Sonra bir fırça aldım elime, sonra bir acıya buladım onu. Kıpkırmızıydı ucu, saçlarım kıpkırmızı. Efsanelerle dolu kasabamın bir efsanesi de diyormuş ki, Tanrı renk renk fırçalarıyla yaratırmış insanı. Bir fırça darbesi, ve ağlayarak doğarmış insan. Bir fırça darbesi yetermiş insanın doğmasına. Bu yüzden ölümü darbe gibi olurmuş insanın. Fırçaların boynu bükük kalırmış, saçlarım kıpkırmızı. Fırçanın kılları sertse eğer canı acıyarak doğarmış insan. Annem canı acıyarak doğmuş bu yüzden, ama Sarı Kız doğarken hiç acı hissetmemiş. Tanrı annem ile Sarı Kız'ı ayrı fırçalarda yaratmış. Ben doğarken canım acımış mı bilmem, ama ben doğarken annemin canı çok acımış. Benim doğum darbem neredeyse annemin ölüm darbesi olacakmış. Belki de o gün çok kan kaybettiğinden, saçlarım kıpkırmızı kalmış.
Bir tek bu efsaneye inandım, kıpkırmızı saçlarımı koklasam kan kokusu gelecek sandım. Sarı Kız papatya kokardı. Tanrı severek yarattığı kullarına sarı fırçasıyla dokunmuş olmalıydı, bunu da ben ekledim efsaneye. Böyle inandım buna, O'na kızmadım. Bir bildiği vardı Tanrı'nın, kurallarına karışmadım. Ucunu kıpkırmızı ettiğim fırçama baktım sadece. Fırçanın kılları sertti, sinek kuşumun canı çok yanmasın diye dua ettim. Elime aldım sonra onu, tahta dokusu pürüzlü bir his bıraktı tenimde. Uçmak ister gibi bakıyordu gözleri. Kanatları gövdesine zincirlenmişti, hareket ettirmeye çalışmış da başaramamış olmanın çaresizliği de vardı gözlerinde. Yüreğimdeki sinek kuşunun yansımasıydı sanki. Sanki elimi yüreğime götürmüşüm, avucuma konuvermiş ve hareketsiz kalıvermiş gibiydi. Yüreğim ona bakınca ne hissediyor seçemedim bir türlü. Hafifçe iç geçirdim, elimdeki kılları sert fırçayla gözlerinden boynuna olan kısmını kırmızı tonlarında boyadım. Bakınca kan ağlıyor gibi duruyordu. Önemsemedim, saçlarımdan bir tutamı gözlerinin altına yerleştirdim böylece. Onu saçlarımdan yarattım. Yüreğimdeki sinek kuşu oluverdi tamamen. Uçmasa çok üzülürdü, bu tahtadan yaptığım sinek kuşu üzülür mü düşünmedim hiç. Fırçayı biraz hareket ettirince kırmızı tonlama kanatlarının altına kadar uzandı. Hareket edemedikçe kanatları kanadı, yüreğim burkuldu. Acı bir şarkısı vardı yüreğimin, zehir yutmuş gibi oldum. Parmaklarıma kırmızı boya bulaştı, herkesin doğarken ödediği bedeli ödettim ona. Avucum arasında kaybolan bu sinek kuşunu Sarı Oğlan'ın küçük avuçlarına bırakacaktım.
Boyamasını bitirince onu masamın dibindeki pencerenin önüne koydum dikkatlice, yüreğimde bir boşluk büyümeye başladı. Üzerine vuran güneş sebebiyle ışıl ışıl parlıyordu boyaları, sanki her an penceremden kanatlanıp gidecekmiş gibiydi. Sanki yüreğimi açıp çıkarmıştım onu dışarıya, bedelini uçamamakla ödüyordu. Parmaklarıma bulaşmış boyaları masanın üzerindeki eski beze sildim, birazı tenimde kaldı birazı ise beyaz bezi kirletti kendi renkleriyle. Gece boyunca uyku tutamayan gözlerimi buldu sonra parmaklarım. Üzerlerindeki yorgunluk yetmiyormuş gibi, gözlerimdekileri de aldılar üzerlerine. Gözlerimi kapattıkça bir hayalin ışığı süzülüyordu zihnimden içeri, öldür beni diye fısıldıyordu sessizce. İçimdeki boşluk büyüdükçe büyüdü, ses daha çok yankılanır oldu. Ellerime bir şeyler yaratmak yakışırdı da, öldürmeyi hayal edemedim. İçimdeki boşluğa zehir yutkunmaya başladım.
Sonra kırmızı saçlarımın parmaklarım üstüne düştüğünü fark ettim, uzamışlardı. En son babam bu masada oturup yaptığım oyuncakları incelerken kesmiştim saçlarımı, üzerinden ne çok ay geçmişti. Ne saçlarımı kesmiştim ne de bir daha oyuncak yapmıştım o gittikten sonra. Bakışlarım uzun süre sonra ilk kez yaptığım oyuncağa kaydı, ağır hissettirdi. Bir şeylerin tamamen değiştiğini fark ettikten sonraki histi bu, artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını anlatmak ister gibiydi. Artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını kabullenmek gerekiyordu, insanın hayata yenilişiydi bunu kabullenmek. Saçlarımı kesmeye karar verdim o ağır hisle. Bu benim ilk kabullenişimdi. Fark etmedim.