1944

449 51 112
                                    

Sabah mıydı? Akşam mıydı yoksa? Ne önemi vardı ki? Onlar en karanlık günlerinden birini yaşıyorlardı. Zamanın girdabından kurtulamayıp zaten çökmüş olan binalar artık yıkılmıştı. Ayaklar altında ezilen çiçekler artık ölmüştü. Zaten zamanın neşteri ile dolu olan yüzler, şu anda kan ağlıyordu.

İnsanlar ağlıyorlardı. Gülmüyorlardı. Ağlıyorlardı. Haykırıyorlardı. Sessizce belki. Ya da seslice. Avazları çıkıyordu belki de. Bu kulaklar yetermiydi o avazları duymaya?

Ahsaslar...Elle tutulabilir miydi? Hüzün... Tutulabilir miydi elle? Sarılabilir miydik? Gözyaşları, gülüşümüze özenip akmayı durdurur muydu? O an da gülümser miydik?

Gün doğmuş muydu? Hayır. Hayır. Hayır. Hayır. Ya da, belki. Hayır. Güneş onlara ihanet etmişti. En çok olması gereken yerde, ortadan kaybolmuştu. Aydınlanması gereken yerde, yerini karanlığa bırakmıştı. İçleri de karanlıktı. Ya gözler? Her zaman sevinçle parlayan o gözler? Yollarına ışık tutmaz mıydı? O ışıklar neredeydi? Onlar da gitmişti. Güneş gibi.

Yeşil gözler, kahverengi gözler, mavi gözler. Neredeydi o gözler? Binalar neredeydi? Çoçukların top koşturma sesleri, neredeydi? Evlerden yükselen kokular, neredeydi? Evlerin camlarından sarkan o sepetler, neredeydi? Hurdacı? Ağaçlardan sarkan elmalar? Armutlar? Portakallar? Neredeydi?

Ağlamalar, buradaydı. Hüzün buradaydı. Gözyaşları, buradaydı. Korku. Çaresizlik. Buradaydı.

Ve...kanlanmış gözler, buradaydı.

Hâlâ, buradaydı. Ne kadar olmuştu? 7 gün mü? Bir hafta mı yoksa?

Zaman geçiyordu. Zaman geçe dursun...Keşke geçerken acıları da alıp geçseydi. Neşter izlerini, kan kokularını, üzüntüleri...

Toparlanıyorlar mıydı? Evet. Belki, evet. Kısmen, evet. Ya toparlanamayacak dağınıklıklar? Onlar da toparlanır mıydı zaman geçtikçe? Güneş parçalarını toplayıp, tekrar bir bütün olabilir miydi? Bir umut...

Bir umut...Yeşerecekti ağaçlar. Sarkacaktı sepetler. Gülücekti çoçuklar. Sokaklarda çitlenecekti çekirdekler. Tedirginlik, silinecekti. Evet, belki çok vaveylaların izi kalacaktı sokakta..ama geçecekti.

Ki geçiyordu.

Koca koca kalas yığınlarının ardından, ufak tefek odunlar kalmıştı, ayağa takılan.

Güneşi ardına alarak, o minik odun parçalarına -takılıp düşmek yerine- tekme ata ata bir çoçuk geliyordu. Normalde koyu kahve olan saçları, güneşin vurması ile açık kahve gibi gözüküyordu. Güneş yalnız gelmemişti. Yanında soğuk rüzgarları da getirmişti ve o soğuk rüzgarlar çocuğun saçlarının dağılmasına sebep oluyordu. Kahverengi gömleği ve kahverengi çamurlu pantolonu ile sevinçli ve heyecanlı bir şekilde hoplaya hoplaya ilerliyordu.

İnsanlar gözlerinde ki o ışıkları bulmak amacı ile yavaş yavaş sokaklara çıkmışlardı. Bazıları toprakları çapalıyor, bazıları hâlâ dallarından sarkan meyveleri sepetlere dolduruyorlardı. Bazıları ise uğraşıyorlardı. Düzenlerini tekrar yerine oturtabilmek için.

Minik oğlan etrafa gülücükler saçarak yürüyordu. Arada topraklarla uğraşan yaşlı amcalara 'kolay gelsin' diyerek ilerlerken, arada elma toplayan teyzelere 'günaydın' diyerek ilerliyordu.

Yüzünde kocaman tebessüm. Gözlerde ki o ışık. Beyinde cirit atan anılar.

Seher...Gün doğmadan önce, gününe doğan arkadaşı. Minik arkadaşı. Oyuncaklarını paylaştığı arkadaşı. Gülüşlerini paylaştığı arkadaşı. Şekerlerini paylaştığı arkadaşı. Yağmurlu havayı, gökkuşağına dönüştüren arkadaşı.Ceplerine topladıkları erikleri ve hoşafları gizlice yediği arkadaşı. Papatyadan seviyor sevmiyor yaptığı arkadaşı. Tavukları beraber yakalamaya çalıştığı arkadaşı. Arkadaşı. Arkadaşı. Arkadaşı...

Binalara inat, çiçeklere inat, güneşe inat. O hâlâ parlıyordu. O hâlâ dikti. O hâlâ yaşıyordu.

Deprem, onun gözlerine uğramamıştı. Deprem, onun gülüşüne uğramamıştı. Deprem, onun kalbine uğramamıştı.

İlerledi. İlerledi. İlerledi.

Etrafı izleyen Osman Amca'ya 'Günaydın!' diye bağırarak yanından geçecekti ki durduruverdi küçük oğlanı, Osman Amca.

"Günaydın Ermiya oğlum, günaydın! Nereye böyle sabah sabah?" diye konuştu yaşlı adam çatallaşmış sesi ile. Zaman, sesine de uğramıştı yaşlı adamın.

Minik çoçuk heyecanlan konuşverdi, "Seher'in yanına gidiyorum. Oyun oynamaya."

Osman Amca'nın kaşları çatıldı. Elinde ki asasının diğer eline aldı ve konuşmaya başladı,"Hangi Seher? Şu bayırın altında ki evde yaşayan mı?"

Çoçuk başını salladı, bütün duyguları ile.

Osman Amca'nın ağzından dört kelime dökülüverdi,"O öldü ki,oğlum."

Ermiya'nın ince kaşları çatıldı. Kulakları bu dört kelimeyi duymak istemiyordu. İnkar etmek istedi ağzı. Ancak ağzından sadece,"Nasıl?" kelimesi çıkabildi. Hafif bir yel kadar sessizce.

Osman Amca derince iç çekti,"Deprem olduğu zaman uyuyormuş o. Üst üste dizili olan yorganlar sarsıntı ile üstüne yıkılıvermiş, nefessiz kalmış." diye mırıldandı.

Nefessiz mi kalmış? O nasıl oluyordu ki? Hızlıca geri dönüp evine doğru yürümeye başladı. Gözlerini sık sık kırpıyor, ıslanan gözlerini elini yumruk yaparak siliyordu sürekli.

'O öldü ki, oğlum.' Zihninden silmek istiyordu bu cümleyi. Dört kelime. Onu bu kadar etkileyemezdi. Onu etkileyen dört kelime olamazdı.

Dört kelime...

Dört kelime, onun gözlerinde ki ışığı söndürmüştü.
Dört kelime, onun gülüşünü berteraf etmişti.
Dört kelime,onun kalbini parçalara ayırmıştı.

Gözleri, sulanmasının etkisiyle parlıyordu sürekli. Müjganları ıslanıyordu ve esmer teninden yaşlar kaymaya başlıyordu. Artık yetişemiyordu, göz yaşlarına. Pes etti. Akan yaşlar, usulca yüzünden kayıyor ve toprakla buluşuyordu. Belki, toprakta can bulurdu, canından gidenler.

Sadece dört kelime değildi duydukları. O dört kelimesinin içindeki binlerce anlamı duydu o.

Birdaha onunla oyun oynayamayacaktı.
Birdaha onunla konuşamayacaktı.
Birdaha onun sesini duyamayacaktı.
Birdaha onun gözüne bakamayacaktı.
Birdaha onunla şeker yiyemeyecekti.
Birdaha ceplerini gizlice dolduramayacaklardı.
Birdaha onunla oyuncaklarını paylaşamayacaktı.
Birdaha, gökkuşağı çıkmayacaktı.
Birdaha, tavuklar kümese girmeyecekti.

Gözlerinde ki ışık hep bir eksik, kalbinin bir parçası hep kayıp olucaktı.

Kalbinde sonsuza kadar diri kalacak bir mişa olacaktı.








yoktan başlayanların çocukları.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin