Soğuk kaldırım taşları... Güneşin nazlı ışıkları...
Hafif sisli bir ekim sabahı...
Dünün karanlığından yarının şafağına doğru seyrederken takvimlerin güz görmüş çınarlar gibi yaprak döküyor olması tedirgin etmiyor insanı.
Hayatın son anına kadar...
Ben Wilson...
Doğduğum günden bu yana 18 yıl geçmiş, ama zaman beni yaşımdan daha olgun hale getirmişti.
İnsan kendi kaderini kendisi yazar derler.
Kim bilir belki de doğrudur?
Ama yaşadıklarımın hiçbirini ben seçmemiştim.
Çocukluğumdan bana miras kalan güzel hatıralarım bir kelebeğinkiler kadar azdı.
Dublin'de küçük bir evimiz vardı bir zamanlar.
Bahçesindeki kıpkırmızı güllerimizin kokusu ve masallarıyla uyuduğum annemin şefkat dolu öpücüğüyle uyanırdım her sabah.
Çocukluk bir rüya gibiydi. Belki herkes bir gün bu rüyadan uyanırdı, ama benimki beklenmedik şekilde kâbusa dönüşmüştü.
Bir sonbahar gecesi evimizde yangın çıkmış, annem, babam, hatıralarım, bahçemizdeki güller ve sevdiğim her şey sanki bir anda kaybolmuştu ve ben, o tozpembe rüyadan henüz küçük yaşta uyanmıştım.
O günden sonra hayatım da, o yangında savrulan küller gibi darmadağın hale gelmişti.
Bu kaldırım taşları üzerinde yürüyen bir insan değil, etten bir enkazdı.
Yol kenarındaki cılız ağaçları birer birer geride bırakırken varıyordum bahçesi paslı tellerle çevrili ihtiyar okuluma.
Ve ellerimi ovuşturarak aralıyordum o eski kapıyı.
Adım adım çıkarken bastığım eski merdiven basamakları, en az benim kadar ümitsiz ve ıssızdılar.
Tozlu ayakkabılarım, sanki tükenmişliğime aldırmaksızın, benim irademden bağımsız yol almaktaydı.
Uyku ve uyanıklık arasında olmak gibiydi benimki.
Ölüm ve yaşam arasında olmak gibi...
Ben, yıllardır bu ince çizgideydim oysa.
Sabah ışığıyla aydınlanan dersliğe adımımı atıp, zihnimdeki gerçeklikten, gerçekliğin rüyasına geçerken gördüğüm bir çift gözün efsunlu parıltısıyla irkilmiştim bir anda.
Gözlerim, bu koyu kahverengi gözleri tanımış, sonra ürkek bir tavırla göz kapaklarımın ardına sığınmıştı.
Bakamadığı gözleri, tutamadığı elleri sevmek, çok sevmekti benimki.
Sevmek ve asla söyleyememek...
Karamsarlığa bürünmüş hayatımda bana huzur veren tek şeydi Nina...
Gözlerimi ondan alamaz olsam da, hiç bilmesin istiyordum ona hissettiklerimi.
O beni görmesin, işitmesin, hatta varlığımı bile bilmesin.
Bir sırdım sanki ben ve hep öyle kalmalıydım.
O geçip giderken salınarak yanımdan, ben sanki boşlukta kalmış, nefes alamaz olmuştum.
Baktığım her yer Nina olmuştu o dakikada.
Her ses, her koku...
Nefes almam bile Nina'ydı sanki.
Konuşabilsem o an, Nina'dan başka bir şey diyemezdim.
Varlığın ve yokluğun kuşattığı her şeydi sanki Nina.
Sabah öğleye, öğle akşama teslim ediyordu kendini.
Günler birbirine düğüm olmuştu.
Sanki her gün aynı sabaha uyanıyor, aynı kahvaltıyı yapıyor, aynı insanlardan aynı sözleri duyuyordum.
Bunalımın ve yaşadığım hayattan tiksinmenin en uç noktasında, kasvet sarmaşıklarına dolanmış bir halde buluyordum sürekli kendimi.
Nina, bu bataklığın üzerine karanlık geceyi aydınlatan ay gibi doğuyordu.
O bilmese de beni ayakta tutuyor, yıkılmamam için bana güç veriyordu.
Okuldaki zamanımın büyük kısmı Nina'yı seyrederek geçiyordu.
Ekimin rüzgârlarıyla salınan saçları, varlığımın üzerine çökmüş olan kara bulutları darmadağın ediyor, gülümsemesi kalbimin buzlarını eritiyordu.
Bir serap gibiydi Nina.
Asla ulaşamadığım, asla dokunamadığım...
Kalbimde var olan, beni var eden...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ekim Rüzgarları
General FictionSoğuk kaldırım taşları… Güneşin nazlı ışıkları… Hafif sisli bir ekim sabahı… Dünün karanlığından yarının şafağına doğru seyrederken takvimlerin güz görmüş çınarlar gibi yaprak döküyor olması tedirgin etmiyor insanı. Hayatın son anına kadar…