Prologue

711 60 43
                                    

Nemli toprağın üzerinde ilerlemeye devam ederlerken barutun keskin kokusunu içine çekti genç adam. Bu gece gökyüzü kırmızı dumanlar içinde parlıyor, alevler canavarın çığlığı ve ateşiyle büyüyordu.

İçinde bulunduğu grupta korkmayan tek kişi oydu, korkacağı bir şeyin olmadığını küçük yaşından beri öğrenmişti. Babası ve büyükbabası sıradan şeylerle ilgilenmemiş herkesin garip bakışlarına ya da alaylı konuşmalarına neden olacak mesleği seçmişlerdi ve bu onun kaderi olarak devam etmişti.

O ejderha avcısıydı.

Kral, topraklarını onun bulduğu ve gücüyle eğittiği ejderhalar sayesinde genişletmişti, yaptığı meslek tüm krallık için kabul görene dek bir ahırda yaşıyordu ama şimdi sarayda onun için özel bir odası, hizmetçileri, özel eşyaları vardı.

Ama onun için en özel eşyası boynunda taşıdığı kolyesiydi.

Bu güne dek yakaladıkları ejderhaları o kolye sayesinde zindanlarda tutuyordu. Bu sayede kendine köle yapmıştı onları ona bir zarar vermelerini engelliyordu, istediği her şeyi anında ve karşılıksız yapmalarını sağlıyordu. Bu gücün ona verdiği his ayaklarını yerden uçuyordu kimi zaman saatlerce Çifte Boynuz ile birlikte gökyüzünde vakit geçiriyordu. Kimi zaman Syyal ile gölün ılık suyunun tadını çıkarıyordu. Krallığın simgesi haline gelen gösterişli, lav fışkırtan, gökyüzünde görüldüğünde bile kaçış yolu olmadığını anlatan Marwolaeth onun önünde diz çöküyordu neredeyse.

Ama istediği şey zindanlarda tutulan ejderhalardan daha fazlasıydı. Bu güne dek kimsenin yakalayamadı ama bu gece bütün ağır topların onu hedef aldığı ejderhayı istiyordu. Parmak uçları kolyesinin üzerinde gezinirken gözleri gökyüzünde ona meydan okuyan ejderhadaydı.
Onu istiyordu, her ne olursa olsun ona sahip olacaktı.

"Efendim.." Bir rütbeli asker ona yaklaştığında parmakları kolyesinden uzaklaştı yavaşça. "Cephanemiz azalmaya başladı ve adamlarımızın bir çoğunu kaybettik."

Genç adam başını salladı gözlerini bir anlığına çok istediği ejderhadan ayrılmıştı. Onun kanatlarının çıkardığı ses ve rüzgar bile ona haz veriyordu. Çığlıkları, kükremesi, uzun bir süre ateş püskürmesi... Hepsi onun için değişik duygular uyandırıyordu.

İlk ejderha yumurtasına sahip olduğunda henüz küçüktü, babası ona öğrenmesi gereken her şeyi öğretmişti ve her şeyi yakaladığı ejderhaların üzerinde denemişti. Dağda yaşayanların, karada yaşayanların, suda yaşayanların, buzu sevenlerin nelerden hoşlandığını, nelerden nefret ettiğini, onları ne ile kandırabildiğini biliyordu.

Karşısındaki güzelliğin hakkında çok fazla bir bilgi yoktu. Sadece onun genç olduğunu anlayabilmişti başındaki boynuzların kısa olması sebebiyle. Onu kandırabileceği şeyin ne olduğunu biliyordu ama işler ters giderse bu onun sonu olabilirdi aynı zamanda.

"Ona yaklaşacağım." dedi, kendinden emin bir sesle. Yanında duran adam bu plana karşı çıktığını belli ederken dudaklarında bir gülümseme belirtmişti.  "Kalan tüm cephaneyi o anda kullanırsınız."

"Efendim size bir şey olursa..."

"Eğer beni öldürürse benim adıma krala bir şey iletmeni istiyorum." Gömleğinin cebinden mühürlü bir zarf çıkardığında derin bir nefes aldı. Canavar tüm hiddetiyle ortalığı yakıp kül etmeye devam ederken mektubu askere uzattı.  "Hazırlanın, bana yaklaştığı anda onu vurun. Sakın öldürmeyin eğer ölürse yapmaya çalıştığımız her şey çöp olur."

Bir baş selamıyla asker yanından ayrıldığında genç adam tepeden aşağıya doğru inmeye başladı. Şimdiden onun ardında bıraktığı sıcaklığı teninde hissediyordu. Her şeyin iyi gitmesini ummaktan başka bir şey düşünemiyordu.

Babası ve büyükbabası gibi bir ejderha tarafından öldürülmek istemiyordu, bu en son istediği şey bile değildi. Korkuyordu ama içindeki merak onu cesaretlendiriyor, güzel olarak nitelendirdiği canavara kendi ayaklarıyla yaklaşmasını sağlıyordu.

Hızlı adımlarla canavarın onu fark edebileceği, topların o canavara ulaşabileceği bir kayanın üzerine çıktı. Kalbi canavarın kanatlarıyla aynı hızda çarpıyordu, neredeyse göğüs kafesinden çıkıp avuçlarının içine düşecekti.

Herkesin canavar olarak nitelendirdiği ejderhaların aslında öyle olmadıklarını anlamasına neden olan bir olay olmuştu yıllar önce Wiyes onu Zehir Zırhlı'dan korumuştu üstelik bunu kolyenin etkisi altında olmadan yapmıştı. Wiyes bir karanlık gibi onlara saldıran Zehir Zırhlı' yı öldürmüştü ancak kanadı büyük hasar almıştı, şu an uçamıyordu. Genç adam vaktinin çoğunu onunla birlikte geçiriyordu, onu gerçekten seviyordu, ona borçlu hissediyordu.

"Kaŝita!"

Sarsılan her şey anında durmuş gibiydi. Alevler havada süzülerek ağaçların üzerine yapışırken kurumuş dudaklar gerildi. Kanatlar yön değiştirmişti havadayken, şimdi canavarın öfke saçan gözleri üzerindeydi. Heyecanını ve korkusunu dizginleyip ona biraz daha yaklaşmasını bekledi. Parmakları kolyesini kavrarken gülümsemesi büyüyordu her saniye. Canavar kanatlarıyla havada güçlü bir rüzgar yaparak onun zayıf bedenini durduğu yerden oynatırken askerler söylenildiği gibi kalan tüm topları sol tarafa, canavarın olduğu yere, çevirmişlerdi.

Genç bedenini göz açıp kapayıncaya dek ikiye bölecek dişler göründüğünde gerileyen beden canavara doğru birkaç adım attı. Siyah pullarla kaplı derisi, güçlü gövdesi, ay ışığını kapatacak kadar geniş kanatları, başının iki yanında uzanan boynuzları, sırtındaki dikenleri, uzun kuyruğuyla genç efendinin hayallerini süslüyordu.

Boğazının aşağısından yukarı tırmanan ateşi gördüğünde parmaklarının arasında duran kolyesinin ucunu çevirdi.

"Ego sum, ordinatio tibi.." Kolye parmaklarının ucunda dönerken ejderha donup kalmıştı. Genç adam fısıltıyla devam etti. "Esse meus, Kaŝita!"

Top sesleri ejderhanın çarpan kanat seslerini bastırdığında geceye acı bir çığlık karışmıştı. Genç adam kayanın ucuna doğru ilerlerken parmaklarını kolyesinden çekti yavaşça. Ejderha iniltilerle kayaların üzerinde yaralı bir şekilde yatıyordu.

Sonunda, dedi kendi kendine.

Sonunda en büyük isteğine kavuşmuştu.

"Bütün atları hazırlayın. Onu dikkatli bir şekilde bağlayın, bu yaralarla kendine gelmesi uzun bir zaman alır." Ona dokunmak için yanıp tutuşuyordu parmak uçları. Babasının ona verdiği defterde okuduğu gibi gerçekten özel güçleri var mıydı? Yoksa bunlar sadece babasının uydurduğu şeyler miydi  merak ediyordu. " Çabuk olun, güneş doğmadan kralın topraklarına ulaşmamız gerekiyor."

Latince kısımda "Sana emrediyorum, benim ol" demek istedim yanlışsa çeviri hatasıdır lütfen çok takılmayın :)

Maledictus Spiritus/SEKAIHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin