#drunk under a streetlight#

169 13 8
                                    

Bölüm 1

Yaptığımız seçimlerin tüm hayatımızı etkilemesini her zaman etkileyici bulmuyordum. Bunun üzerine düşünmemiştim bile. Anın getirdiği şekilde, kafama tam o an ne eserse kendimi onu yaparken uzaktan izlerdim hep. Yaptığım, yapıyor olduğum ve yapacağım şeylerin ortak kümede yaşayacağım şeylere bağlandığını hiç bilmiyordum.

O gece, belki tüm kendime güvendiğim parçalarımın tuz buz olduğu gece, bir arkadaşım ile kaldığımız tek odalı küçük evde durmak bana çok acı verdi aniden. Hayır Tsukishima'yı suçlamıyordum bunun için.  Tsukishima benimle dalga geçmekten fazla keyif alır ve birlikte sürekli yarım ağız küçük kavgalar ederiz ama hayır o gece Tsukishima ensesindeki sarı saçları bağlayarak salonumuzdaki küçük kırmızı koltukta oturuyordu. Yaptığı tek şey sabahtan yapmış olduğu kabak köftelerini ısıtıp masaya koymak oldu. Onu neyin bu kadar yıkmış olduğunu ona sormadım. Sorsam da anlatmazdı.

Olduğunu düşündüğü kişi değil, kendi hakkında sürekli olumsuz konuşur. Asla yemek yapamam der, güzel olmadığını savunur, el yazısı karalamadan ibarettir ona göre. Gerçekten sevebileceğini düşünmez mesela ya da iyi bir dosttan ziyade insanların onu taştan biri olarak gördüğünü söyler. Bokuto ve ben bunların tam aksi olarak onun yemeklerinden başka bir şey yemeyi reddederiz, başımıza bir şey geldiğinde ilk ona gideriz. Düştüğümüzde bizi ilk Tsukishima kaldırır.

Kendi sorunları hakkında konuşmamak onun listesinin ilk kuralı. Onu asla yıkılmış şekilde görmedim. O gece kalbinin kırılmaya başladığını gördüğümde, ne yapacağımı bilemedim bu yüzden. Kendisini kırık gören fakat hayatımda gördüğüm en sağlam duvar olan Tsukishima yıkılırken ne yapacağımı bilemedim, odadan ona bir kez bile bakmadan çıktım sonra.

İşte o gece, yaptığımız her şeyin birbirine ince ipliklerle bağlı olduğunu hepimizin bir şekilde anladığı gece, serin ve sessiz bir mayıs gecesiydi. Şehir ışıkları yüzünüze fazla vurmuyordu, kahverengi bir köpek uzun bir meşe ağacının önünde yatıyordu. Okyanus dalgalarının sesini duyabiliyordum, alışkın olduğum hafif is kokan şehrin kokusuna karışıyordu. Sürekli olarak hissettiğim boşluk hissi o gece daha bir yanımdaydı. Yürürken ayağıma küçük bir taş takılmıştı, kaldırımda bir kaplumbağa görmüştüm. Sönük bakan gözlerim birden doluvermişti.

Gökyüzünde ay, yarısını parlamaktan yorulmuşçasına sergilerken, her an ayağınızı kaydırıp sizi içine düşürüverecekmiş gibi hissettiren okyanusun kıyısına yaklaştım yavaşça. Dikkatli bakıldığında ancak görülen taşlı kumların üstünden hafif adımlarla geçtim. Oturmak ve belli belirsiz baş ağrısı yapan tüm düşüncelerimi sesli şekilde suyla paylaşmak istiyordum, oldukça fazlalık yapıyorlardı, fakat açıkçası ne düşündüğümü bile bilmiyordum. Hatta hayata sanki o gece adım atmış gibiydim. Geldiğimden beri düşmeyi bekleyen göz yaşlarımı serbest bırakacaktım, ki ağlamak benim için hep sonuncu seçenek olmuştu, okyanusun apaçık kumsalında kuytu köşe gibi hissettirircesine oturan birini gördüm.

Ona bakarken bir anda, ay ışığını kesse bile onu yine de görebileceğimi düşündüm. Arka planda tanıdık bir şarkı çalıyordu, bedeninden sadece benim görebileceğim yumuşacık bir ışık yayılıyor gibiydi. O an kalbimin hissettiği tüm boşlukları elleriyle dolduruyormuş ve bacağıma dolanan tüm dikenli telleri tek tek kesiyormuş gibi geliyordu. Yüzünün sadece sol tarafını görebiliyordum, küçücüktü. Kafasını kendisine çektiği dizlerine yaslamıştı, gözleri sanki evrenin tüm sırlarını keşfedebilirmiş gibi gökyüzüne bakıyordu. Koyu turuncu saçları esintide minik minik dans ediyordu ve ben nefes almadan yaşayabileceğimi fark etmiştim.

Küçük bir yutkunma bıraktım ve yönümü ona doğru çevirdim. Yürürken, küçük ve kuytu bir duvar dibine sinmiş hissi veren bedeninden gelen ağır bir hüzün kokusu alıyordum. Kendi hissizliğim bir anda geçiverdi ve ben nedense o an onu üzen her şeyle savaşabileceğimi düşünürken buldum kendimi.

Ben de kocaman kumsalda yalnız ikimiz yokmuşuz gibi bacaklarımı kendime çekip kollarımı etrafına sararak oturdum yanına. İri açık kahverengi gözleri, içindeki ateş böceklerini söndürmeden bana döndü ve yüzüne küçücük, belli belirsiz bir gülümseme kondurdu hemen. Kafamdaki halka halka koyu bulutlar yumak yumak dağılmaya başlarken, "selam." deyiverdi aniden.

Boğazım acıyordu,ağlayamamanın verdiği o kötü his kulaklarıma değin ağrı yapıyordu. Onun da aynı durumda olduğunu düşündüm, sesi minik pürüzlerle kaplıydı.
"selam."

Küçük ama güven veren bir yüzü vardı. Hafif kalkık burnu, ince dudakları ve yumuşakça kıvrılan çenesiyle sanki her şeyi başarabilir gibi duruyordu. Çok güzeldi. Onu başka bir zaman görsem bu kişi asla yıkılmaz derdim. Bu kişi asla yıkılmaz ve senin de yıkılmana izin vermez. Yüzleri tamamen farklıydı ancak bana Tsukishima'yı hatırlattı. Yıkılmaz ve sağlam aynı zamanda un ufak.

Fazla kırgın ve her şeyinizi kaybettiğinizi hissettiğiniz durumlar olurdu. Yolunuza küçük mum ışıkları bile deva olamıyormuş ve düştüğünüz diziniz durmadan kanıyormuş gibi. Ciğerlerinizin, aldığınız her havayı lanet ederek verdiği durumlar. Kendinizden başka kimsenizin olmadığını düşünürken aslında sizin bile kendinizin yanında duramayacak kadar bitkin durumda olduğunuzu fark ettiğiniz zamanlar işte.

O gece, böyle bir geceydi. Arka planda tanıdık bir şarkı çalarken sahilde birbirinden mutsuz ve yalnız iki kişi oturuyordu. Ona selamdan başka bir şey diyemedim. O da saf hüzün kokan iri gözlerini gökyüzünden çekmedi. Tsukishima ne yapıyordu bilmiyordum. O da sahilde oturan bu iki kişiden daha yalnız ve mutsuz hissediyordu muhtemelen. Bir mayıs gecesinin ilk saatleriydi, başlangıcında herkesin üstüne ışığıyla örtü olan ay, son dördündü.

//

//

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
last quarter cycle/ kagehinaHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin