Bölüm 1

7.2K 253 51
                                    

      Herkesin bildiği ama dile getirmeye çekindiği bir fikir vardı:

      Talia Williams aklını kaybetti!

      Birkaç yıl önce karşılarına geçip onlara istediklerini ama beklemediklerini verdiğimde Konsey'in altı güçlü üyesi ve sözde hepsinden daha güçlü olması gereken o adam da böyle düşünmüştü. Beni bu yola iterken üzerinde yürümeyi kabul edeceğimi tahmin edememişlerdi. Ben de beklemezdim. Düşüncesi bile korkunç olan bir mesafeden söz edilmişti. Durduğum bu güverteden bakınca gerçekten de delirmiş olabileceğimi düşünmeden edemiyordum. 

      Geminin içinde berbat bir hava vardı. İnkar ile kabullenişin, umutsuzluk ile umudun beyinlerden görünmez dalgalar halinde yayılıp havada çakıştığını hissetmek mümkündü; bazen bunlar dile gelir ve ben odaya gelene kadar tartışma devam ederdi. Sırtımı dik tutardım ki her şeyin kontrolüm altında olduğuna inansınlar. Ancak gerçek pek de öyle değildi.

      İçimdeki korku beni yavaş yavaş tüketiyordu. Eskiden bu kadar korkunç olmadığını biliyordum. Eskinin eskisinde ise aynı şeyleri hissetmiş olmalılardı. Büyüklerimizin bu duruma uyan bir lafı vardı: Dünya çalkalanmaya başladığında insanoğlu, gelecekten geçmişe yuvarlandı. 

      Elden ne gelirdi ki? İnsanoğlunun kumdan kalesini yıkan dalga geri çekilmeye başladığı anda yenisinin dikildiğini görürdü. Ve ben kalemizi yıkan o dalga yavaş yavaş çekilirken kaleyle kalmak yerine dalganın üzerine yürüyen bir kum tanesi kadar deliydim. Bizden götürdüklerini yakalamaya çalışıyordum. Avrupa'yı bulmak isteyen bir Kristof Colomb'tum. Bu sefer doğru yönde gidiyordum. Aşılması gereken bir başka sınır...  İşim buydu; tek bir sınırı korumakla beraber kalan tüm sınırları aşmak. Benden bakmadan ezip geçmem de beklenmişti ama her seferinde bakmıştım o üzerine basıp geçtiğim tarihe.

      İroniktir ki bu beni muhtemel geleceğimizin kıyısına getirmişti. Ve o kıyıda aklımda tek bir soru vardı: Dünyayı bir daha çalkalarsak, bu bizi nereye götürebilir?

      "Albay Williams."

      Yumuşak bir tonda mırıldanan unvanımın hemen ardından omuzlarımın üstüne konan kalın kumaşı parmaklarımla yakaladım. Binbaşı Devian yanıma geçerek kollarını demir korkuluklara yasladı. Sessizce gelmişti ve bir süre daha öyle kalmayı tercih edeceğini bilecek kadar iyi tanıyordum onu.

      O sırada ufuk biraz daha kızıllaştı, gök kubbe laciverte çaldı. Bu manzara karşısında Binbaşı elini iç cebine soktu ve metal bir kutu çıkardı. Rutin haline getirdiği hareketlerini göz ucuyla izledim. Kutudan bir dal çekti, yamuk yumuktu. Dudaklarının arasına usulca bıraktı ve rüzgara sırtını dönerek çakmakla yaktı. Kutuyu kapatıp yerine koyarken zehri de içine çekti. Sigarayı parmaklarının arasına aldığında dudaklarının arasındaki ince boşluktan yoğun, gri bir duman yükseldi. Suratıma duman gelmesin diye benden biraz uzaklaşmayı da ihmal etmemişti.

      Bana onu hatırlatıyordu. Doğrusu hiçbir zaman nikotinin onun koca koca dertlerine olan ufacık etkisini bildiği halde neden ısrarla kendini zehirlediğini anlayamamıştım. O koca dertleri de anlayamamıştım sahi, tek bildiğim oralarda bir yerlerde oldukları, tek bildiğim gözlerindeki yansımalarıydı. 

      "Onu mu düşünüyorsunuz?"

      Sigarasının yarısına gelmişti bile. Yüzünde hala o sıkkın ifade vardı, siyah diyemeyeceğiniz ama çoğu zaman simsiyah görünen gözlerinden de yorgunluk akıyordu. Benden daha uzun süredir bulunduğu bu dünyanın onda bıraktığı izler büyüleyiciydi. Yüzündeki her bir silik çizgi işinin ehli bir ressamın bile atamayacağı kadar hesaplı görünürdü ve o çizgileri atan yılların sayesinde insanın içini görürdü. Olduğundan daha olgun bir adamdı, sanki gerçekten bir ruhu varmış da yüzyıllardır yaşamış gibi. Böylece kahvaltılarda önümdeki tabağa boş boş baktığımda, toplantı odasındaki haritalara, özellikle de Atlas Okyanusu'na dalıp gittiğimde ne düşündüğümü biliyordu. Bazen haritaların üzerine eğilmişken göz göze geliyorduk ve yansımamı görüyordum.

Küllerin HükümdarlığıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin