If you can see me

839 41 10
                                    

 Ne benim insanlardan ne de insanların benden alabileceği bir şey kalmadığı sıralarda çıkmıştı karşıma.Biri kahverenginin en sıcak tonu diğeri ise donuk bir mavi olan gözlerinden tanımıştım onu.Calum Thomas Hood gözlerinden ele veriyordu kendini.Yaşadıklarının en ufak bir kısmını bile belli etmeyen o gözler, canımı yakıyordu.

Fiziksel hislerin en üst seviyelerinde olan bu acı, beni ve özellikle de ruhumu binlerce parçaya ayırıyordu.Benim aksime o, acının yanından bile geçmezken gözlerinden yaş asla akmıyordu.Yemin ederim bir kere bile ağladığını görmemiştim.

Dünyanın varlığımızı unuttuğu anlar aşkla, şaraplarla ve çıplak bedenlerle geçerken;New York, hele o zamanlar çok kirliydi.Sert rüzgarlar savunmasız bedenleri titretirken, sokaklar her zamankinden daha tehlikeliydi.Her kavgada, silahlı çatışmalarda veya adam öldürme olaylarında o vardı.Calum New York'tan belki acımasız hayatının belki de %65'i görmeyen sağ gözünün intikamını alıyordu.

Nefretini, insanlığını ve hayatını kusuyordu.Damarlarından neredeyse taşan adrenalin onu en acımasız katillere ya da en korkusuz savaşçılara dönüştürebiliyordu.

Calum ağlamıyordu, evet.

Ancak acısını, mutsuzluğunu nefrete dönüştürüyor ve gözyaşları dışında bütün hücreleriyle dışa vuruyordu.Adam öldürüyor ve öldürdüğü elleriyle vücudumun her karışını keşfediyordu.Korkmuyordum ellerinden, tiksinmiyordum.Sadece tanrı bizden ödünç olarak hayatlarımızı almış fakat bir daha vermemişti.

Calum öldürüyordu, çünkü her seferinde bir sebebi vardı.Öldürdüğü her adamdan çalınan mutluluklarını, gözyaşlarını alıyordu.

Ona katil veya duygusuz diyemezdiniz.O gerçekti.Dünyanın en gerçek adamı.Benim için en şehvetli, en aşk dolu şiirleri fısıldıyor, beni kendi ruhuna katıyordu.Bense onun bu en olumlu halinden yararlanıp baş ağrılarının nasıl olduğunu ve ilaç alıp almadığını soruyordum.Bazen gözlerini kaçırarak aldığını söylüyordu.

Ancak benim kadar düzenbaz ve iyi bir yalancı olmadığı için hemen kendini ele veriyordu.Bir sebebi vardı tabi.İlaç dahil bütün kimyasallardan nefret ediyordu.Çünkü hayatın kendisi kimyasaldı.Bizse son oksijen tüpünü paylaşan ve nefesleri birbirine birer uyuşturucuymuşçasına bağlı olan iki umutsuz aşıktık.

Nereden veya kimden çaldığını hatırlamadığı üstü açık kamyonette David Bowie dinlerken, ağzımızda yediğimiz bitter çikolata tadı kalmayana kadar öpüşüyorduk.Elleri asla rahat durmaz ve ben mırıltılar eşliğinde kendimden geçene kadar vücudumdan çekilmezdi.Bu konuda becerikliydi ancak onunda zaafları vardı.

Özellikle sağ köprücük kemiğine geçirdiğim dişlerime ve omurgasında gezinen parmaklarıma dayanamıyor, ölene kadar, eğer mümkünse öldükten sonra da duymak isteyeceğim sesler çıkartıyodu.Ve ah o her şeye rağmen çok edepsizdi.Dolgun, pembe dudakları vücudumu kıvrandırıyor ve aynı zamanda yüzümü kızartan, en edepsiz cümleleri kuruyordu.

Ona David Bowie derdim.Benim David Bowie'm.Bundan hoşlanmıyordu ancak inanın bana huysuzluktan başka bir şey değildi bu.İçten içe korkuyordu birinin hayalperestlikte onu geçmesinden.Çünkü o kendine inanıyordu.Calum bir rüyaydı, rüya ise hayat.Karıştırıyordum bazen o mu hayallerini yaratmıştı yoksa hayalleri mi onu.Bir cevap bulamıyordum buna da.Her şeyiyle karıştırıyordu aklımı, kaçırıyordu uykularımı.

Yine babamın poker salonundan ayrılamadığı bir gece yatağımda huzursuzlanmıştım.Yorganım beni boğazlarmışçasına kavrarken, yatağımın altında ki bütün korkularım birer birer ortaya dökülmüştü.Dar geliyordu evim, odam ve bütün dünya.Kendimi evden dışarı attığım gibi bedenimi Calum'un mekanına sürükledim.

O gece sokaklar olduğundan daha sessiz, ay ise yüzlerimizi aydınlatamayacak kadar güçsüzdü.Rüzgardan buz kesen bedenimi ve kalbimden boğazıma doğru sinsi bir yol izleyen korkularımı göz ardı ettim.Hayatım boyunca korkularımla yüzleşememiş, onları asla alt edememiştim.Ancak bütün hücrelerimle bekliyordum korkuyu.Merdivenin başında, uykusuz gecelerde ve şuan olduğu gibi Calum'un karanlık dünyasında.

Önüme asla bitmeyecek bir yol gibi serilen bu karanlık dünya vücudumun uç noktalarında ki kan akışını kesip, nefesimin boğazımda takılı kalmasını sağladı.Gözleri beni yeni fark eden üç adam asıl cehennemin dünyada olduğunun birer kanıtı gibiydi.Calum ise dizlerinin üzerinde zorla tutulmuş ve yüzü kan içindeydi.O an gözlerinde çaresizliği, nefreti ve New York'u gördüm.

New York, Calum'u esir almış ve beni şeytanlarının eline atmıştı.Karnıma inen sert tekmelerden, hayattan ve eğer varsa tanrıdan nefret ettim.Cehennem ateşi dört bir yanımızda yükseliyor ve Calum her bir darbede bana ulaşmak için var gücüyle bağırıyordu.

Ağzımı bir kilit gibi sıkıca birbirine kenetleyip sadece küçük iniltilere izin verdim.Canım her darbede yansa da, beni en çok yaralayan Calum'un çaresiz yüzüydü.

İlk defa tanrıya bütün içtenliğimle yalvardım.Bizi buradan herhangi bir haltla kurtarması için.Kimse yardım etmedi, acılarımız dinmedi.Aksine saç diplerim sertçe kavranırken yüzüm Calum'a yaklaştırıldı.İkimizde o an için dizlerimizin üzerinde ve kan içinde dünyanın en aciz insanlarıydık.

Acizdik çünkü, birbirimizin gözlerinin içine bakarak acı çekiyorduk.

Ve acizdik çünkü, acizliğimiz sol gözüme baştan aşağı bıçak darbesi almamla sonlanmıştı.

Kanın sıcak ve kaygan yapısı yüzüme, ellerime ve bütün dünyaya yayılırken kenetlenen ağzımı aralayıp acı dolu bir çığlığın çıkmasına izin verdim.Acıya izin verdim, kendime izin verdim.Gözyaşlarımız sadece bizi yıkadı.

Onunla geçen her dakikada, her sevişmemizde yanılmıştım.Calum ağlıyordu.Yüzünü buruşturmadan, hıçkırmadan.Sadece gözlerinden yaşlar dökerek.O okyanustu ve okyanus gün ağırana dek beni her şeyiyle yıkamıştı.

O David Bowie'ydi, ağlıyordu.Benim için, hepimiz için, dünya için...Sessizce ağlıyordu, çünkü hiçbir şey için çare yoktu.

If You Can See Me // c.h.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin