Taraxacum

118 16 1
                                    

CloveLee:
Karahindiba... Nasıl anlatsam sana bu bitkiyi? Merak eder misin? Ya da hoşlanır mısın beraber üflesek beyaz tohumlarına uçuşmalarını izlerken. Otursak bir sahil kenarında; sessiz, sakin ve kimsenin olmadığı bir yerde. Sadece otursak. Doya doya izlesem seni, güldürsem ve üzüntünü unuttursam? Bunları beraber aşabilirdik. Sonucuna katlanabilir, O hep gitmek istediğimiz şehre gidebilir ve hiçbir şey olmamış  gibi yaşayabilirdik. Sana her şeyi unutturabilirdim. Arkamızda bırakabilirdik tüm dertlerimizi.

Sen beni unutmayı seçtin. Ve ben kaldım senin arkanda. Ben de değil hatta, sadece kalıntılar.

Aydınlanmanın sembolüdür karahindiba. güneşin sembolüdür. Sana seni anlatmama gerek var mı ki acaba? Yine de anlatmalıyım. Sözümü tutuyorum, belki aklımı kaybetmemem için bir köprü olurdu bu söz zihnime açılan.

Hatırlıyor musun? Çok mutlu olduğumuz o günü? Ben hep mutluydum seninleyken ama, bu sefer sende de bir şeyler vardı. Uzun zamandır beni yanında istemiyordun, bana kapıyı açmadın, okul çıkışlarına geldiğimde hep kaçtın. Annem seni çok sever, o davet edince kıramaz gelirdin, gelmedin. Gerçekten seni kaybetmeye başladığımı düşündüğüm uzunca bir zamandı.

Sabah, daha gökyüzü aydınlanmamışken gelen arama sesine uyanmıştım. Sen arıyordun. Sadece saniyelik bir dalgınlıktan sonra elime telefonu almak için hızlıca kıpırdanmış, yataktan düşmüştüm. Bunu sana söylemedim tabii, benimle kesin dalga geçerdin. Aramanı açtığımda kısa süreli bir sessizlik oldu. Bilmiyordum. Beni arayan sendin ve sessiz kalıyordun. Birkaç saniye sonra burnunu çekip boğazını temizledin. Ağladığını düşündüm. Yemin ederim, direkt şortumla ve çıplak göğsümle sabah ayazına çıkmak üzereydim. Ağladığının düşüncesi beni delirtirdi. Ancak öyle olmadı. Güzel ve şen sesin yankılandı kulaklarımda.

Hadi dışarı çık, bugün planlarımız var, dedin. Bana da senin hoodielerinden birini getir, diye de ekledin. Hızla camdan dışarı baktığımda, sokak lambasının altında duruyordun. Güldün, çıplak üstümü gösterip üşüyormuş gibi yaptın. Gözlerinin parıltısını görebiliyordum. Hızlıca üzerime kıyafetlerimden birini geçirip senin için en kalın olanını yanıma aldım. 

Aşağı indiğimde bana koştun ve sarıldın. Donghyuck, ağladım. Sana sarılırken o an ağladım. O kadar özlemiştim ki seni, sen sırtımı okşarken, kokunu içime çekerken cennetime kavuştuğum için ağladım. Ayrıldığımızda yanaklarımı silip elimden hoodiemi kaptın ve bir çırpıda giyip kolumdan tuttun.

"Bugün yapacak çok işimiz var Mark. Uykunu almış olsan iyi edersin."  Almamıştım. Ama bu da önemli değil. Ne yapacağımızı merak ediyordum. Bana haber vermemiştin ve o kadar enerjiktin ki ani olmasına rağmen aylardır bugünü planlıyormuş gibi hissetmiştim. 

Beraber yolda yürürken sen neredeyse sekiyordun. Etrafı izliyor, yavaş yavaş açan havayı içine çekiyordun. O gün bir çocuk gibi  mutluydun.

"Planımız ne?" diye sorduğumda bana gülüp yanağımı öptün. 

"Sadece seni sevmeye vakit ayıracağım birgün. Onun dışında ne dilersen." dedin. Küçük dilimi yutacaktım. Koluma girdin ve ana caddeye yürürken çeneni omzuma koydun.

Gideceğimiz yere sen karar veriyordun. Nereye gittiğini bilmediğim bir otobüse bindik ve sen cam kenarına oturup kafamı omzuna yasladın. Yanında bir çanta vardı.

"Uyu aptal. Gözlerinin altı mosmor. Ben seni uyandıracağım." Uyudum. O kadar huzurlu uyudum ki bu huzuru bundan sonra sadece son bir kez yaşayabileceğimi biliyordum. Ben gözlerimi kapatırken sen çantandan kalın kapaklı bir defter çıkardın.  

Beni uyandırdığında Ne kadar olmuştu bilmiyorum ama tanıyamadığım bir yere gelmiştik. Küçük bir sahil kasabasını andırıyordu. Otobüsten indiğimizde hava iyice aydınlanmıştı. Ama etraf oldukça boştu. Bana gülümseyip sarıldın. Elini belime yerleştirirken bende seni omuzlarından sardım. Beraber küçük bir lokantaya girip kahvaltı ettik. O kadar lezzetliydi ki, kalbime söz geçirebilsem tekrar giderdim. Mutluyduk, gülüyorduk. En önemlisi sen gülüyordun. Lokantadan ayrıldığımızda merakıma yenik düşüp sordum:

"Neden bu sahil köyüne geldik?" Beni cevaplamadın, ama ben durgun gülümsemenden aslında cevabımı aldım.

"Doğum günüm yaklaşıyor." Kıkırdayıp seni daha sıkı sardım.

"Hadi ya, öyle miydi cidden." Dediğimde karnımı dirsekleyip güldün. Kolumun altından çıktın, kaşlarını kaldırıp dudaklarını ıslatırken tehditkar bir bakışla bana bakıyordun.

"Sanırım senin öleceğin günde yaklaşıyor, ha?" Saçlarını karıştırıp kolumu tekrar omzuna yerleştirdim ve saçlarından öptüm. Diyorum ya, gerçekten çok mutluydum.

"Sahi yaklaşıyor, ne istiyorsun hediye olarak?"

"Bu reşit olacağım yaş günüm.." Aniden durgunlaşınca daha sıkı sardım kolumu.

"Senden istediğim bir şey var, ama şuan söylemeyeceğim." Omuz silkip başımı salladım. Sen ne dersen oydu, hep öyle olmuştu.

"Doğum günümü bugün kutlayalım mı Mark?" Ani bir heyecanla sıyrılıp önüme geçerek yürümeye devam ettin. Ellerim yokluğundan istemsiz olarak ceplerimi bulurken kaşlarımı çattım.

"Daha iki ay var neredeyse, neden şimdi?" Kafanı gökyüzüne çevirdin, ardından bana dönüp asla unutamayacağım o gülüşünü gösterdin.

"Bugünü seni sevmeye ayırdığımı söylemiştim ya, bundan daha güzel hediyem olur mu acaba?" Soru sormaktan çok kendi kendine konuşuyormuş gibiydin. Sana yetişip yanında yürürken neyin olduğunu anlamaya çalışıyordum. Çok mutluydun ama bir o kadar da dalgın. 

"Aldığın en güzel hediyeyim öyle değil mi?" Cevap vermedin.

Akşama kadar eğlendik. Kocaman bir pasta yedik, Denize girdik, koştuk, seni izledim, beni öptün, sarıldın, bana güldün.

Akşam üstü, sahilde, kumlarda otururken ikimizde yorgunduk. Kuş sesleri geliyordu kulağıma, okyanus sesleri. Sen çok sessizdin. Durgunlaşmıştın. Yine. Seni kendime çekerken öylece güneşin batışını bekliyorduk.

Elinde bir karahindiba vardı. Narin ellerin ucu ucuna kavramıştı güçlü gövdesini. İzlerken bu çiçeği boğazını temizleyip kıkırdadın.

"Bu.." dedin boğazını temizleyip. Sana doğru döndüğümde yüzümü inceledin. Tüm uzuvlarımda çifter kez gezdi gözlerin.

"..Benim geçirip geçirebileceğim en güzel doğum günümdü." Gözünden bir damla yaş aktı. Neden bilmiyordum, nedense mutluluktan olduğunu düşündüm. Yanlış mı düşündüm? Hala bilmiyorum. 

"Sen bana izin verdiğin sürece," Gözlerini gözlerime sabitlemişken kırpmamak için kendini zorladığın belliydi. 

"Her gün sadece seni mutlu etmek için yaşayacağım." Güldün. Güneş batıyordu. Batmasın, gün bitmesin istedim. Gecelerim olmasın, gündüzlerde, güneşte saklanayım istedim. 

Öptün. O kadar sevgi doluydu ki nefes almayı unuttum. Karahindibayı elinden aldım, ellerin yanaklarıma giderken vücudunu benimkine yapıştırdın. Güneş yüzünün yarısına hala vuruyordu. Parlarken cildin gözlerimi kapatıp ellerimi birleştirdim belinde. 

Dudaklarımızı ben istemesemde sen ayırdın ve fısıldadın. 

"Sen benim alabileceğim en güzel hediyeydin. En başından beri, 13 yıldır."

"Seni seviyorum Mark." Bir rüzgar esti. Tek seferde, keskin bahar rüzgarları.

hem karahindibamı aldılar benden hem aydınlığımı. tohumların uçuşurken geriye sadece ben çırılçıplak ölü bir gövde olarak kaldım.

Güneş yüzünden ayrıldı.

Bahar geldi, sümbüller açtı, ve şimdi soluyor çiçeklerin. Her şey sana özenmiş, kışa hazırlık yapıyor.

Güneş battı. Ben gecemle başbaşa kaldım.

Ve sen ilk defa bana Seni seviyorum dedin.

Ayrıca Haechan, son defa.

(İletildi. 04:33)
...

Seni sevmeye bir ömür yetmiyor. Beni bir gününe nasıl sığdırabildin?

Hanakotoba✴ -MarkhyuckHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin