SANRI

13 1 0
                                    

Alaz uyandığında saat sabahın altısıydı ve bütün çiçekleri solmuştu. Üç sabah önce onları almak için evinden çıktığında insanlarla yaşamanın zor, fakat çiçeklerle yaşamanın kolay olduğunu düşünüyordu. Ne vardı ki? İliklerine kadar hissettiği hiçliği çiçekleriyle paylaşır ve karşılığında onları yalnızca toprakları siyahlaşana kadar sulardı. Balkonunun güneş düşmeyen bir köşesine düşüp, renklerinin siyaha çaldığı çiçeklerinden özür diledi.

Bir hiç, ancak hiç etmek için var olabilirdi.

İncecik bedeni içerisinde kaç ölü barındırdığını unutup, az önce avuçlarını buladığı toprağı banyo lavabosuna akıtıp, gözlerinin altındaki morluklarla karşılaşınca annesini hatırlayıp, salona adımını atarken düşündüğü onca şeyi banyoda bıraktı.
Oysa bugün diğerlerine benzememeliydi.
Bugün düşündüğü ne varsa sonuna kadar düşünmeli ve bir daha düşünmemeliydi. Fakat unutmak, çok içecek kadar hatırlayıp, ağlayamayacak kadar unutmak onun lanetiydi.
Sigarası dudağının kenarında çırpılmayı beklerken kapı ziliyle yeniden tanıştı.
Beklediği kimse yoktu. Hoş, uzun zamandır beklediği kimse yoktu.
Aslında, kimse yoktu.
Önce ellerini gördüğü kadın evinin kapısına doğru yürürken, ellerin kime ait olabileceğini düşündü. Kime ait olabilirdi de, dudağına tuzdan bir damla bıraktırabilirdi o kırışıklıklar?
Yorgun görünüyorsun.
Ellerim o kadar kırışmış mı sahiden?
Neden bu kadar geç kaldın?
Anca, seni yaşıyordum.

Güneşi bir kavuşmayla vedalayan Alaz, kavuşmayı da o içinde büyüdüğü barın bordo taburelerinde kutlamaya karar verdi. Kadın konuşulacak kadar beklenilen, fakat konuşulmaya yeltenilemeyecek kadar korkutan bir kimliğe sahipti. Ve belki tüm bunları kolaylaştırmak için birkaç bira yeterdi.
Barın karşı tarafından Yağız'a çatallı bir tonla seslendi;
Bize iki bira vermek için sebebin var mı?
Yağız Alaz'ı severdi fakat Alaz'ı ayık görse, onunla yeniden tanışmak zorunda kalırdı. Ve belki bu tanışma bir memnun olmayla sonlanmazdı.
Sana iki bira vermemek için sebebim yok.
Yağız Alaz'ın yalnızlığından biz diye bahsetmesine alışıktı. Kafasındaki o dünyadan habersiz masaya bıraktığı iki biranın sadece bir sonraki iki birayı geciktireceği kadarını biliyordu.
Nereden başlamalıydı Alaz? Kadına nerelerde olduğunu sormalıydı belki? Ona nerelerde üzüldüğünü sormak belki de daha samimi olurdu? Ya da istediğin oldu mu? Dese direkt? Sorularından ve sorularının açtığı kapılardan içeri girerken, kadının sesi tüm kapıları üzerine kapattı.

-Sana bunca yolu boşuna yürüyorsun ve sırf bunu söylemek için geldim desem, bana ne dersin?
-Ben yürümüyorum ki, bir yerlerde birkaç bir şeyler içiyor tüm birlerimi sıfırlayınca eve gidip uyuyorum.
-Alaz, bir hiç gibi yaşıyorsun ve hiç gibi hissediyorsun değil mi?
-Sen çok olabildin mi?

Alaz cevabını en çok öğrenmek istediği o soruyu nasıl soracağını hiç düşünmeden, bir diş düşürür gibi soru vermişti. Karşısındaki kadın, onun yirmi yıl sonraki haliydi. Kendisinin yirmi yıl sonraki haliyle bir bira içmek de, en büyük hayali.
kadın; titrek elleriyle sigarasını küllüğe götürürken, dudaklarının yarısını tebessüme kurban edip anlatmaya başladı;
-Çiçekleri sevdim Alaz, hayvanları sevdim. Önce, bana cevap vermeyecek ve bana soru sormayacak ne varsa yalnızca onları sevmekle başladım yalnızlık serüvenime. Daha sonra sigara sevdim, şarap sevdim, mum sevdim, kalem sevdim, sokak sevdim ve sokak lambalarını. Keman sevdim, arşe sevdim. Bir yanlışlık vardı, gittikçe kalbi olmayana sevgi duyuyordum. İnsanları özlemiyor, ihtiyaç duymuyor, onlara karşı vicdan ve merhamet duygusu besleyemiyordum. Yitirdim. Kendimi bir hiç gibi hissetmekten, bir hiç'e evrildim. Bana kızma Alaz, seni değiştiremedim. Elli iki yaşıma kadar yaptığım en iyi başlangıç eski saksıları çöpe atıp, balkona yeni bir çiçek almak oldu. Ve yeni dediğim çiçekleri de iki günde eskitmek. Yüzümün tüm rengini bu barın ışıklarına bağışladım. Güneşe ve geceye küsüp, kendimle, kendi bedenime misafir edilmiş gibi yaşadım. Ellerimi, gözlerimi, saçlarımı sahiplenememek gibi bir lanetle çürüttüm günleri. Hiçbir yerde kalamamak, hiçbir yere gidememek, hiçbir yerde duramamak gibi bir eziyetle. Ve şimdi bir şeyi başarmış gibi karşındayım işte. Başarılacak bir şey varmış gibi.
Alaz alt dudağını ısırmış, gözünden akan yaşı az önce Yağız'ın getirdiği 5.bardağa düşürmüş, boğazındaki yumruğu ağrılı bir yutkunmayla içine itmiş, nasıl hiç olacağını dinliyordu. Bir fırtına gelmiş ve tüm şehri alaşağı etmiş gibi, içinde yaşadığı o umut cenneti yok olmuştu. Nasıl cevap vereceğini, yahut verilecek bir cevabın olup olmadığını sorgularken, içkisinden bir yudum alıp her şeyi bir anda bıraktı. Kucakladığı içi dolu bir tepsiyi, "bunu nereye götürüyorum ki?" sorusuyla, akabinde "götürsem ne olacak ki?" boş vermişliğiyle bıraktı.
Bir bardağı düşürür gibi değil, bir bardağı fırlatır gibi bıraktı.
Güneş doğmaya yakın uyuşmuş dirseklerinin verdiği rahatsızlıkla başını masadan kaldırdı kadın. Çok içmişti. Başı duvara defalarca vurulmuş gibi ağrımasa, varlığını hissetmeyecekti. Elleri sigara paketine uzandığında boş olduğunu fark etti. Bir de ellerini. Ütülenmeyi unutulmuş bir gömlek kadar kırışık ellerini.
-Yine çok içtin yaşlı kadın. Öyle çok içtin ki tüm gece boyunca iki servis yaptırdın bana.
-Alaz, Alaz nerede?
-Sana bir ayna getirmemi istemiyorsun değil mi? Kendini mi kaybettin yine?
-Buradaydım, saçlarım henüz siyahtı. Alaz nerede?
-Seni eve bırakmamı ister misin?
Yağız, barın bütün bardakları paramparça olana kadar Alaz'ın aklını yitirişini izledi. Ellerini kesişini, dudaklarının titreyişini, uzun zamandır ağlayacak bir neden bulamamışlığına kızıp, bu yitik kadının küflü sanrılarını yutkundu hıçkırığıyla beraber.

Saçlarını kafasına alıp çıktı sokağa kadın. Ellerini bulamıyordu.
Bulsa...
Belki üşürlerdi.
Belki üşürdü de elleri, ceplerine girerlerdi.
Hemen sonra ceplerini yokladı gözleri.
Yoktu.
Kadın, baştan aşağı yoktu.
Bir yokuş bulup, yokluğuna düşer gibi kayboldu...

SANRIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin