10.Bölüm

2.7K 126 192
                                    


Küçücük pencereden sızan ay ışığının havada dağılırken bıraktığı ufacık zerreleri izlerler bir anda ürperdi Vuslat. Tek bir duvar boyunca sıralanmış kafeslerden oluşuyordu bulunduğu hapishane. Kafesler arasında bir engel olmadığından da sert bir esinti vardı içeride. Üzerindeki uçuş tulumuna iyice sarınmaya çalıştı kız ama fayda etmiyordu. Muhtemelen hasta olacaktı. Gecenin bir yarısı uçağı ruh hastasının teki tarafından düşürülmüş, kendisini fırlatıp denize indiğinde ise insanlıktan bihaber Yunan sahil güvenlik görevlileri tarafından karga tulumba çıkarılmıştı buz gibi sulardan. Devamı ise daha da kötüydü.

Kızı ıslak kıyafetlerine aldırmadan sürükleye sürükleye bu küflü zindana getirmişler, ne bir battaniye ne de temiz kıyafet vermeyi teklif etmişlerdi. Vuslat ise ağzını açıp tek kelime etmemiş asla da gardını düşürmemişti. Bilerek ona kötü muamele ettiklerinin farkındaydı. Yalvarmasını, yardım dilenmesini istiyorlardı.

Çok beklerlerdi.

Vuslat, soğuktan birbirine çarpmaktan dişleri kırılsa dahi ağzını açıp da tek bir kelime etmeyecekti onlara. Kalbi ülkesine duyduğu aşkın ateşiyle sımsıcaktı. Doğduğu topraklara, onu yetiştiren her bir insana borcunu ödüyordu o şuan. Halinden memnun, büyük bir vakar ile şehadet şerbetini tadacağı anı bekliyordu sadece. Yunanlılar onu bir kılıf uydurup mutlaka öldürecekti. Kendi olayından sonra iki ülke arasında bir savaş ihtimalinin gündeme geleceğini biliyordu Vuslat. Bu koşullar altında serbest bırakılması imkansızdı.

Tek üzüldüğü şey Eskişehir'de, giriş kattaki o küçük dairede onun yolunu gözleyen annesiydi. Biricik eşinden sonra bir de kızını toprağa vermek zorunda kalacaktı zavallı kadın. Yine bedensiz, boş bir tabut gömecek, her Cuma bu kez bir değil iki boş tabutun üstüne dikilen mezar taşlarının önüne sırayla gidip uzun uzun ağlayacaktı Cevriye Hanım. Babasının naaşı Ege'nin sularında kaybolmuştu en azından. Bu açıdan seneler boyu içleri rahattı. Vuslat'ın naaşına kim bilir neler yapardı bu Yunan köpekleri. Annesine, ülkesine vermeyecekleri, kendi toprağında huzurla uyutmayacakları kesindi de...

Bu görüntü geçerken gözünün önünden birden babası geldi aklına Vuslat'ın. Keşke babası gibi vurulduğu anda şehit düşseydi. Esaret bir lekeydi. Kendisi için pazarlık yapılacak olması fikri midesini bulandırdı. Türk ordusu pazarlık yapmazdı ama Vuslat kendini öyle bir pozisyonda bulmuştu ki ölüm ihtimali dışında hiçbir alternatif yok gibiydi. Keşke anneme esir düştüğümü söylemeseler, vurulduğu anda babası şehit olmuş deseler diye içinden geçirdi genç kız.

Tüm görüntüler kafasının içinde uçuşurken hapsedildiği kafesin tek duvarına iyice sinmiş ancak esen nemli rüzgarla fark etmeden titremeye başlamıştı. Kendisinde birkaç metre ötede, sırtı duvara dayalı oturan adam ise başını dizlerinin arasına almış öylece kıpırtısız duruyordu getirildiklerinden beri. Vuslat kendi uçağını düşüren ruh hastasının yanındaki hücreye koyulduğunu, ona hiçbir şey söylenmese de anlayabilmişti, zira adam da kendisi gibi bir uçuş tulumu giyiyordu. Bu gerçeği idrak ettiği ilk an aklını yitirecek gibi olmuştu. Bir anda kendisini iki hücreyi ayıran parmaklıklara asılmış, avazı çıktığı kadar bağırır halde bulmuştu. Adam ise tek kelime dahi etmeden oturduğu yerde yeri izlemeye devam etmişti. Adamın bu kıpırtısız hali, zindana ziyarete gelen her kişiyle daha da taşlaşmıştı çünkü hücreye her gelen istisnasız ona bağırıp çağırmıştı. İsminin Lucas olduğunu da bu azar seansları sayesinde anlamıştı kız. Şimdi büyük bir nefretle, gözlerini dahi temas ettirmek istemediği adamı tamamen yok sayıyordu kız.

Lucas'ın içinde ise kocaman bir Gordion düğümü vardı kırmızı düğmeye bastığı andan beri. İnandığı, ışığında yetiştirildiği, uğruna canını vereceği tüm değerlerini tek tek sorguluyordu adam. Lucas bir askerdi. Daha önce de tetiğe basmışlığı vardı ama ilk kez pervasızca ve amaçsızca birinin canını alacak raddeye gelmişti. Kendisini o delilik haline itenin ne olduğunu bulmaya çalışıyordu adam hücreye atıldığından beri. Kim gelmiş, kim gitmiş, ona ne ceza verilecek, savaş başlamış mı başlamamış mı asla umurunda değildi. Saf bir tatmin duygusuyla bir insanın canına kast etmiş olmanın vicdan yükü her şeyden daha ağır geliyordu adama. Kendi iç dünyasının derinlerinde ışığını yitirmişken etrafına ördüğü duvarları bir ses yıktı.

DiademHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin