insanın ömrü boyunca, yaşlanmayan tek parçası kirpikleriydi.
vakit geçtikçe aşınan ve solan saçlarımız, genişten dara doğru sürüklendiğimiz kara delikte buruşan derimiz ve küçülen bedenimizin aksine, asla solmayan, beyazlamayan parçamızdı kirpiklerimizin rengi. gözlerimiz bile yaşlanır, kalbimizin aynası olarak bildiğimiz bu organın nesnesel gerçekliği bile çatlardı. belki de tanrı, gönlümüzün gözünde sıkıntı oluşmasın diye bize daha iyi bir bakış açısı sunmak istemiştir, yahut tanrı, dünyayı siyah beyaz görmeyelim istemiştir. öyle ya da böyle; bir sebebi vardı ve midoriya bunu merâk ederdi. sorgulayan zihninde dolaşan tilkiler yemlerini bekliyor, büyük bir açlığın yola açtığı vahşet dolu bakışları insanları korkutuyor, ve bu tilkilerin sahibini deli olarak görüyorlardı.
midoriya toplum tarafından sürü psikolojisiyle dışlanmış bir bireydi. insanlar ondan korkar ve iğrenirdi. hâlbuki midoriya; belki de görüp görebileceğiniz en zeki insan olabilir, en yaratıcı fikirlere sâhip bir düşünür olabilirdi. bu tür bir ankette birinci olacağı tartışmasız kabûl edilirdi; çünkü midoriya'nın tilkileri, siyahtı.
solan umutların, kazanılamayan onurun ve elde edilemeyen başarının simgesi siyah; her rengin gazâbına uğrayabilirdi. ama siyah öyle bir renkti ki, ne başka bir renk dökülebiliyordu üstüne, ne de izi kalıyordu. diğer tüm renkler siyaha saygı duyuyor, biât ediyor ve yüceliğini kabulleniyordu. midoriya siyahtı, tilkileri gibi. saçları yeşildi, gökyüzünden kaybolurken güneş, son ışınlarını gökyüzüne armağan edip ortamı yeşillendirmesi gibi.
güneşin son ışınlarını tekrar ve tekrardan gökyüzüne armağan etmesine dakikalar vardı; midoriya kum saatinden zamanı takip ediyor ve zamanın kibâr oluşunu izliyordu. kum taneleri azalırken, son kum tanesi de hızla dostlarının yanına katılmış, zaman durmuştu.
arkadan gelen ayak sesleri de olaya katılmıştı.
"kacchan..."
hırsın alev şekline bürünüp aldığı o can alıcı renk gözlerinde, bir alevin yangın çıkardığına yemin edebilirdi. "yine ne var deku? tilkilerinin açlıktan ölmek üzere olduklarından mı bahsedeceksin?"
göz yaşlarını tutan barajların az sonra kırılacağından emindi. "susmuyorlar." ellerini kafasına götürdü, yeşil saçlarından sertçe tuttu ve çekti; acısını hissetmiyor, bunu çokça yaptığından dökülen saçları bile mikrop dolu yere düşüp ölecek olduklarını umursamıyordu. sesini yükseltti. "susmuyorlar, susmuyorlar! durdur artık onları! ne duruyorsun?!" ayağa kalktı. "dayanamıyorum... yapamıyorum, susmuyorlar..."
aydan çaldığı soğuğu eldiven olarak ellerine giymiş gibiydi. bu ellerle tuttu; güneşin eldiven olarak giyildiği o elleri. "ne yapmanı istiyorlar?"
yutkundu. "seni öldürmemi." barajlar yüksek bir çatlama sesiyle kırılıp; ardı ardına kesilmeksizin duvarları yıkılırken, oğlan tüm sesleri içinde bastırıyordu. "bana bir faydan olmayacağından bahsediyorlar."
"o zaman onlara söyle", oğlanın kulağına eğildi. "onları ben öldüreceğim; aç bırakarak."
içinde patlamaya başlayan yanardağlar, organlarını kavurup mahvederken; odak noktası bulanıklaşmış, dengesini kurmakta zorlanıyordu. geriye doğru birkaç adım topalladı; elini, tutunabileceği ve dayanağı hâline getirebileği ahşap bir sehpaya yasladı. sehpa bile bu patlamadan etkilenmiş olacak ki titriyor, ve bu baskı altında içten içe kırılıyordu. sehpanın çıkardığı ahşap sesleri başını ağrıtıp sinirini bozarken; sehpayı kırmamayı diledi.
ama her şey için çok geçti.
"sana, bana yardım etmeni söyledim!" sehpa çoktân kırılmış, yerini yalnızca ahşap parçalarına bırakmıştı. adamın üstüne yürüdü. "tilkilerimi öldür demedim sana!"