24.00-23.30
Theodore
Onu öldürdüm.
Birkaç dakikadır orada duruyordum. Bedeninin ucunda. Belki de birkaç saat. Birkaç gün? İzafiyet teorisi kendi içimde doğrulanırken bile bunu fark edemedim. Işık daha garip. Her zaman beyaz olarak gördüğüm o ampul şimdi yeşildi. Pembe? Mor? Bilmiyorum. Belki de her zaman yeteri kadar dikkatli bakamamıştım. Beyazın içindeki renkleri görmek için küçük bir ekstazinin yardımı gerekmişti belki de.
Belki de birden fazla.
Hatırlamıyorum.
Geçmişimi hatırlamıyorum. Geleceğimi tahmin edemiyorum.
Sadece şu andan ibaretim.
Ellerimde reşitliğime kadar biriktirdiğim yaralar var. Annemin gitmeden önce bana bıraktığı bileklik. Üç sene önce. James'in serçe tırnağıma sürdüğü oje. İki gün önce. Her şeyi görüyorum. Her şeye körüm.
Placebo'nun hızlı bir şarkısı kanımı fokurdatıyor. Boğuk bir tünelden geçip doluyor kulaklarıma. Orada öylece duruyorum. Kalbim, beynim böylesine sakin olduğu için temposunu şaşırmış. Nefeslerim yavaş, düzenli. Ancak vücuduma oksijen yetmiyor. Göğüs kafesimin içindeki her şey acıyor.
Onu öldürdüm.
Boğazında parmak izlerim var. Her bir boğumumu sanat eseri gibi kazımışım oraya. Tırnak izlerimle dolu çıplak göğsü ortada. Bakıp, pişman olmam için orada. Yeni oyuncağı olmuş bir çocuğun heyecanıyla, işaret parmağımla bedenini gösterip bakın, bakın onu ben öldürdüm diyorum sanki. Bütün oklar bana dönmeyecekmiş gibi ben de kendime çeviriyorum yayı. Ve çekip, bırakıyorum.
Ok kalbime saplanmadı. Kalbim gayet iyi çalışıyor. Hatta istediğimden çok. Ok beynime saplandı. Düşünemiyorum. Kalkıp gitmem gerekiyor. Tamam, diyor içimdeki ilgisiz ses. Gideriz. Ayağa kalkmıyor.
"Theodore?"
Omzumdaki el güçlü bir şekilde kavradı beni. Kan çanağına dönmüş gözlerimle ona baktım. Sarı, uzun saçları. Köşeli suratı, koyu bakışları ve tapılası dudakları. Beynim o oku çıkarmak için güçlü bir hamle yaptı.
"Efendim?" sesim çatlamıştı. Sanki günlerdir buradaymışım, susuz kalmışım gibi. Dudaklarımı ıslattım.
"Ne yaptın sen?" Onun sesi sakin. O hep sakin. Hiçbir şey onun ses tonunu titretemez, güldüremez. Onu üzemez, onu mutlu edemez.
Bazı geceleri hatırlıyorum. İçimdeyken ağlar gibi inliyor.
"Onu öldürdüm." reçel kavanozunu parmaklarının arasından düşürüp kırmış, küçük bir çocuk gibiydim. Çıplak ayak parmaklarını birbirine sürtüp yere indirdiği başıyla annesine bakıyordu. Gergince dudaklarını dişliyor, af diliyordu.
Bana bakan Matthew ise yere saçılan şerbeti nasıl toplayacağını değil, çıplak ayaklarımı kanatmadan beni oradan nasıl çıkaracağını düşünüyor gibiydi.
Dudaklarını yavaşça ıslatıp derin bir nefes aldı. Beni omuzlarımın altından yakalayıp dikkatlice kaldırdı. "İyi misin?"
Refleksle "İyiyim," dedim.
Bana inanmadı ama üstelemedi de. İyi olup olmamam hiç önem teşkil etmezdi zaten. Asıl ilgilendiği şey ne kadarını alabileceğimdi. Onun da refleksle sorduğuna emindim.