Saat 07:30, gün Pazartesi. Yine, yine demekten yorulduğum bir gün daha. İşe gitme gerekliliğinin içimde uyandırdığı isteksizlik beni yatağın sıcak ve şefkatli kollarına geri itmeye çalışsa da az önce vurguladığım gereklilik kavramı evladımın karnının doymasını sağlayacak yegane şey olduğundan terk ediyordum yatağımı.
İnsanın boğulmadan yaşamak için tanrıya dua edeceği darlıktaki odam adeta kasvetli, karanlık bir tabutu andırıyordu. Yatağımdan kalkıp yaptığım ilk şey; yüzümü bile yıkamadan onun odasına gitmekti. Her sabah ilk onun yüzünü görmek, iyi olup olmadığını kontrol etmek, adeta yeryüzünde somutlaşmış bir kavramı uyurken izlemek benim için bir refleks haline gelmişti. Neydi peki bu kavram? Elbette "Masumiyet"
Küçücük yatakta kaybolan bedeni, okyanuslara bedel tirşe rengi gözleri ve uzun kahverengi saçlarıyla uyuyordu sert ve yıpranmış yatağın üzerinde. O benim canım, hayatım, her şeyim. O, o benim kızım! Biriciğim...
Tanrının bana bu hayatta bahşettiği tek iyi şeydi o. Sırf bu yüzdendi şükranlarım. Bunca zorluğun, hakirliğin, alçaklığın yer aldığı bu bataklıkta açan tek bir nilüferdi şükranlarımın sebebi. Tek bir nilüfer.
Ben bunları düşünürken zaman pek insaflı davranmamıştı bana. İşte geldi; her sabah yaşadığım duygu karmaşası. Artık gitme vakti...
Yumuşak adımlarla yaklaştığım Filiz'in alnına hafifçe kondurduğum öpücükten sonra arkamı döndüm ve düşüncelerimdeki meleğin aydınlattığı anlamlı hale getirdiği; o içindeyken cennetten bir parça gibi, o içinde değilken yeniden kasvetli iğrenç görünüşünü ortaya koyduğu odadan çıktım.
Çok da önemli olmayan evimin çok da önemli olmayan koridorundan geçtikten sonra odama girdim, üstümü giyindim ve önemsiz şeyler...
Ayrılmak istemediğim evimin eski rengini yitirmiş pastan belli belirsiz bir hal almış kapı kolunu tiksinerek açtığımda bir nida işittim daha az önce önemsiz olduğunu düşündüğüm dar ve uzun, boyası akmış koridorun öteki ucundan.
"Hoşçakal baba " dedi miniğim
Ona sıkıca sarıldıktan sonra evden istemeye istemeye çıktım.
"Aaah sokaklar! (iç çekiş) Her zamanki yollar, her zamanki binalar ve her zamanki insanlar. Bu o kadar tiksinç bir durum ki ! Her şey aynı, herkes hep aynı !"
İçinde boğulduğum bu düşünceler arasında çırpınarak da olsa başarmıştım iş yerime varmayı. Muhabirliğin getirdiği sürekli dışarıda olma durumu gerçek olsa da iş yerine gitmek gerektiği de kaçınılmaz bir gerçekti maalesef. Geç kaldığımı uzaktan hızla yaklaşan müdür yalakasının kaba saba bağırışlarında fark ettim.
Geç kalma sebebim kızımın güzel yüzünü seyredişimdiyse ninni gibi gelirdi bana o paranın kölesi olmuş yalakanın kabaca savurduğu sözler. Ağzından tükürükler saçan yabani hayvanın hırlaması bitecek gibi görünmüş olmasa da çalan telefonum sesini az da olsa kesmesine yardımcı olmuştu.
Arayan kızımdı. Sadece onun kullandığı ev telefonundan okula gitmek için hazırlandığını, az sonra çıkacağını söylemek için aramıştı beni. Birkaç dakika konuştuktan sonra karşımdaki çoban köpeklerini andıran kızgın suratlı adamın hırlayışlarıyla kapatmak zorunda kalmıştım telefonu; kendisine dikkat etmesini ve derslerini iyi dinlemesini öğütleyerek.
Bu konuşma esnasında az da olsa sinirini atmış olan karşımdaki ölü yüzlü, kambur duruşlu fakat görünüşünün tam aksine şık bir takım elbise giyen yaşlı adam konuşmaya başladı zaten buruşuk olan dudaklarını daha da büzerek:
- Sabah 7 sularında Tiftik'in Kızılekin mahallesinde 2672.sokaktaki Ahadi binasının 4.katından bir erkek çocuğu atlamış. Cesedi ise kahvaltı için ekmek almaya çıkan komşusu bulmuş. Tabi ambulans polis derken çocuğun ailesine de...
Uzun uzun heyecanla anlatmıştı olayı sevimsiz adam. Ağzından patavatsızca dökülen kelimeler heyecanını, heyecanı ise bu haftaki baskının iyi okunacağını farkında olmaksızın ortaya koyuyordu. Sonunda çocuğun ve ailesinin bilgileri ile dolu dosyayı uzatmış ve kameramanı da alıp röportaj için olay mahalline sevkimizi emretmişti.
Kişiliğinin ve görünüşünün benim için hiçbir anlam ifade etmediği kameramanla yola çıkmaya hazırlanırken bir yandan da dosyayı göz ucuyla taradım. Çocuk 12 yaşındaydı kızımla yaşıt. Evden çok erken saatlerde çıkan ebeveynleri geç saatlere kadar çalışıyor bu yüzden çocuk genelde halasının yanında kalıyordu akşama kadar. Neden intihar ettiği ise ayrı bir garip. Aşağı atlamadan önce telefonla annesini de babasını da aramış ama açan olmamış. Sonrasında ise yerde sessizce yatan yırtık pırtık bir ruhun geriye kalan parçalanmış bedeni
Gün boyu kimisi hüzünlü, kimisi kızgın birçok insanlar röportaj yapmıştım. Ortam huzur bozucuydu fakat içimdeki kargaşa ve telaş konuştuğum insanlardan kaynaklanmıyordu. Biraz daha kafamı yorduğumda ortaya çıkan sonuç kasvetli, hüzünlü fakat bir o kadar da gerçekti. Kızım... Kızım ve bugün intihar eden çocuğun arasındaki benzerlikler beni aklımın en derin kuyularına gömmüş, bana saatin çoktan 11'i geçtiğini hatırlatan kameraman olmasa sabaha kadar da tesirinden kurtulamayacak hale getirmişti.
Yoğun tempolu bir iş gününün ardından yeniden kendimi görmeyi en çok özlediğim yerde; kızımın hemen ardında olduğunu bildiğim evimin dış kapısının önünde bulmuştum. Uyanmaması için deliğe sessizce yerleştirdiğim anahtarı yavaşça çevirerek araladım önümdeki sis perdesini. Hemen karşımda duruyordu Filiz.
Ama neden? Neden uyumamıştı bu saate kadar? Nasıl odaklanacaktı yarınki derslerine bu kadarcık uykuyla? Ona ilerledikçe ayaklarımın altında açan çiçeklerle beraber kucakladım meleğimi. Hiçbir şey söylemeden uzunca okşadım saçlarını. İçime çektim o tirşe rengi gözlerindeki okyanus kokusunu. Fakat neden her an taşacakmış gibi bakıyordu bu ufka uzanan okyanus gözler? Peki ben neden hala kendimi kandırmaya devam ediyordum? Bilmiyor muydum sanki neden ayakta olduğunu? Farkında değil miydim sanki nedeninin o ağlamaklı gözlerin?
"Korkuyorum" diye fısıldadı.
"Biliyorum kızım" diyebildim sadece.
"Özlüyorum seni..."
"Ben de özlüyorum, hem de dünyalar kadar!"
"Yalnız bırakma artık beni. Gitme lütfen!"
Diyecek bir söz, ağzımdan saçılacak bir kelime bile yoktu bu isteği karşısında.
"Yaşamak istemiyorum artık" diye yükseldi sesi titreyerek.
Artık göz yaşlarını tutamaz hale gelmişti. Çeperlerinden damlayan her bir yaşta ölümün acısını tekrar tekrar hissettim kalbimde. Biricik kızım, bataklıktaki nilüferim, avucumdaki kar tanem eriyip gidiyor bense engelleyebilecek gücü kendimde bulamıyordum. Yaptığım tek şey isyan etmek oldu tanrıya. Neden ben?
Yine oluyordu, yine yaşanıyordu bu olay. Yine cezalandırılıyordum ilahi adaletin bilenmiş kılıcı tarafından. Biricik eşim de sürüklenmişti gözlerimin önünde ölüme yine aynı sebepten. Onu da kurtaramamıştım, engelleyememiştim kaçınılmaz sonu. Güçsüzdüm çünkü ben...
"Hayır!" diye bağırdım. "Böyle söyleme sakın!"
"Bu sefer farklı olacak, bu sefer aynı hatayı yapmayacağım. Bu sefer hayatımdaki insanların gidişine göz yumup suçu başkasında bulmayacağım!" diye haykırdım içimdeki iradesi zayıf, kaybetmeye mahkum benliğime.
Uzun uzun konuştum kızımla. Söylemek istediği ne varsa dinledim. Sabaha karşı yatırmıştım onu kibritçi kızın masalı eşliğinde.