Sabahın ilk vazife saatinde Alay kumandanından
aldığı emir: — Siz hemen yanınıza iki er alıp
jiple yola çıkarsınız!
Birbuçuk-iki saat sonra oradasınız! Alay öğleden
sonra hareket edecek... Gece vaktinden önce
varamaz. Nahiye Müdürünü, mektep müdürünü,
köy muhtarını, eşrafını görürsünüz. Geceyi
orada geçireceğinize göre askere barınacak yer
bulsunlar.*. Artık mektep mi olur, köy odası gibi
bir yer mi, kahvehane mi, boş bir ev mi,
bilmem... Mırın kırın edebilirler. Becerikli
olmanız lâzım...
Solunda onbaşı şoför, arkasında iki er, jiple
gidiyor. Meslekten subayların diliyle (potas)
kılığındadır; yedek asteğmen... Askerliğini
bitirmesine bir ay yar... Bu arada en ağır işler de
karargâhda kendisine veriliyor. O ne anlar
Dstanbul'a 70-80 kilometre bir köye gidip de
arkadan gelecek birliğe yer hazırlamaktan...
Köye vardı. Klâsik köylerden biri... Bir minare,küçük bir meydan, çeşme ve ikişer katlı bir kaç
şişko binanın etrafında tek katlı, kerpiç üzerine
kireç badanalı evcikler...
Nahiye müdürü: — Vallahi teğmenim, bizim bu
nahiye merkezinde birkaç yüz kişilik kıtayı
barındırabilecek yerimiz yok!..
Mektep müdürü: — Dşte mektep; tek katlı, iki
büyük, bir küçük oda; dam altı!.. 40-50 kişiden
fazlasını almaz. Muhtar:
— Bizim burada, köy odası, boş bir konak,
ambar, depo gibi bir şey aramayın!.. Köyün
biricik kahvehanesindeki peykelerde ise,
sardalye balığı gibi üst üste dizseniz yine 40-50
jnsandan fazlasını yatıramazsınız.
Kahvehaneden çıkarken düşündü: — Alay
kumandanı gelsin de bu işin çaresine baksın..
Gözleri erlerini aradı. Jipi çeşme başına
çekmişler, kaynayan suyunu değiştiriyorlar...
Yürüdü.
Çeşme başında, elinde desti, erlerin su almayıbitirmelerini gözleyen bir kız... O da nesi?.. Bu
ne çarpıcı görünüş!.. Göz ucuyla, yarı
gülümsemeli kendisini süzüyor. Dçine düşen
alaylı his, masallardaki, sevgilisini görür görmez
yığılıp bayılan şehzadeyle, şehzadesinin
ardından yatağa düşen sırma saçlı kız...
Karşılıklı yıldırım çarpması... Ama ne bayıldığı
var, ne de ayıldığı... Kıza"da bir şey olduğu
yok... Son derece şahsiyetli, yarı gülümsemeli
bir yüz... O da gülümsemeye çalıştı ve kıza
yaklaştı.
Örgüsü beline kadar inen, koyu altun sarısı
saçlar... Açık kumral, parlak, örneksiz bir renk
tonu... Gözleri da saçlarına denk... Açık bir alın,
vezinli bir burun, kendinden kıpkırmızı, hafifçe
kaim, kaçak bir istihza bükümüyle kavisli
dudaklar... Çıplak ayak bileklerinde soylu
çizgilerin en incesi... Kapalıca, kavuniçi rengi
bir entariden giyimi içinde, öğretilemez ve
öğrenilemez bir vakar
ihtişamı... Yoksa masallardan kaçırılmış ve bu
köye hapsedilmiş bir sultan mı bu?.. Tuhaf şey!..
Bu manzaradan karanfil, tarçın, zaafran, ödağacı, günlük karışımı, içinde türlü renkler ve
kokular tüten bir Mısırçarşısı havası çarptı
yüzüne... Ve aynı karışımın tadı...
Elinde olmayarak sordu: — Erler sizi
bekletiyor!.. Boşaltsınlar mı çeşmeyi?. Son
derece hususi bir ses dokusu: — Ziyanı yok
efendim, beklerim,
— Siz buralı mısınız? — Evet... . — Dstanbulu
gördünüz mü?
— Hiç gitmedim. Götüren olmadı. — Adınız?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
AYNADAKİ YALAN
PoetryNecip Fazılın nadide ama pek bilinmeyen eseri okumanızı tavsiye ederim