KUYU

772 60 203
                                    



Bir kör kuyuya düşmek, oraya bile isteye atlamaktan daha önemlidir. Atlamak kuyunun çağırdığı anlamına gelmeyebilir fakat düştüysen kuyunun dibinde seni çağıran bir şeyler vardır mutlaka.

Adeline, üniversitenin hazırlığı üzerinde aylardır kafa yorduğu partinin mekânına adım atmıştı nihayet. Burası yüksek bir dağın tepesi değil de basit bir ayak altı yer olsaydı, gelip gelmemek konusunda binlerce şüphenin içine düşebilirdi. Burada şehrin gürültüsünden kopup -gerçi müziğin gürültüsü de şehrin gürültüsünü aratmıyordu- biraz olsun nefeslenebileceği fikri bile iyi etmişti kendisini; yıldızlara, gökyüzüne, doğaya, doğanın her bir uzvuna hayrandı.

Başını yukarı kaldırıp gecenin ve geceye serpiştirilmiş yıldızların güzelliğini izleyerek ilerlerken, ayağı takılıverdi renkli minderlerden birine. Neyse ki, erkek arkadaşı tam da o sırada tuttu kolundan. "Dikkat etsene Adeline! Gökyüzüne değil, bana bakacaksın."

Kırgın olduğu erkek arkadaşının avucunun içinden kurtardı kolunu. "Biraz daha sabredip buluşmayı bekleseydin beraber gelecektik, dikkat etmeme de gerek kalmayacaktı o zaman."

"Ne yapabilirim?" diye çıkıştı Henry. "Sen de çok yavaş hazırlanıyorsun."

Genç kız hayretle döndü erkek arkadaşına. "Üç saatte de hazırlanıyor olsam beni beklemen gerekiyordu."

"Ayrıntılara çok takılıyorsun." Elini genç kızın belinden geçirip adımlarının ritmini onunla eşleştirmeye çalıştı. "Aslında," derken bıyık altından güldü. "Ayrıntılardan çok minderlere takılıyorsun." Kısık sesini muzipçe öksürüğe çevirdi. "Neyse, şimdi bunu bırakalım da partinin tadını çıkarmaya bakalım."

Yanlarından geçen arkadaş gruplarına sahte gülümseyişlerini saçtılar. Dışarıdan onlara bakan kimse şu an tartışmakta olduklarını iddia edemezdi.

"O kadar komiksin ki." Gözlerini devirdi. "Sen partinin tadını çıkar, hatta güzel kızların da."

"Bu nereden çıktı? Boşuna kıskançlık yapıyorsun sevgilim."

Henry'nin bu kayıtsızlığı delirtiyordu Adeline'i. Sakin kalmaya çalıştı, uzaklaşmadı erkek arkadaşından. İyi ya da kötü, gece başlamıştı işte. Eve mutlu dönmeyi diledi.

Yaklaşık bir buçuk saat geçmiş olmalıydı. Müziğin sesi kısılmış, herkes enerjisinin büyük kısmını harcamıştı. Adeline de yorulmamış sayılmazdı. Yine de tenine değen rahatlatıcı -bir o kadar da tüyler ürpertici- rüzgâr gülümsetiyordu onu. Henry de gönlünü almayı başarmıştı üstelik.

Turuncu minderin üzerinde Henry'nin göğsüne yatmış hâldeyken gözü ilerideki karanlık ormana takıldı. Daha önce farkına varmamıştı bu görüntünün. Rüzgâr esiyordu esmesine ama karanlıkta kalmış ağaçlar nasıl bu kadar kıpırtısız durabiliyordu?

Henry hızlanmış nefesi fark etmiş olmalıydı ki ne olduğunu sordu genç kıza.

"Hiç." demekle yetindi Adeline. Ardından daha geniş -ve gerçek olmayan- bir açıklama yapma isteği duydu. "Oksijen fazla geldi sanırım, bir an nefes almakta zorlandım."

Nefesini yeniden yoluna koymaya, dinginleştirmeye çalışarak, bir yandan da Henry'nin söylediklerine ufak tefek tepkiler vererek izlemeyi sürdürdü ormanı. Tuhaftı... İzlerken ne bir korku oluşuyordu içinde ne de onu tedirgin eden bir his vardı. Tarifi olmayacak bir huzur parçası sallanıyordu yalnızca; sanki yapraklar yerine içindeki bu huzur oynaşıyordu rüzgârla.

Bir anda ayaklandı. "Ben lavaboya gidip geleceğim." dedi Henry'nin sorgulayıcı bakışlarına karşılık.

"Dikkat et, yine takılma minderlere." Kalkıp Adeline'e eşlik etse ne kaybederdi?

KUYUHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin