°Bölüm~1°

57 8 45
                                    

~

Melekler beyaz değildir. Herkes onların kanatları olduğunu, ışıldadığını, bir nur gibi göründüklerini söyler fakat bu yanlıştır.

Melekler gölgelerdir. Onlar gölgelerdir ki ışığı, yolu görebilelim. Onlar ışık olsaydı, gölge kim olacaktı? Eğer, biricik ve tek olan yaratıcı melekleri gölge yapmasaydı biz dünya üzerinde bu kadar fazla güzelliği görebilir miydik gerçekten?

İşte tam da o an kameramın merceğinden birazdan çekecek olduğum dünyama baktım ve bunları düşündüm. Gölgenin güzelliği işte tam da bu fotoğrafta ortaya çıkacaktı. Bir kaç saniye sonra güneş tam doğmak üzereyken, dünyaya mavi ışık kütleleri yayılıyor ve ben bir dağın tepesinde, aşağıda oluşan renk cümbüşünü bütün güzelliğiyle ellerime alırken deklanşöre işte tam da o zaman bastım. Fevkaladeydi...

Fotoğrafa baktığımda melekleri gördüğümü sandım. Onları ve onların gösterdiği güzellikleri. Bu fotoğrafı bastırdığımda ve sergime koyduğumda eminim daha muhteşem gözükecektir. Çünkü o zaman gölgeler daha belirgin, renkler daha canlı çıkacaktır. Gökyüzünde ki su kütlesi fark etmeden ağaçların üzerinde aslında hiç olmayan renklerin çıkmasını sağlamıştı. Ağaçların arasından gökkuşağı misali yayılan ışık süzmelerinin ardında derin ve soğuk gölgeler fotoğrafı eşsiz kılıyordu. Da Vinci'den farksızdım şuan. Elimde Monalisa'm ile duruyor, kimseye göstermek istemiyordum. Bir tekneye atlayıp, tamda denizin ortasında, eleştirel bütün gözlerden uzak saatlerce sanat eserimi incelemek istiyordum.

Elimde monalisanın kaderini yaşayacak bir fotoğraf tutuyordum. Tabi şuan ki sanat anlayışı farklı. Rönesans döneminin sanat üzerinde düşünen, eleştiren, değer gösteren zihniyeti artık ne yazık ki yok. İnsanlar sanat eserlerinin sergilendikleri yerleri ya turistik amaçla geziyor ya dalga geçmek için... İşte tamda bu yüzden aslında monalisanın tam yanına koyulabilecek olan fotoğrafım, rönesans döneminde olmadığımız için, basit bir galeride sergilenecek, en basitinden dünyada az göz görebilecek ve belki dalga geçilecek, belki de yerli yersiz bir sürü eleştiriye mağruz kalacaktı.

Tüm bunlara rağmen bu fotoğraf sergilenmeli, diyordu iç sesim. Ve tabi midem de, yemek ye! diyordu. Eh, ona da bir şey diyemem tabi. Bu hayatta fotoğraflarımdan sonra en değer verdiğim şey midemdir. Saatlerdir uyanık olmama rağmen onu doğru düzgün doyurmuyor, atıştırmalıklarla geçindirmeye çalışıyordum. Açım ben, doyur beni!

Midemin yaydığı sinyallerin sonucunda çabucak toparlanmaya karar verdim. Tabi bugün dünya -böyle bir güzelliği çektiğim için bile olabilir- sanki benimle oyun oynuyor, Onu kaybetmemi istiyordu. Ki! Zaten amacına ulaştı. Bir anlık aceleyle toparlamaya çalışırken eşyalarımı, fotoğraf makinemde duran bellek gözümün önünde yavaşça aşağı düştü ve kayboldu. Olamaz, olamaz, olamaz, olamaz! Böyle bir şey nasıl olabilir! Hayır! Tam da böyle bir kareyi yakalamışken, onca çalışmam, 2 yıllık emeğim varken... Böyle bir şey olmaz. Onu hemen bulmalıyım! O an ki stresle ve bu düşüncelerle çimlerin arasını dakikalarca aradım. En son ağlayacak duruma geldiğimde ne yapacağımı düşünüyordum.

Kendimi yavaşça çimlere bırakıp gökyüzünü seyretmeye başladım. Gerçi o bile bombuştu, kafamı dağıtacak şekilli bulutların hiç biri yoktu. Ne yapacağımı bilmez bir halde, çaresizlik içerisindeyken karnım tekrar guruldadı. Ehh yapacak bir şey yok bende gofret paketimi aldım.

Hayatın benimle başka bir dalga geçme şekli olması gerek ki, gofret paketimin içinde sert bir şeye rastladım. Çıkartıp baktığımda -özellikle nereden çıktığına ve ne kadar süredir aradığıma bakacak olursak- sinir bozucu bir şekilde karşımda çalışmalarımın bulunduğu bellek duruyordu. Hani o şey oraya nasıl girmiş olabilirdi ki? Durup sinirden gülmeye başladım ama aynı zamanda da içimde bir coşku, bir sevinç kıvılcımı patlıyordu. Onca yıldır dağ tepe demeden gezdiğim ve tepindiğim bazen mükemmel anı yakalayamadığım için çok sinirlendiğim zamanlar boşa gitmemişti işte tam karşımda duruyordu. İçime su serpilmişti. Tekrar yere uzanıp belleğe bakmaya ve gülmeye başladım.

Birkaç dakika geçtikten sonra telefonum çalmaya başladı.

" Ya! Hyung, nerdesin sen? Seni kaç saattir arıyorum ulaşamıyorum. Hayır yani yanlışlıkla uyurken arayacağım diye de ödüm kopuyor, senin o haline katlanamıyorum çok korkutucusun. Bitmedi mi hala işin?"

" Ahh Jungkookah~ Başıma neler geldi bir bilsen. Midem bile bunca stresim yüzünden beni daha fazla zorlamamaya karar verdi. "

" Ne, Ne oldu!? Kötü bir şey yok değil mi!? Hyung bu kadar kötü ne olmuş olabir? Dur, dur. Geliyorum ben nerdeysen konum atmaya çalış. Kesin açsındır sen sana çorba alıp geliyorum hemen. Yolda anlatırsın."

" Hık! Acaba sen bir melek misin Jungkook? Acaba, sadece gölgelere değil de insanlara da saklanabiliyor mu melekler?"

" Ne diyorsun hyung? Açlık kafana mı vurdu anlamadım ki? Ne meleği, ne gölgesi? Uğraşamam şimdi bunlarla, zaten derse geç kaldım senin yüzünden. Geliyorum ben bekle."

Telefonu kapatıp tekrar gökyüzüne bakmaya devam ettim.

~

Nós dançamos sob as estrelas | NamjinHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin