. Aynı, hayatımızda bize verilen rolleri "oynarım" denilmesini beklemeden kendimizi bir oyun sahnesinde bulmamızı andırıyordu. Bir şekilde her şey yerine oturuyordu yine de. Yaşıyorduk, önemli olan buydu. Gökyüzüne başımızı kaldırdığımızda, özgür olma hissini tadıyorduk. Nefes almak için yeterli bir sebepti. Ve anlaşılmak istiyorduk, hem de dibine kadar.
Ben düşünceler içinde kaybolurken silkinip kendime geldim. Elimde ezberlenmesi gereken yeni bir senaryo vardı ve ben sabahın köründe camii kenarına bırakılan bebek gibi oturuyordum amfinin merdivenlerinde. Altan Hoca "Duru, yarın prova var. Evde senaryoya bakarsın kızım." dedi. "Peki hocam, çalışacağım."
Altan Hoca bana her zaman bir abi sıcaklığı vermişti. Uzak bir şehirde aile eksikliğimi gideriyordu sanki. Üzerimdeki etkisi fazlaydı. Bana hayatı öğreten, bir öğretmendi o. Ne zaman bir çıkmaza girsem, öğütler verir bana her şeyin yoluna gireceğini değil de her şeyin yoluna girmesini dilediğini söylerdi. Öyle herkes gibi sıradan "İyi düşün, iyi olsun" demezdi. "Kötü de düşün ki olaylara her yönden bakabilen bakış açın olsun" derdi. Severim Altan Hocamı. Beni anlayıp aydınlatıyordu. Yeri hep abi gibidir ama yılların getirdiği alışkanlıkla hocam olarak kaldı dilimde. Eşi yoktu, bundan dolayı bir çocuğu da yoktu. Beni kızı gibi benimsemiş, kollamış ve desteklemişti her zaman. Babamla böyle bir ilişkim yoktu, o daha çok görünmez ama işini ve duygularını belli etmeden halleden bir adamdı.
Tiyatro salonundan çıktıktan sonra yağmur yağmaya başladı. Kapşonumu geçirip kulaklığımı taktım ve bu havanın keyfini çıkardım. Soyutladım kendimi bir anlığına tüm stresimden. Gözlerimi kapadım, yağmur damlalarının yüzümde bıraktığı serinliği hissettim. Derken, hiç farkında olmadan bir araba çarptı. Yere düştüm, kendimdeydim ama başım çok kötü dönmeye başlamıştı. Çevremi algılayamıyordum. Yavaş yavaş göz kapaklarımın üzerinde bir ağırlık oluştuğunu ve gözlerimin kapandığını anlıyordum. Sonrasını hatırlayamıyorum, sadece birinin kollarındaydım...
...
Gözlerimi açtığımda kendimi o her zaman beyaz ışıklarından nefret ettiğim, kendine has ama itici bir kokusu olan hastanede buldum. Bir hemşire hemen doktora haber verdi "Hasta kendine geldi." diye. Gözlerime bir ışık tuttu doktor, parmaklarını en önce beş sonra yedi, bir, dört diye sayıları işaret etti. Hepsini yanıtladıktan sonra "Gördüğünüz gibi çok mühim bir durumum yok. Çıkabilirim değil mi?" Doktor "Efendim, polisler iş icabı size birkaç soru soracaklar, çünkü sizi buraya çarpan kişi getirmemiş. Çarptıktan sonra devam etmiş yoluna." Bense şaşırmıştım ama büyük bir şaşkınlık değildi. Gözlerim kapalı yolda yürürken suçu başkasında ararsam haksızlık olurdu. "Öyle mi, kim getirdi o hâlde?" Doktor "Sanırım sizi yolda gören biri. Kim olsa aynısını yapardı." Doğruydu. "Haklısınız" diyebildim "Taburcu olabilirim o hâlde?" Saçları kır ama yıllara hiç aldırış etmeyen karizmasıyla "Ailenizi arasaydık. Çünkü bu olaydan sonra başınız dönecektir, doğaldır ama endişelenmeyin." dedi doktor. Burada değillerdi ki gelebilsinler, hem olsalar da aramalarını istemezdim. Şimdi haber verseler annem ortalığı ayağa kaldıracak, bire bin katıp hasta muamelesi yapacaktı. Her gün araşıp konuştuğumuz için, telefonda saatlerce kendine iyi bak'lar, daha dikkatli ol'lar uçacaktı. "Lütfen, ben gidebilirim. Sağ olun yine de uyardığınız için." deyip gülümsedim. Karizmatik doktor da, başını sağa sallayıp gülümseyerek onayladı. "Yalnız" diye seslendi, "Polislerin yine de sorusunu cevaplamak zorundasınız" Gözlerimi devirip başımı tamam anlamında oynattım. Polislere de aynı şeyleri anlattıktan sonra hastanenin çıkışına yöneldim. Hastane güvenliğine bana taksi çağırması için rica ettim. Beklemeye başladım ama taksi yarım saattir gelmedi. O kadar da zamanım yoktu, annemler aramadım diye kim bilir neler kurmuşlardı kafalarında. Telefonu çıkarıp mesaj atmayı düşünürken şarjımın bitmiş olduğunu görünce "Ne gün ama!" diye sesli düşündüm. Hastaneyle mesafesi olan durağa yürümeye karar verdim ama hastanenin bahçesi o kadar büyüktü ki çıkışına gelemeden gözlerim karardı, bir direğe tutundum. Sonra hiç görmediğim biri beni tanırmışçasına "Sen neden kazadan sonra tek başına çıkarsın ki?" diye tuttu beni. Beş-on dakikaya kendime geldikten sonra "Sen de kimsin? Hem nereden biliyorsun kaza geçirdiğimi?" diye sordum. "Acaba nereden?" Aptal gibi suratına bakışlarımdan anlayacak ki "Seni ben getirdim buraya" diye yanıtladı soru soran gözlerimi. Şimdi anladım, biraz tahmin edebilirdim ama o kadar yorgun düşmüştüm ki düşünecek hâlim yoktu. "Teşekkür ederim, kusura bakma kendime anca anca gelebiliyorum. Kurtarıcım falan mısın, ikinci seferde de beni bulman tuhaf." diye endişenin ufacık tozuyla birlikte karşımdaki yabancıya gülümsedim. O da gülümsedi; sıcak bir gülüşü vardı "Arkadaşım da bu hastanede, bahçeye hava almak için çıkmıştım." dedi. "Öyle mi, çok geçmiş olsun. Tekrar teşekkür ederim, artık eve dönsem iyi olur; ev arkadaşım beni merak etmiştir." Teklifte bulundu "İstersen ben bırakabilirim." diye. "Sağ ol, teşekkür ederim ama gidebilirim iyi hissediyorum. İyi akşamlar." Anlayışla başını salladı. Beni bir taksiye bindirdi ve camdan dışarıyı izledim. Kararan gökyüzünü... Ne de güzeldi!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Oyun Sahnesi
RomanceAnlamını bilemediğimiz çok şey yaşarız hayat boyunca. Çözümünü bilemediğimiz, yıpranmaktan korkup olay kahramanı olmak istemeyişimiz, daima uzaktan seyredişlerimiz bizim yazgımızdı. Aslında başrolüydük kendi hayatlarımızın, hayallerimizin... Sessiz...