bir; akvaryum ziyareti

1K 65 35
                                    

Uçuyorum, bir ateş böceği ile birlikte. Fakat bu işte bir gariplik var, gariplikler. Ben yüksekten ve küçük hayvanlardan korkan biriyim. Yine de ateş böceğinin sırtında olduğum için küçük olan canlı ben olmuş oluyorum, bunu eledim. Ama hala yüksekteyim ve üstelik bu ateş böceği hiç de ateş böceği gibi davranmıyor. Malum tarafındaki ışıklı yer, dedemin sürekli yanında gezdirdiği radyolu fenere benziyor. Bilmediğim, dilini dahi bilmediğim sert bir şarkı çalıyor ve müzikten aldığımız gazla daha da hızlı uçuyoruz. Nasıl durduracağım? Nereye götürüyor beni?

Bir çatıda duruyoruz. Burayı tanıyorum, teyzemin bahçesi gözüküyor ileride. Ama her yer çürümüş gibi, hiçbir yeşillik göremiyorum. Ateş böceği nerede? Teyzemin turuncu meyveli ağaçları neden böyle sönük?

Islak. Ayaklarımın altı, saçlarımın dibi, tırnaklarımın içi ıpıslak. Yağmur da yağmıyor oysa, niye bunca su? Arkama dönüyorum, bir yunus geliyor. Önüme dönüyorum, palyaço balıkları geçiyor. Sonra bir ahtapot görüyorum, korkunç biraz. Beni tutup oradan oraya savuruyor. Saçlarımı acıtıyor oysa.

"Hey, beni duyuyor musun?" Demek ahtapotlar da Korece konuşabiliyor.

"Tamam, nefes almaya devam et. İyisin, değil mi?" Bir dakika, görüntüyü durdurmam gerek. Ahtapotlar ne zamandan beri insan formunda takılıyor? O söyleyene kadar fark etmemiştim fakat gerçekten de nefes almakta güçlük çekiyordum. Beni hafifçe kaldırdı ve sırtıma vurmaya devam etti. Boğazımın neden acıdığını ve neden ıslak olduğumuzu hala anlamamıştım.

"İyi misin, konuşabiliyor musun?"

"Elbette konuşabiliyorum, 22 yaşındayım ben." Bu çocuğu tanıyordum, ama nereden? Ellerini üzerimden çekip derin bir nefes aldı ve yere oturdu.

"Tamam, iyisin. Bu saatte ne işin var burada? Az daha boğuluyordun." Boğuluyordum Tabi ya, boğuluyordum! İşte şimdi mantık çerçevesine oturdu her şey.

"Uçuyordum."

"Ne?" Saçlarını karıştıra karıştıra yüzüme baktı. Biraz avanak gibiydi bu Jungkook. Jungkook, doğru ya! Kampüsün gözdesi Jungkook.

"Peki, sen ne yapıyordun?" Ayağa kalkıp elini bana uzattı. Ben de kalksam iyi olurdu çünkü baya üşümüştüm ve soğuk, aynı zamanda da ıslak olan zemin bunu daha da tetikliyordu.

"Antrenman." Arkaya doğru ilerleyip çantasından bir havlu çıkardı ve bana uzattı. Hayır diyemeyecektim doğrusu. Alıp hafifçe saçlarımın nemini aldım ve omzuma sardım.

"Kapatıyorum artık burayı, çıkalım." Ne yani, yüzme salonu onun muydu? Peşinden yürürken kolundaki saate ilişti gözlerim. Sabaha karşı üçü gösteriyordu. Havuzda yüzmek için ideal bir saat değildi bence.

Dışarıya çıktığımızda yağmur yağdığını gördüm. Zaten ıslak olan kıyafetlerim esen rüzgârla birlikte kutup efekti oluşturmuştu. Kampüs içinde kalıyor olsam da yurda gidene kadar çeşitli hastalıklara maruz kalacağım kesindi.

"Nereye?"

"Yurda?"

"Kampüste mi kalıyorsun?" Başımı salladım sadece çünkü titriyordum artık. Havaya baktı, sanki gece vakti bir şey görebilecekmiş gibi.

"Gel, yurda kadar bırakırım seni ben." Arabası var, üniversite öğrencisi. Vay.

"Islağım, boş ver."

"Beni de ıslattın, her halükarda arabam ıslanacak." Mantıklı, bazen mantıklı şeyler yapmam gerekliydi. Teklifini geri çevirmedim ve kenardaki arabaya yürürken Jungkook'u takip ettim. Biner binmez ısıtıcıyı açmıştı ve daha yeni yeni üflese bile kendimi çok iyi hissetmiştim.

"Hangi bloktasın?"

"Sanırım D. Emin değilim çünkü yolumu çam ağaçları sayesinde bulurum hep." Gaza asılmadan önce alttan alttan bana baktı, gülümsemişti ya da gülümsememişti. Anlamadım.

"Çam ağaçları, pekâlâ." Yurdun önüne geldiğimizde çar çabuk binaya girdim. Bu kapıların kapalı olması gerekmiyor muydu? Odaya geldiğimde o koca ateş böceği tam da Seokjin'in yatağının önünde uyuyordu. Aldırış etmeden yatağa bıraktım kendimi. Ne rüyaydı ama.

*

"Taehyung kalk artık ya, yalvarıyorum. Yine kaçıracaksın kahvaltı saatini." Başımda ciyaklayan oda arkadaşım yüzünden gözlerimi açtığımda Seokjin elinde kaplumbağalı saatimiz ile birlikte biraz kaygılı biraz da sinirli bir şekilde bakıyordu bana.

"Ölü müsün uyuyor musun asla anlamıyorum seni."

"Ölü gibi uyuyorum, bunun cevabı bu." Söylediğim şey beni güldürdü, Seokjin ise başını sallayarak hayıflanıyordu. Battaniyemi kaldırdığımda ürpermiştim. Ne çok terlemiştim böyle?

"Seokjin, sen bana bir tost yaptır. Önce duş almam gerek."

"Yaptıramam, yüzme antrenmanına gitmem gerek. Odaya da eşyalarımı almaya geldim zaten. Dolaptan bir şeyler ye bari." Başımı salladığımda çoktan gitmişti. Neyse ki bugün dersim öğleden sonraydı, nasıl olduysa şans yüzüme gülmüştü. Kalkıp önce duşa girdim, sonra da kıyafetlerimi nevresimlerimle birlikte makineye attım. Başım ağrıyor muydu yoksa dönüyor muydu anlayamıyordum hiç. Yine de bilgisayarı açıp projemin son işlemlerini halletmeye koyuldum. Ama klavye tuşları, ben onlara bastıkça kaçışıp duruyordu. Yorgundum üstelik, (neden bilmiyorum) bu kovalamacaya sürüklenmek istemiyordum. Yine de parmaklarımla yaptıkları kaçışmaca sonucu galip gelen taraf ben olmuştum. Fakat tüm bu olanlar beni olduğumdan da daha çok acıktırmıştı. Ertelediğim kahvaltıyı yapmaya karar verdim. Ama Seokjin'in "dolaptaki bir şeyler" dediği sadece çikolatalı süt ve iki adet elmaydı. Ne zamandan beri odada meyve yiyorduk ki biz?

Projemi tamamladığımda bilgisayarımı toplayıp saate baktım, 12:43. Fena değil, hele ki benim gibi uyuşuk birine göre. Çantamı alıp çıkacaktım ki çamaşırlarım geldi aklıma, ne salağım. Fakat şimdi onları kurutacak vaktim yoktu. Islak halleri ile odada beni beklemek zorundaydılar.

*

"Hâlbuki kıza demiştim antrenmanım olduğunu. Boşuna trip yiyorum hep. Taehyung, dinliyor musun beni?" Dinlemeyi çok isterdim fakat duvarda duran tablodaki kaplumbağa bizim saatimize benziyordu. Sırf Seokjin kaplumbağaların kokularından rahatsız oluyor diye Neşe'yi anneme bırakmak zorunda kalmıştım. Üstelik bunu ona söylediğimde bir kaplumbağaya Neşe ismini verdiğim için benimle dalga geçmişti. Bence gayet orijinaldi.

"Seokjin, buranın yemekleri berbat, sana odaklanamıyorum"

"Bence de. Yemekhaneden bile berbat üstelik." Başımla onayladığımda pirinçlerimi bitirdim. Çok geçmeden yurda döndüğümüzde bedenim öyle bitkin düşmüştü ki üzerimi bile çıkarmadan yatağa uzanmıştım. Seokjin ise yünlü terliklerini giydikten sonra ikimize çay yapıp yanıma gelmişti.

"Sence âşık mı oldum? Yoksa bu kadar kafaya takmazdım."

"Bu konular hakkında pek bir bilgim yok." Sessizce çayımı yudumladığımda duvara yaslandı. Derin bir iç çekti, abartıyordu. O benim arkadaşımdı ve biliyordum, bir hafta sonra başka bir kızın adı geçecekti bu odada.

"Kulüp bir yarış düzenliyor ama katılmam sanırım. Öyle şeyler geriyor beni."

"Niye ki?"

"Yani, fazla sorumluluk işte. Yüzüyorum ve bu yetiyor, fazlasına gerek yok. Hem Jungkook varken kazanamam." Fincanı kenara koyup ben de onun gibi duvara yaslandım.

"Dün gece onu rüyamda gördüm, önceki gece miydi ya da?"

"Tanıyor musun onu?" Omuz silktim, gördüğüm herkesi tanıyor sayılır mıydım?

"Ne bileyim, herkes kadar işte. Garip bir rüyaydı, önce uçuyordum ve sonra yüzmeye başlamıştım. Bir ahtapot vardı ve Jungkook da arabasıyla gezdiriyordu beni, hem de havuzun içinde. Sonra da senin kocaman bir ateş böceği ile uyuduğunu hatırlıyorum." Yüzüme garip garip bakmaya devam ederken ayaklandı ve fincanları alıp gitti.

"Sen ve rüyaların, asla çözemiyorum." Battaniyemi kaldırıp içine girdim. Gözlerimi yummadan önce ise Seokjin'e gülmüştüm.

"Boş versene, ben çözmeyi çoktan bıraktım."

rüzgâr uçmayı bilmezHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin